{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ MÂLİKİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR}
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, Zekeriyyâ (a.s.)’ın mûdebbiri
(tedbir edeni, idare edeni) olan ism-i hâss
(has ismi) "Mâlik" ism-i
şerifidir (esmasıdır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) hazret-i şehâdette
(dünyada) onun vücûdunda
zâhir olan (açığa çıkan)
dahi, bu ismin hazinesinde meknûz
(saklı, gömülü) bulunan ahvâl
(haller) olduğundan, kendisi
min-indillâh (Allah katından)
bu ismin muktezâsı (gerekleri)
olmak üzere, kuvvet-i tâmme
(tam, noksansız kuvvet) ve
himmet-i müessire (etkin, tesirli
himmet) ile müeyyed
(güçlendirilmiş) oldu;
zîrâ (çünkü) “Mâlîk”,
şiddet ve kuvvet ma'nâsına olan "mülk"ten me'hûzdûr
(alınmıştır, çıkarılmıştır)
ve “mülk”, kudret ve tasarruf ma'nâsına dahi gelir. İmdi
mâlikiyyet-i Hak (Hakk’ın malikıyeti
(şiddeti, kuvveti),
Zekeriyyâ (a.s.)’ın vücûdunda zâhir oldu
(açığa çıktı).
Çünkü onun vücûd-i şerîfi
(mübarek vücudu) “yevmû'd-din” gibi oldu; ve
"kıyâmet" ma'nâsına olan "yevmû'd dîn"de Hakk'ın kemâl-i
mâlikiyyeti (malikiyetinin tamlığı,
mükemmelliği) zuhûr ettiği
(açığa çıktığı) cihetle
(yönüyle) Hak Teâlâ
"yevmü'd-din"e Mâlik
ism-i şerifini muzâf
(bağlı) kılıp Süre-i Fâtiha'da
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ
(Fâtiha, 1/4). buyurdu; binâenaleyh
(bundan dolayı) cenâb-ı Zekeriyyâ rahmet ve nikmetin
(şiddetli cezanın, belanın)
zuhûru (açığa çıkması)
husûsunda yevmü'd-dinin
(kıyametin) ahvâli
(halleri) ile mütehakkık olduğundan,
(gerçekleştiğinden)
yevmü'd-dîn (kıyamet)
menzilesinde (derecesinde)
oldu. Şu halde, Hak Teâlâ hazretleri "Malik-i
yevmi'd-dîn" (kıyametin şiddeti)
olduğu gibi "Mâlik-i Zekeriyyâ"
(Zekeriyya’nın şiddeti,
kuvveti)
oldu. Çünkü Hak Teâlâ yevm-i mezkürde
(adı geçen günde) ba'zan
rahmet (merhamet eder, esirger)
ve ba'zan azâb (keder,
işkence) eder ve bu günde rahmet
(merhamet) ve azâbda
(keder ile) zuhûru
(açığa çıkması) ile onun
mâlikiyyeti (şiddeti, kuvveti)
zâhir olur (açığa çıkar). İşte Zekeriyyâ (a.s.)’ın vûcûdunda dahi Hak bu iki şe'n
(iş) ile zâhir oldu
(açığa çıktı, göründü).
Rahmeti ile zuhûru
(meydana çıkması) budur ki, onun zevce-i muhteremesi
(muhterem eşi) akır
(kısır) ve kendisi pek
ihtiyâr olduğu halde
فَهَبْ لِي مِن لَّدُنكَ وَلِيّاً
"Bana
indinden (katından, tarafından)
bir velî bağışla" (Meryem, 19/5) diyerek Hak'tan bir
sâlîh (yararlı, iyi) oğul
taleb etti (istedi).
Ve Hak Teâlâ dahi duâsını
müstecâb (kabul) edip o
hazretin hâiz (sahip)
olduğu maârif-i İlâhiyye (İlahi
ilimler) ve esrâr-ı Rabbâniyye
(Rabbani sırlar) ve ahlâk-ı
hamîdeye (övülecek huylara)
vâris (mirasçı) olarak
ona Yahyâ (a.s.)’ı bahşetti (verdi).
