FUSÛSU’L HİKEM TERCÜME VE ŞERHİ IV
Ahmed Avnî Konuk
{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ MÂLİKİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR} 236
İmdi rahmetin vâsi’ olduğu evvelki şey, onun nefsidir. Ba'dehû
müşârun-ileyhâ olan şey'iyyettir. Ba'dehû gerek dünyâda gerek
âhirette, araz olsun ve cevher-i mürekkeb veyâ basît olsun, ilâ-mâ-lâ-nihâye
vücûd bulan her mevcûdun şey’iyyetidir (4).
Ya'ni
rahmet-i zâtiyye-i âmmenin (her şeye
olan, zati rahmetin) vâsi'
(geniş bol) olduğu evvelki
şey, rahmetin kendi nefsidir. Çünkü bir "ayn"
(hakikât, ilmi suret)
lâzımdır ki, rahmet ona taalluk
(bağıntılı olabilsin) edebilsin; binâenaleyh
(bundan dolayı) rahmet-i
zâtiyye (zatın rahmeti);
ibtidâ (ilk önce)
ayn-ı rahmâniyyenin (rahmanın
hakikâtinin) şey'iyyetine vâsi'
(geniş) olur ve rahmet o
aynın (hakikâtin, zatın)
şey'iyyetine vâsi'
(geniş, bol) olunca, ibtidâ
(ilk önce)
kendi nefsine vâsi'
(geniş) olmuş olur. Ba'dehû
(daha sonra) rahmetin
vâsi' (kapladığı, geniş)
olduğu şey, bâlâda (yukarıda)
işâret olunan ayn-ı vâhidenin
(tek hakikâtin) şey'iyyetidir
ve bu ayn-ı vâhide (tek
hakikât) bilcümle a'yânın
(bütün hakikâtlerin, varlıkların)
mebdei (ilk unsuru, özü,
başlangıcı) ve aslıdır ve bu da "hakîkat-i
Muhammediyye"dir (Muhammedi
hakikâttir) ki, Allah Teâlâ onu âlemlere rahmet olmak
üzere îcâd eyledi (yarattı).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) o, ayn-i rahmettir
(rahmetin hakikâtidir, kendidir);
ya'nî âlemleri onun vücûdundan icâd etti
(yarattı). Nitekim, Kur’ân-ı
Kerîm'de
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
(Enbiyâ, 21/107) ve hadîs-i kudside dahi
خلقتك من نوري وخلقت الاثياء من نورك
Ya'nî “Yâ Habîbim, seni nûr-ı vücûdumdan
(vücudumun nurundan) halk
ettim (yarattım) ve
eşyâyı (şeyleri,ilmi suretleri)
dahi senin nûrundan yarattım” buyrulmuştur. Ve bu
mertebe, Hakk'ın zât-ı ahadiyyet (ahad
olduğu zat) mertebesinden vâhidiyyet mertebesine
tenezzülüdür (inişidir)
ki, esmâ ve sıfâta nazaran (göre)
küll-i mecmûi (tümün,
hepin toplamı) olan ayn-ı vâhidedir
(tek hakikâttir).
İşte ikinci derecede, bu ayn-ı vâhidenin
(tek hakikâtin) şey'iyyetine
(Allah
ilminde sabitleşmiş ayn'ların (açığa çıkmış ve çıkacak
varlıkların, nesnel olabilirlik haline)
vâsi' (şamil, geniş)
oldu. Ondan sonra rahmetin vâsi'
(geniş) olduğu şey, gerek dünyâda gerek âhirette,
araz (zahir olmak için bir vücuda
muhtaç olanlar, sıfatlar) olsun ve cevher-i mûrekkeb
(bileşik asıllar) veya
basit (sade, yalın)
olsun, ilâ-mâ-lâ-nihâye (nihayetsiz,
sonsuz olarak) vücûd bulan
(varlığa gelen) her mevcûd-i
izâfînin (göreli varlığın)
şey'iyyetidir (Allah
ilminde sabitleşmiş ayn'ların (açığa çıkmış ve çıkacak
varlıklarını, nesnel olabilirlik halidir).
Ma'lum olsun (bilinsin)
ki, şey'iyyeti (nesnel olabilirlik
hali) sâbit olmayan
(belirlenmeyen, sabitlenmeyen) ancak adem-i mahzdır
(tam, sırf yokluktur).
Onun için ondan hiçbir şey çıkmaz ve vûcüd-i mahz
(sırf, salt varlık) ki,
Hakk'ın vûcûd-i mutlakıdır
(kayıtsız, salt, sınırsız vücududur) ve esmâ ve sıfât
ki, o vûcüd-i mahzın (sırf, salt
varlığın) niseb-i ademiyyesidir
(açığa çıkmamış sıfatlarıdır),
ya'ni bilkuvve
(potansiyel güç olarak) mevcûddur ve bilfiil
(fiil olarak) zâhir
(açığa çıkmış) değildir,
işte bunlar için şey'iyyet (nesnel
olabilirlik hali) sâbittir
(belirlenmiştir) ve
şey'iyyeti sâbit (belirlenmiş)
olan şeyler
(varlıklar,ilmi suretler) için elbette zuhûr
(açığa çıkma, kendini gösterme)
vardır.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
rahmet, balâda (yukarıda)
zikr olunan (anlatılan)
tertîb (kaide)
üzere, sâbit (mevcut,
belirlenmiş) olan şey'iyyetlere vâsi'
(geniş) oldu ve hattâ rahmet
vücüd-i Hakk'ın (Hakk’ın vücudunun)
niseb-i ademiyyesinden
(açığa çıkmamış sıfatlarından) bir nisbet
(sıfat) olduğu için,
rahmetin kendi nefsine (kendine)
dahi vâsi' (geniş, bol)
oldu, çünkü vûcûd-i Hak'ta
(Hakk’ın vücudunda) onun
dahi şey'iyyeti sâbittir
(belirlenmiştir).Şu halde o da zuhûr
(açığa çıkmak, kendini göstermek)
ister; binâenaleyh
(bundan dolayı) rahmet-i zâtiyye-i âmmenin
(zatının her şeye olan rahmetinin)
ona dahi şümûlü olmak
(içine alması, kaplaması) tabîîdir
(doğaldır).
Burada bir suâl (soru)
vârid olur (akla gelir),
şöyle ki: Rahmet-i İlâhiyye
(Allah’ın rahmeti) vücûden
(varlık olarak) ve hükmen
(hüküm olarak) her şeye
şâmil olur (içine alır, kaplar),
buyruluyor. Halbuki bu kadar mağzûb
(gazab olunmuş) olan eşyâ
(varlık) vardır. Bunların
hepsi nasıl merhûm (rahmetlenmiş)
olur? Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu suâle
(soruya) cevâben buyururlar
ki:
Ve eşyâda yâhut sia-i rahmette, bir garazın husûlü ve
tab'ın mülâyemeti mu'teber değildir, belki mülâyimin ve gayr-i
mülâyimin hepsine rahmet-i ilâhiyye vücûden vâsi’dir (5).
Ya'ni eşyânın (varlıkların, ilmi
suretlerin) icâdında
(yaratılmasında) veyâhut rahmetin vücûden
(vücut olarak) ve hükmen
(hüküm olarak) bilcümle
eşyâya (bütün varlıkların hepsine)
vâsi' (hepsini
kaplamasında, geniş) olmasında bir maksad vardır ki,
o da ancak vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın
(kayıtsız, sınırsız, salt vücut sahibi Hakk’ın)
bilkuvve (kuvve, güç olarak)
kendisinde mevcûd olan nisebinin
(sıfatlarının) isti'dâdları
vechile (yönüyle) fiilen
(fiil olarak) zuhûrudur
(meydana çıkmasıdır).
Bu da onların nefes-i rahmâni
(rahman olan nefesi) ile
tenfisiyle (nefes vermesiyle)
hâsıl olur (oluşur).
