235. Bölüm

{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ MÂLİKİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR}

Vaktâki her ayn için vücûd oldu; binâenâleyh onu Allah'dan taleb eder. Bunun için O'nun rahmeti her şeye âmm oldu; zirâ Hak, şol rahmetiyle ki; her şeye  onunla rahmet etti; o şey vücûd-ı aynîsinde O'nun rahmetini  kabûl etti. Binâenaleyh Hak o şeyi îcâd eyledi. İşte bunun için biz, muhakkak Allah'ın rahmeti vücûden ve hükmen her şeye vâsi' oldu, dedik (2).

Yâ'ni Hak Teâlâ hazretlerinin gayr-i kâbil-i ta'dâd (sayılması imkânsız sayıda) esmâ-i zâtiyyesi (Zatına ait esması) vardır ki, onlara "mefâtih-i gayb" (gaybın anahtarları) tesmiye olunur (denir). Zât-ı ahadiyyette  (Zatının ahadlığında)  bilkuvve  (güç, kuvve olarak) mevcûd olan bu esmâ, zatlarıyla fiilen (fiil olarak) zuhûr (açığa çıkmak) isterler ve müsemmâları (isimlenenleri) olan  Zât-ı Hak (Hakk’ın Zatı) dıyk-ı ademden (yokluğun darlığından, sıkıntısından) o esmâyı ihrâc (dışarı çıkarmak) ve  onları nefes-i rahmânâsi (rahman olan nefesi) ile tenfis edip (nefes verip) mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) ızhâr eyler (açığa çıkarır). İşte bu tenfîs (nefes verme), esmâya rahmettir. Bu tecelli (oluşum) Hakk'ın kendi zâtında kendi zâtına vâki' olur (gerçekleşir). İlm-i Hak'ta (Hakk’ın ilminde) peydâ olan (çıkan) bu suver-i lâtifeye (latif, şeffaf suretlere) “a’yân-ı sâbite” (ilmi suretler, hakikatler) derler ki, âlem-i dünyâdaki (dünya âlemindeki) suver-i kesifenin (katılaşmış, yoğunlaşmış suretlerin) hakayıkıdır (hakikâtleridir, zatlarıdır). Ve bunların vücûdu "vücûd-i hûkmî"dir (hükm olunmuş, karar kılınmış vücuttur). Onların zilli (gölgesi) olan suver-i kesife-i âlem (yoğunlaşmış evren suretleri) ise "vücûd-i ayni"dir. (hakiki vücuttur) İşte mâdemki her bir “ayn” (ilmi suret) için vücûda (varlığa) gelmek imkânı mevcûddur; o ayn (hakikat), o vücûdu  Allah’tan taleb eder (ister).

Ma'lûm olsun (bilinsin ki) ki; bilcümle emr (bütün hususlar, işler) üç vecih  (şekil) üzeredir:

1. Vücûd-i mahzdır (sırf varlıktır). Bu vücûd, (varlık) ezelen ve ebeden  (asla, hiçbir zaman) ademi (yokluğu) kabûl etmez; vûcûd-i hakîki-i Hak (Hakk’ın gerçek olan varlığı) gibi.

2. İmkân-ı mahzdır (sırf imkândır) ki, ezelen  ve ebeden (devamlı olarak)  bir sebeb ile vücûdu (varlığı) kabûl eder. Vücûd-i izâfi-i a'yân (açığa çıkmış gölge vücutlar, kozmik evren) gibi.

3. Adem-i mahzdır (sırf yokluktur) ki, ezelen ve ebeden (asla, hiçbir zaman)  vücûdu (varlığı) kabûl etmez; şerik-i Bâri (Allah’a ortak) veyâhut iki vûcûd-i nâmütenâhi (sonsuz iki vücûd) gibi.

İşte görûlüyor ki, âlemin (evrenin) vücûd-i izâfîsi, (gölge vücudu) vücûd-i mahz (sırf varlık) ile adem-i mahz (sırf yokluk) arasında vâki' olmuştur (gerçekleşmiştir).  Zirâ (çünkü) bir ciheti (yönü) ademe (yokluğa) ve diğer ciheti (yönü) dahi vücûda (varlığa) nazırdır (bakmaktadır). İmdi a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) esmâ-i ilâhiyyenin (ilahi esmanın),  a'yân-ı kevniyye (açığa çıkmış kevni varlıklar) dahi a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) zılli (gölgesi) olup, bu vücûd-i zıllilerinin (gölge vücutlarının) zuhûrunu (meydana çıkmasını) Allah'dan  taleb ettikleri (istedikleri) ve Allahü Zûl-Celâl hazretleri dahi feyz-i akdesiyle (kendinden kendine olan tecellisi, zati tecellisi ile) esmâya rahmet edip onları mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) hükmen (hüküm vererek)  ve feyz-i mukaddesiyle (esmasının tecellileriyle) dahi mertebe-i aynda (hakikat mertebesinde) vücûden (vücut vererek) ızhâr eylediği (dışarı çıkardığı) için, O'nun rahmeti her şey hakkında umûmî (her şeye, genel) oldu. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu i'tibâra (değere) göre her şey merhûmdur (rahmete kavuşmuştur) ve bu rahmette İblis dahi dâhildir; zirâ (çünkü) vûcûd-i İlmide (vücut ilminde) îcâd etmek (yaratmak, vücuda getirmek) sûretiyle Hak Teâlâ'nın rahmet ettiği her şey, vûcûd-i aynîsinde de (gerçek varlığında da) O'nun rahmetini kabûl etti. İşte suver-i esmâiyye (esma suretleri), rahmet-i zâtiyye-i âmme (zatın her şeye olan genel rahmeti, zatından zatına olan tecellisi) ile, ilm-i İlâhide (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olduktan sonra, vücûd-i ayniye (kendi, gerçek vücutlarını) tâlib olmalarıyla (istemeleriyle) Hak Teâlâ o rahmet ile onları vûcûd-i aynide (kendi, hakiki varlığında) icâd ettiği (yarattığı) için biz, Allâh'ın rahmeti vücûden (vücut olarak) ve hûkmen (hüküm olarak) her şeye vâsi' (her şeyi kapladı (geniş, bol) oldu dedik.