Ve nıkbetle (şiddetli
ceza, bela ile) zuhûru
(açığa çıkışı) budur ki,
Hak Teâlâ onu şiddetle ahz etti
(aldı); o
hazreti testere ile küffar (kâfirler)
ikiye biçtiler. O dahi buna sabredip, mahzar
(göründüğü mahal) olduğu
ism-i hâssın (has isminin)
muktezâsı (gerekleri)
olarak Hak'tan bu belânın ref’ini
(kaldırmasını) taleb etmedi
(istemedi).
İşte bu sebebe binâen
(dayanarak) "hikmet-i
mâlikiyye" (malik ismi ile ilgili
hikmetler) Kelime-i Zekerâviyye’ye
(zekeriyya kelimesine) tahsis
(ayrıldı, ona özel)
kılındı.
Mesnevi:
پس قيا مت ثو قيا مت را ببين ديدن هر چيزرا شر طست
اين
عقل گر دي عقل را داني كمال عشق گر دي عشق را بيني
جمال
Tercûmesi: "İmdi kıyâmet ol, kıyâmeti gör; her şeyi görmek için
bu şarttır. Akl (akıl)
olursan, aklı kemâliyle (tam, bütün
mükemmelliğiyle) bilirsin. Aşk olursan aşkı cemâliyle
(bütün çehresi ile)
görürsün."
Ma'lûmun olsun ki, muhakkak Allah'ın rahmeti vücûden ve hükmen
her şeye vâsi' oldu ve muhakkak gazabın vücûdu dahi, Allah'ın
gazaba olan rahmetindendir; binâenaleyh O'nun rahmeti gazabını
sebkat eyledi. Ya'ni rahmetin O'na nisbeti, gazabın O'na
nisbetini sebkat etti ( 1 )
Fass-ı
Süleymâni'de (Süleyman bölümünde)
tafsil olunduğu (geniş
olarak anlatıldığı) üzere "rahmet" biri zâti
(zat ile ilgili),
diğeri sıfâti (sıfatlar
ile ilgili) olmak üzere iki kısımdır. Bunlar da
husûsiyyet (ayrıcalık, özellik)
ve umûmiyyet (genellik,
her şeye olmak) i'tibâriyle
(bakımından) iki kısımdır.
Her şeye vâsi' (geniş, bol)
olan rahmet, "rahmet-i âmme-i zâtiyye"dir:
(Zat’ının her şeye olan
rahmetidir,zatından zatına olan tecellisidir) ve bu
rahmet Hakk'ın muktezâ-yı zâtıdır;
(Zat’ının gereğidir) çünkü Hak bizzat "Cevâd"dır
(cömerttir). Eğer böyle
olmasa, vücûd-ı mutlak-ı Hak'ta
(Hakk’ın kayıtsız, sınırsız varlığında) zuhûr
(açığa çıkma) bulunmaz idi.
