{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ MÂLİKİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR}
Vaktâki her ayn için vücûd oldu; binâenâleyh onu Allah'dan taleb
eder. Bunun için O'nun rahmeti her şeye âmm oldu; zirâ Hak, şol
rahmetiyle ki; her şeye onunla rahmet etti; o şey vücûd-ı
aynîsinde O'nun rahmetini kabûl etti. Binâenaleyh Hak o şeyi
îcâd eyledi. İşte bunun için biz, muhakkak Allah'ın rahmeti
vücûden ve hükmen her şeye vâsi' oldu, dedik (2).
Yâ'ni Hak Teâlâ hazretlerinin gayr-i kâbil-i ta'dâd
(sayılması imkânsız sayıda)
esmâ-i zâtiyyesi (Zatına ait esması)
vardır ki, onlara "mefâtih-i gayb"
(gaybın anahtarları) tesmiye
olunur (denir).
Zât-ı ahadiyyette
(Zatının ahadlığında) bilkuvve
(güç, kuvve olarak) mevcûd
olan bu esmâ, zatlarıyla fiilen (fiil
olarak) zuhûr (açığa
çıkmak) isterler ve müsemmâları
(isimlenenleri) olan
Zât-ı Hak
(Hakk’ın Zatı) dıyk-ı ademden
(yokluğun darlığından, sıkıntısından)
o esmâyı ihrâc (dışarı
çıkarmak) ve onları nefes-i rahmânâsi
(rahman olan nefesi) ile
tenfis edip (nefes verip)
mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde)
ızhâr eyler (açığa
çıkarır). İşte
bu tenfîs (nefes verme), esmâya rahmettir. Bu tecelli
(oluşum) Hakk'ın kendi zâtında kendi zâtına vâki'
olur (gerçekleşir).
İlm-i Hak'ta (Hakk’ın
ilminde) peydâ olan
(çıkan) bu suver-i lâtifeye
(latif, şeffaf suretlere)
“a’yân-ı sâbite” (ilmi suretler,
hakikatler) derler ki, âlem-i dünyâdaki
(dünya âlemindeki) suver-i
kesifenin (katılaşmış, yoğunlaşmış
suretlerin) hakayıkıdır
(hakikâtleridir, zatlarıdır).
Ve bunların vücûdu "vücûd-i hûkmî"dir
(hükm olunmuş, karar kılınmış
vücuttur). Onların
zilli (gölgesi) olan
suver-i kesife-i âlem (yoğunlaşmış
evren suretleri) ise "vücûd-i ayni"dir.
(hakiki vücuttur)
İşte mâdemki her bir “ayn”
(ilmi suret) için vücûda
(varlığa) gelmek imkânı
mevcûddur; o ayn (hakikat),
o vücûdu Allah’tan taleb eder
(ister).
Ma'lûm olsun (bilinsin ki)
ki; bilcümle emr (bütün hususlar,
işler) üç vecih (şekil)
üzeredir:
1. Vücûd-i mahzdır (sırf varlıktır).
Bu vücûd, (varlık)
ezelen ve ebeden (asla, hiçbir
zaman) ademi (yokluğu)
kabûl etmez; vûcûd-i hakîki-i Hak
(Hakk’ın gerçek olan varlığı)
gibi.
2. İmkân-ı mahzdır (sırf imkândır)
ki, ezelen ve
ebeden (devamlı olarak)
bir sebeb ile vücûdu (varlığı)
kabûl eder. Vücûd-i izâfi-i a'yân
(açığa çıkmış gölge vücutlar, kozmik
evren) gibi.
3. Adem-i mahzdır (sırf yokluktur)
ki, ezelen ve ebeden
(asla, hiçbir zaman) vücûdu
(varlığı) kabûl etmez;
şerik-i Bâri (Allah’a ortak)
veyâhut iki vûcûd-i nâmütenâhi
(sonsuz iki vücûd) gibi.
İşte görûlüyor ki, âlemin (evrenin)
vücûd-i izâfîsi, (gölge
vücudu) vücûd-i mahz (sırf
varlık) ile adem-i mahz
(sırf yokluk) arasında vâki' olmuştur
(gerçekleşmiştir).
Zirâ
(çünkü) bir ciheti
(yönü) ademe
(yokluğa) ve diğer ciheti
(yönü) dahi vücûda
(varlığa) nazırdır
(bakmaktadır).
İmdi a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) esmâ-i ilâhiyyenin
(ilahi esmanın),
a'yân-ı kevniyye
(açığa çıkmış kevni varlıklar)
dahi a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) zılli
(gölgesi) olup, bu vücûd-i zıllilerinin
(gölge vücutlarının) zuhûrunu
(meydana çıkmasını)
Allah'dan taleb ettikleri
(istedikleri) ve Allahü Zûl-Celâl hazretleri dahi
feyz-i akdesiyle (kendinden kendine
olan tecellisi, zati tecellisi ile) esmâya rahmet
edip onları mertebe-i ilimde (ilim
mertebesinde) hükmen
(hüküm vererek) ve
feyz-i mukaddesiyle (esmasının
tecellileriyle) dahi mertebe-i aynda
(hakikat mertebesinde)
vücûden (vücut vererek)
ızhâr eylediği (dışarı
çıkardığı) için, O'nun rahmeti her şey hakkında umûmî
(her şeye, genel) oldu.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
bu i'tibâra (değere)
göre her şey merhûmdur (rahmete
kavuşmuştur) ve bu rahmette İblis dahi dâhildir; zirâ
(çünkü) vûcûd-i İlmide
(vücut ilminde)
îcâd etmek (yaratmak,
vücuda getirmek) sûretiyle Hak Teâlâ'nın rahmet
ettiği her şey, vûcûd-i aynîsinde de
(gerçek varlığında da) O'nun rahmetini kabûl etti.