Ve esmâ-i ilâhiyye eşyâdandır; ve halbûki esmâ-i ilâhiyye ayn-ı vâhideye râci'dir. İmdi Allâh'ın rahmetinin vâsi' olduğu evvelki şey, o "ayn"ın şey'iyyetidir ki, rahmet ile rahmet-i mûcidedir (3).

Ya'ni, Allâh'ın rahmeti her şeye vâsi'dir (geniştir, boldur, kaplamıştır)  dediğimiz vakitte, esmâ-i İlâhiyye (ilahi esma, açığa çıkmamış esma) dahi "her şey" ta'biri (ifadesi) tahtına (altına) dâhil olur (girer) ; zîrâ (çünkü) esmâ-i ilâhiyye (ilahi esma) dahi eşyâdandır (şeylerdendir, varlıklardandır). Ve esmâ-i ilâhiyye (ilahi esma) ise, Rahmân isminin hakîkati olan ayn-ı vâhideye (tek hakikate) râcidir (aittir, dönüktür) ve Rahmân ismi ism-i câmi'dir (bütün isimleri kendinde toplamıştır). Binâenaleyh (bundan dolayı), her bir ismin rahmetten haz (zevki) ve nasîbi vardır. İmdi Allah'ın rahmetinin vâsi’ (her şeyi kapladığı, geniş, bol) olduğu evvelki şey, rahmet-i zâtiyye (Zat’ın rahmeti) ile rahmet-i esmâiyyeyi (esmanın rahmetini) mûcid olan (icad eden, yaratan) o ayn-ı vâhidenin (tek hakikatin) şey'iyyetidir.

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, Hak ahadiyyû'z-zât (Zat’ı bakımından ahad) ve vâhidiyyû'l-esmâ  ve's-sıfâttır (esması ve sıfatları bakımından vahiddir). Ve "Allah" tesmiye olunan (denilen) vûcûdun (varlığın) zâtında hiçbir vech (yön) ile kesret (çokluk) yoktur; belki o vücûd (varlık), zât ile ahaddır ve zât-i ahadiyyet (ahad olan Zat) tecelliden müberrâdır (aklanmış, beri kılınmıştır).Çünkü âlemlerden ganîdir (doygundur, zengindir). Ve bu zât için vücûh-i gayr-i mütenâhiyye (bitmez tükenmez, uçsuz bucaksız yüzleri, vechleri) vardır ki, esmâ ve sıfâtı muktezi olan (gerektiren) ulûhiyyet o vücûhu (yüzleri, vechleri) cem' eder (kendinde toplar). Şu halde, hazret-i ilâhiyye (ilahi mertebe) kâffe-i sıfât ve esmâ (bütün esma ve sıfatların hepsi) ile berâber zâttan ibâret olduğundan esmâ ve sıfâta nazaran (göre), küll-i mecmüî (küll’ün hepi, bütünün toplamı) olan ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir). Ve bu küll-i mecmüî (toplanmış küll), o ayn-vâhidenin (tek hakikatin) şey'iyyetidir ve Rahmân ismi, cemi'-i esmâyı (bütün esmayı) muhit (ihata eden, kuşatan) olduğu cihetle (yönüyle),  bu ayn-ı vâhide (tek hakikat) bu ismin hakikati (hüviyeti, zatı) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hakk'ın Rahmân'a mensûb (ait, ilgili) olan nefes ile ilk tenfis ettiği (nefes verdiği) şey, Zât-ı ahadiyyetinde (ahad olan Zat’ında) bilkuvve (güç, kuvve olarak) mevcûd olan esmânın hazret-i ilmiyyede (ilim, uluhiyet) mertebesinde) ızhâr buyurduğu (meydana çıkardığı) sûretlerdir. Şu halde Hak, rahmet-i zâtiyye-i âmmesi (her şeye, genel olan Zati rahmeti) ile esmâsına rahmet etmiş olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) o ayn-ı vâhidenin (tek hakikatin) şey'iyyeti ki, esmâ ve sıfâta nazaran (göre) küll-i mecmûîdir (toplanmışların bütünüdür, hepidir); işte bu şey'iyyet  rahmet-i zâtiyye (Zatın rahmeti) ile rahmet-i esmâiyyeyi (esmasının rahmetini) îcâd eder (yaratır).  Bu bahis (konu) Fass-ı Şuayb'da (Şuayb bölümünde) tafsîl olunmuştur (geniş olarak anlatılmıştır). Oraya mürâcaat buyrulsun.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir
-12.09.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail