{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ
MÂLİKİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR}
Ve tahkîkan biz
Fütûhât-ı Mekkiyye'de zikrettik ki, muhakkak "eser", mevcûd
için değil, ancak ma'dûm için vâki' olur ve her ne kadar mevcûd
için olursa da ma'dûmun hükmü hasebiyledir ve bu ilim, garîbdir
ve mes'ele-i nâdiredir ve onun hakîkatini ancak evhâm sahipleri
bilir. İmdi bu ilim, onların indinde zevk ile hâsıl olur;
velâkin kendisinde vehm müessir olmayan kimse bu mes'eleden
uzaktır (6).
Yânî Fütûhât-ı Mekkiyye nâmındaki
(ismindeki) eser-i cesim-i
münîfin yetmiş üçüncü bâbında
(bölümünde) mastûr
(yazılmış) olan yirmi ikinci ve yirmi üçüncü ve
yirmi dördüncü suallerin (soruların)
cevâbında ve kezâ
(böylece) beşyüz elli sekizinci" bâbında
(bölümünde) izâh buyrulduğu
(anlatıldığı) üzere "Eser"
vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın vücudunda)
müessir olan (tesir eden)
a’yân-ı sâbite-i
ma'dûme (açığa çıkmamış ilmi
suretler) için
vâki’dir (geçerlidir);
yoksa Hakk'ın vücûdu için değildir. Vûcûd-i Hakk'a
(Hakk’ın vücuduna) muktezî
(lazım) olan şey a'yânın
(ilmi suretlerin) isti'dâd ve
kâbiliyyetlerine göre, ifâza-i vûcûd etmektir;
(vücut vermektir) ve eser,
her ne kadar vücûd-i Hak için sâbit
(mevcut, belirlenmiş) ise de, bu sübût,
(sabit olmak, gerçekleşmek)
ma'dûmun (yok durumunda olanın, açığa
çıkmamışın) hükmü
hasebiyledir. Niseb-i ilâhiyye
(Allah’ın sıfatları) olan esmâ, zât-ı ahadiyyette
(ahad olan Zat’ta) hâl-i
ademde (yokluk halinde, yok
durumunda) iken, müsemmâları
(isimlenenleri) olan Hak'tan
kendilerine vücûd i'tâ etmesine
(vermesine) hükmederler
(karar verirler).
Mevcûd-i hakîkî (gerçek varlık)
olan Hak dahi, ma'dûm (yok
durumunda) olan nisebinden
(sıfatlarından) müteessir
olup (etkilenip) onlara
vücûd i'tâsına (vermeye)
teveccüh eder (yönelir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) eser, evvelen (ilk
önce) ma'dûm (yok)
için mevcûdda
zâhir olur (açığa çıkar); ba'dehû (daha sonra)
ma'dûm (yok) olan nisebin
(sıfatın) hükmü ve talebi
(isteği) hasebiyle vücûd-i
Hak (Hakk’ın vücudu) için
sâbit (mevcut, belirlenmiş)
olur.
Misâl: Bir mi'mârın zâtında
(kendinde) mündemiç olan
(bulunan) sıfat-ı mi'mâriyyet
(mimarlık sıfatı) lisân-ı
isti'dâd (istidadının dili)
ile zuhûr (açığa çıkmak)
taleb eder (ister);
mi'mâr dahi kendisinin bir
nisbet-i ademiyyesi (yokluktaki
sıfatı, henüz açığa çıkmamış sıfatı) olan o sıfatın
talebini (isteğini) is'âf
(yerine getirmek) için
zihninde bir binâ sûreti
(şekli, biçimi) tahayyül eyler
(düşünür).
Bu sûret ilim mertebesinde peydâ olan
(çıkan) bir "ayn"dır
(manadır).
Mi'mârın vücûdu mevcûd ve
fakat onun nisbeti (sıfatlarından)
olan mi'mâriyyet
(mimarlık) sıfatı kendi vücûdunda mahfî
(gizli) ve müstehlek
(bitmiş, tükenmiş) olduğundan
ma'dûm (yok durumunda)
idi. İmdi şahs-ı mi'mârın (mimar olan
şahsın) mevcûd olan vücûdu, ma'dûm
(yok durumunda) olan
nisbetinden (sıfatlarından)
müteessir olup (etkilenip)
o mi'mâriyyet (mimarlık)
sıfat ve nisbetine (vasıflarına)
vücûd i'tâsına
(vermeye) teveccüh etti
(yöneldi).
Şu halde "eser", evvelâ
(ilk önce) ma'dûm
(yok) olan nisbet
(sıfat) için, mevcûd olan
mi'marda zâhir oldu (açığa çıktı);
ba'dehû (daha sonra)
o nisbet-i ma'dûmun
(yoklukta bulunan sıfatların) "Beni ızhâr et"
(beni açığa çıkar, beni göster)
diye lisân-ı isti'dâd
(istidadının dili) ile vâki' olan
(oluşan) hükmü ve talebi
(isteği) hasebiyle mi'mârın
vücûdu için sâbit (mevcut,
belirlenmiş) oldu. Binâenaleyh
(bundan dolayı) eser,
mi'mârın vücûdunda müessir olan (etki
yapan) onun ilmindeki binânın sûret-i ma'dûmesi
(yok durumunda olan sureti)
için vâki'dir (vardır).
Yoksa mi'mârın vûcûdu için vâki'
(var) değildir. Şahs-ı
mi'mârın (mimar olan kişinin)
vücûduna lâzım olan şey, onun zihninde peydâ olan
(meydana çıkan) binâ
sûretinin (şeklinin)
kâbiliyyetine göre, o binâyı hâriçte
(dışarıda) inşâ etmektir
(yapmaktır).
Bu
ilim, gâyet (son derece)
garîb (anlaşılamayan, tuhaf)
ve pek nâdir (az, ender)
bir mes'eledir ve
ma'dûmun (yokun) mevcûdda
te'siri (etki)
mes'elesini hakikatiyle anlayan, ancak evhâm
(vehim) sâhipleridir; zirâ
(çünkü) bir emr-i ademiden
(olmayan bir husustan) ibâret
olan vehm (zan, kuruntu),
onların mevcûd olan vücûdlarında te'sir
(etki) ederek, hadd-i zâtında
(gerçekte) ma'dûm
(yok) olan birtakım vehmi
(zannedilen) şeyleri, kuvve-i hayâliyyelerinde
(hayal güçlerinde) icâd
ederler (yaratırlar) ve bu
icâd ettikleri (yarattıkları)
suver-i vehmiyyeden (kuruntu
suretlerinden) nefsleri, pek ziyâde
(fazla) mûteessir olur
(etkilenir).
Meselâ çocukları, umacı geliyor, diye korkuturlar.
Çocuk, vücûdunu hiç görmediği bir sûret-i muhavvifeyi
(korkunç sureti) kuvve-i
hayâliyyesinde (hayalinde)
icâd edip (yaratıp) bu
sûret-i vehmiyyeden (zihninde kurduğu
bu suretten) korkar. Ve kezâ
(aynı şekilde) pek çok
kimseler, gece tenhâ (ıssız, boş)
bir hânede (evde)
kalamazlar. Hâne derûnunda (evin
içinde) ferd-i âferîde
(hiç kimse) olmadığı kendilerine ma'lûm
(bilinir) iken, vehimlerinde
icâd ettikleri (yarattıkları)
suver-i muhavvifeden (korkunç
suretlerden) müteesir olurlar
(etkilenirler).
Ve ba'zı kimseler aslâ vücûdlarında hastalıktan eser
(belirti, iz) olmadığı
halde, kendilerinde bir maraz-ı vehmî
(zihinlerinde bir hastalık)
icâd ederler (yaratırlar)
ve bundan halâs olamadıkları
(kurtulamadıkları) takdirde, vücûdları müteesir olup
(etkilenip) helâk olurlar
(yıpranırlar, ölürler).
İşte ma'dûmun (yokun)
mevcûdda
te'sîri (etkisi) budur. Ve
bu ilim, ashâb-ı evhâm (vehim
sahiplerinin) indinde
(düşüncelerinde) zevkan
(zevk yoluyla, bizzat yaşayarak) hâsıl olur
(oluşur).
Velâkin (fakat) kendisinde
vehm (zan, vehim) te'siri
(etkisi) olmayan kimseler,
bu ma'dûmun (yokun)
mevcûdda te'siri
(etkisi) mes'elesinin ne
keyfiyyetle (hususla)
vâki' olduğunu (oluştuğunu,
gerçekleştiğini) hakîkaten
(gerçekten) ve zevkan
(manevi zevkle, bizzat yaşayarak)
bilemezler. O kimseler bu mes'eleden uzaktır. Ve her bir
insanın kuvve-i hayâlinde (hayal
melekesinde, hayalinde),
vücûdu (varlığı)
olmayan şeyi, halk ettiğine
(yarattığına) dâir olan bahis
(konu) Fass-ı İshâkî'de
(İshak bölümünde) mürür
ettiğinden (geçtiğinden)
oraya mürâcaat olunsun.
Devam edecek.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir-27.09.2006
http://sufizmveinsan.com
|