İşte suver-i esmâiyye (esma
suretleri),
rahmet-i zâtiyye-i âmme (zatın her
şeye olan genel rahmeti, zatından zatına olan tecellisi)
ile, ilm-i İlâhide (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut)
olduktan sonra, vücûd-i ayniye
(kendi, gerçek vücutlarını)
tâlib olmalarıyla (istemeleriyle)
Hak Teâlâ o rahmet ile onları vûcûd-i aynide
(kendi, hakiki varlığında)
icâd ettiği (yarattığı)
için biz, Allâh'ın rahmeti vücûden
(vücut olarak) ve hûkmen
(hüküm olarak) her şeye vâsi'
(her şeyi kapladı (geniş, bol)
oldu dedik.
Ve esmâ-i ilâhiyye eşyâdandır; ve halbûki esmâ-i ilâhiyye ayn-ı
vâhideye râci'dir. İmdi Allâh'ın rahmetinin vâsi' olduğu evvelki
şey, o "ayn"ın şey'iyyetidir ki, rahmet ile rahmet-i mûcidedir
(3).
Ya'ni, Allâh'ın rahmeti her şeye vâsi'dir
(geniştir, boldur, kaplamıştır)
dediğimiz vakitte, esmâ-i
İlâhiyye (ilahi esma,
açığa çıkmamış esma)
dahi "her şey" ta'biri (ifadesi)
tahtına (altına)
dâhil olur (girer) ;
zîrâ (çünkü)
esmâ-i ilâhiyye (ilahi esma)
dahi eşyâdandır (şeylerdendir,
varlıklardandır).
Ve esmâ-i ilâhiyye (ilahi esma)
ise, Rahmân isminin hakîkati olan ayn-ı vâhideye
(tek hakikate) râcidir
(aittir, dönüktür) ve Rahmân
ismi ism-i câmi'dir (bütün isimleri
kendinde toplamıştır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı), her bir ismin
rahmetten haz (zevki) ve
nasîbi vardır. İmdi Allah'ın rahmetinin vâsi’
(her şeyi kapladığı, geniş, bol)
olduğu evvelki şey, rahmet-i zâtiyye
(Zat’ın rahmeti) ile rahmet-i
esmâiyyeyi (esmanın rahmetini)
mûcid olan (icad eden, yaratan)
o ayn-ı vâhidenin (tek
hakikatin) şey'iyyetidir.
Ma'lûm olsun
(bilinsin) ki, Hak
ahadiyyû'z-zât (Zat’ı bakımından
ahad) ve vâhidiyyû'l-esmâ
ve's-sıfâttır (esması ve
sıfatları bakımından vahiddir).
Ve "Allah" tesmiye olunan
(denilen) vûcûdun
(varlığın) zâtında hiçbir vech
(yön) ile kesret
(çokluk) yoktur; belki o
vücûd (varlık),
zât ile ahaddır ve zât-i ahadiyyet
(ahad olan Zat) tecelliden
müberrâdır (aklanmış, beri
kılınmıştır).Çünkü âlemlerden ganîdir
(doygundur, zengindir).
Ve bu zât için vücûh-i gayr-i mütenâhiyye
(bitmez tükenmez, uçsuz bucaksız
yüzleri, vechleri)
vardır ki, esmâ ve sıfâtı muktezi olan
(gerektiren) ulûhiyyet o
vücûhu (yüzleri, vechleri)
cem' eder (kendinde toplar).
Şu halde, hazret-i ilâhiyye (ilahi
mertebe) kâffe-i sıfât ve esmâ
(bütün esma ve sıfatların hepsi)
ile berâber zâttan ibâret olduğundan esmâ ve sıfâta nazaran
(göre), küll-i mecmüî
(küll’ün hepi, bütünün toplamı)
olan ayn-ı vâhidedir (tek
hakikattir). Ve
bu küll-i mecmüî (toplanmış küll),
o ayn-vâhidenin (tek
hakikatin) şey'iyyetidir ve Rahmân ismi, cemi'-i
esmâyı (bütün esmayı)
muhit (ihata eden, kuşatan)
olduğu cihetle (yönüyle),
bu ayn-ı vâhide
(tek hakikat) bu ismin
hakikati (hüviyeti, zatı)
olur. Binâenaleyh (bundan dolayı)
Hakk'ın Rahmân'a mensûb
(ait, ilgili) olan nefes ile ilk tenfis ettiği
(nefes verdiği) şey, Zât-ı
ahadiyyetinde (ahad olan Zat’ında)
bilkuvve (güç, kuvve
olarak) mevcûd olan esmânın hazret-i ilmiyyede
(ilim, uluhiyet) mertebesinde)
ızhâr buyurduğu (meydana
çıkardığı) sûretlerdir. Şu halde Hak, rahmet-i
zâtiyye-i âmmesi (her şeye, genel
olan Zati rahmeti) ile esmâsına rahmet etmiş olur.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
o ayn-ı vâhidenin (tek hakikatin)
şey'iyyeti ki,
esmâ ve sıfâta nazaran (göre)
küll-i mecmûîdir (toplanmışların
bütünüdür, hepidir);
işte bu şey'iyyet rahmet-i
zâtiyye (Zatın rahmeti)
ile rahmet-i esmâiyyeyi (esmasının
rahmetini) îcâd eder
(yaratır). Bu
bahis (konu) Fass-ı
Şuayb'da (Şuayb bölümünde)
tafsîl olunmuştur (geniş olarak
anlatılmıştır).
Oraya mürâcaat buyrulsun.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir-12.09.2006
http://sufizmveinsan.com
|