İşte bu hepsine şâmil olan
(içine alan, kaplayan) bir
rahmettir. Binâenaleyh (bundan
dolayı) bu rahmetin şumulünde
(içine almasında, kaplamasında)
eşyâ (varlıklar)
hakkında husûsî (özel)
bir garazın (isteğin, gayenin)
husûlü (meydana gelmesi)
ve onların tab'ına
(tabiatına, yaratılışına) mülâyim
(hoş) gelen şey mu'teber
(geçerli) değildir. Her
şeyin isti'dâd-ı ezelisi (ezelde
kazanılmış istidadı) ne ise, bu rahmetin nüzûlünde
(inişinde) imân ve hidâyet
ve ni'met ve zevk ve râhat gibi tab'a
(tabiatına, yaratılışına)
mülâyim (hoş) gelen ve
küfür ve dalalet ve nıkmet (şiddetli
ceza) ve elem (keder,
acı) ve râhatsızlık gibi tab'a
(tabiatına) gayr-ı mülâyim
gelen (hoş gelmeyen) bir
takım ahvâl (durumlar) o
şeye vârid olur (gelir, etkiler).
Şu halde, rahmeti ilâhiyye
(Allah’ın rahmeti),
mahzâ (yalnız, sadece)
vücûd verdiği için, mülâyim
(hoş) olsun, gayr-i mülâyim
olsun (hoş olmasın)
hepsine vâsi' (her şeyi kapladı,
geniş) oldu.
Misâl: Yağmurun yağması yeryüzünde ne kadar
nebâtât (bitkiler) varsa
hepsinin gül, veyâ ekle (yemeğe)
sâlih (elverişli)
meyve vermesi gibi husûsi bir garazın
(niyetin) husûlü
(olması) veyâhut tab'a
(yaratılışına) mülâyim
(hoş) gelen mevâddın
(maddelerin) zuhûru
(açığa çıkması) için
değildir. Belki rahmetin (yağmurun)
nüzûlüyle (inişiyle)
her nebâtın (bitkinin)
isti'dâdına göre onda bilkuvve
(güç, kuvve olarak) mevcûd
olan semerât (meyvalar)
fiilen (fiil olarak)
zâhir olur (açığa çıkar).
Gül ağacından gül, diken ağacından diken ve
kayısı ağacından lezîz ve ahlâ
(tatlı) kayısı ve zakkum ağacından dahi zakkum
(zehir) zâhîr olur
(açığa çıkar).
Halbuki hepsinin sebeb-i zuhûru
(açığa çıkma sebebi) olan
rahmet birdir. İhtilâf-ı semerât
(meyvelerin aykırı, farklı oluşu),
ağaçların ihtilâf-ı isti'dâdındandır
(istidatlarının farklı oluşundandır).
Beyt:
Halkın (yaratılmışın)
isti'dâdına vâbestedir
(bağlıdır) âsâr-ı feyz
(feyzin eserleri)
Ebr-i nisândan (nisan
bulutundan) sadef dürdâne
(inci tanesi), ef'i
(engerek yılanını) semm
(zehir) kapar.
İşte bunun gibi zât-ı ahadiyyette
(ahad olan zatta) mahfî
(gizli) olan esmâya rahmet-i
zâtiyye-i âmmenin (zatın her şeye
olan, genel rahmetinin) şümûlü
(kaplaması) ale's-seviyedir
(eşit bir şekildedir).
تَفَاوُتٍ
مَّا تَرَى فِي خَلْقِ الرَّحْمَنِ مِن
(Mülk, 67/3) âyet-i kerîmesi mûcibince
(gereğince),
rahmet-i rahmâniyyenin
(rahmanın rahmetinin) her ism
(isim) üzerine sereyânında
(yayılmasında) tefâvüt
(farklılık) yoktur. Tefâvüt
(farklılık) ancak esmâ-i
ilâhiyyenin (ilahi esmanın)
isti'dâdındadır. Rahmet-i rahmâniyyenin
(rahmanın rahmetinin)
feyezânında (taşmasında, coşmasında)
Hâdî (doğru yola sevk
eden) isminin mazharı
(çıktığı, göründüğü, yer) olan "ayn"da
(zatta, hakikâtte) sûret-i
hidâyet (hidayet sureti)
ve Mudill (yanlış, eğri yola sevk
eden) isminin mazharı
(çıktığı, göründüğü, yer) olan aynda
(zatta) dahi sûret-i dalâlet
(delalet sureti) zâhir
olur (açığa çıkar).
Devam edecek.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir-12.09.2006
http://sufizmveinsan.com
|