İşte zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın Zat’ının)
muktezâsı (gereği)
olan bu rahmet sâyesinde, Zât-ı ahadiyyette
(ahad olan Zat’ında) mahfî (gizli)
olan niseb (sıfatlar)
ve şuûnât-ı Hak (Hakk’ın
fiilleri, işleri),
onun kendi zâtında kendi zâtına tecellisi
(belirmesi) sûretiyle,
ilminde sübût buldu (çıktı, sabit
oldu). Ve Hak Zât-ı ahadiyyetinde
(Zatının ahadlığında) sıkıntı
içinde kalmış olan esmâsını nefes-i rahmânisi
(rahman olan nefesi) ile
tenfîs edip (nefes verip)
onlara vûcûd-i ilmi (vücut ilmini)
vermek sûretiyle cümlesini
(hepsini) bu sıkıntıdan âzâd
etti. (kurtardı)
Binâenaleyh (nitekim) bu
rahmet, hükmen her şeye vâsi' (şamil,
kaplamış, bol) oldu. Ve rahmet-i âmme-i zâtiyye
(zatının her şeye olan rahmetinin)
îcâbıyle (gereğiyle),
ilimde sübût bulan
(sabitlenen) a'yân-ı
sâbitenin (ilmi suretlerin)
sûretleri, kendi hükümleri dâiresinde, a'yân-ı kevniyye
(kozmik evren) sûretleriyle
zâhir olduğu (açığa çıktığı)
cihetle (yönüyle),
bu rahmet-i zâtiyye
(zatının rahmeti),
şu içinde bulunduğumuz hazret-i şehâdette
(dünyada) dahi vücûden
(vücut olarak) her şeye vâsi'
(şamil, kaplamış, geniş)
oldu. İmdi rahmet-i Hak (Hakk’ın
rahmeti),
bilcümle (bütün) nisebe
(sıfatlara) ve a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler) ve
hâriciyyeye (dıştakilere (açığa
çıkmışlara) şâmil (ihata
eden, içine alan, kaplayan) olunca, niseb-i
ademiyyeden (açığa çıkmamış
sıfatlardan) ibâret
olan gazaba (belaya, musibete)
dahi şâmil bulunur (kaplar, içine
alır). Ve
binâenaleyh (bundan dolayı)
gazabın (belanın musibetin)
vücûdu dahi, gazaba olan rahmet-i İlâhiyyeden
(Allah’ın rahmetinden) olur.
Fakat gazabın Hakk'a nisbeti,
(bağıntısı, ilişkisi) rahmetin Hakk'a nisbetinden
(bağıntısından, ilişkisinden)
sonradır; çünkü gazab rahmete nisbetle
(göre) ârızi
(sonradan meydana çıkan, gelip geçici)
bir şeydir. Meselâ suyun hâl-i tabîîsi
(doğal hali) cereyândır
(akmaktır) ve donması,
ârızîdir (sonradan olmuştur ve gelip
geçicidir): Ve kezâ
(böylece) insanın hâl-i tabîîsi
(doğal hali) gazab
(öfke, hiddet) değildir; onun
gazabı (öfkesi) bir sebeb
tahtında (altında) zuhûr
eden (açığa çıkan) bir
sıfat-ı ârızadır, (sonradan çıkan,
gelip geçici sıfattır) Ve sıfat-ı ârızada
(gelip geçici sıfatlardan)
asl (esas) olan ise
ademdir; (yok oluştur)
binâenaleyh (nitekim)
gazab (öfke) niseb-i
ademiyyedendir (dışarıda mezahiri ve
a’yanı olmayan sıfatlardandır).
Ve Fass-ı Üzeyrî'de
(Üzeyri bölümünde) tafsil
olunduğu (geniş olarak anlatıldığı)
üzere, gazab-ı ilâhi
(Allah’ın gazabı) bir şeyin kemâl
(tamlığa, mükemmelliğe) ve
saâdete (mutluluğa)
bilkülliyye (tamamen)
adem-i kâbiliyyetinden
(kabiliyetinin olmayışından) veyâ noksân-ı
kâbiliyyetinden (kabiliyetinin eksik
oluşundan) o şeye terettüb eder
(netice, sonuç olarak çıkar, icap eder)
. Ve gazabın şer
(kötü) ve şekâvet
(mutsuzluk) olması
mağzûbun-aleyhe (gazablanmışa, gazaba
uğramışa) nisbetledir
(göredir). Yoksa
gazab, Hakk'a nisbetle (göre)
merhûmdur (rahmetlenmiştir);
çünki Hakk'ın tecelli-i rahmânisiyle
(rahmanın tecellisi ile)
mevcûd olmuştur. Ve mevcûd olan her şey tecellî-i rahmânî
(rahmanın tecellisi) ile
merhûmdur (rahmetlenmiştir).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir-05.09.2006
http://sufizmveinsan.com
|