{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ MÂLİKİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR}
Şiir: İmdi Allah'ın rahmeti ekvânda sâridir; zevâtta ve a'yânda
cârîdir (7).
Ya'ni rahmet-i rahmâniyye (rahmanın
rahmeti), zât-i
ahadiyyette (ahad olan Zatta)
mahfî (gizli) olan
niseb-i Hakk'ı (Hakk’ın sıfatlarının)
mertebe-i ilimde (ilim
mertebesinde) ızhâr ettiği
(meydana çıkardığı) ve
hâriçte (dışarıda) hâdis
(sonradan yaratılmış) olan
a'yân-ı kevniyye (kozmik evren
suretleri) ise mertebe-i ilimde
(ilim mertebesinde) peydâ
olan (çıkan) a'yân-ı
sâbitenin (ilmi suretlerin)
suretleri bunduğu cihetle
(yönüyle) bu rahmet-i rahmâniyye
(rahmanın rahmeti) ekvânda
(varlıklarda) sârî
(yayılmış) oldu. Ta'bîr-i
diğerle (diğer bir anlatımla)
icâd (yaratma),
hüviyyet-i İlahiyyenin
(Hakk’ın zatının) suver-i kevniyye-i kesîfede
(yoğunlaşmış kozmik evren suretlerinde)
ihtifâsıdır
(gizlenmesidir). Buhâr-ı
latifin (şeffaf olan buharın),
buzda ihtâfâsı
(gizlenmesi) gibi. Ve eşyâ
(varlıklar) ancak rahmet-i
râhmâniyye (rahmanın rahmeti)
ile mevcûd oldu. Ve
rahmet, her ne kadar mertebe-i vâhidiyyette
(mana mertebesinde) bu
hüviyyetin (zatın) gayri
(başkası) ise de, vûcûd-i
Hakk'ın (Hakk’ın vücudunun)
niseb-i ademiyyesinden (yok olan
sıfatlarından (açığa çıkmamış sıfatlarından) bir
nisbet (sıfat) olduğu
için, mertebe-i ahadiyyette (Zat
mertebesinde) onun aynıdır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) rahmet-i
İlahiyye, (Allah’ın rahmeti)
zevâtta, (zatlarda)
ya'ni niseb-i ademiyyenin (yok
durumunda olan, açığa çıkmamış sıfatların)
şey'iyyetlerinde ve bu nisebin
(sıfatların) suveri (suretleri) olan a'yânda,
yâ'ni â'yân-ı sâbitede, (ilmi
suretlerde) câridir
(geçerlidir) ve suver-i kesife-i halkıyyede
(yaratılmış kesif, yoğunlaşmış
suretlerde) hüviyyet-i İlahiyyenin
(Allah’ın hüviyetinin, zatının)
ihtifâsı (gizlenmesi)
hasebiyle de cemi'-i ekvânda (bütün
varlıklarda) sârîdir
(yayılmıştır).
Rahmet-i müslânın mertebesi, şuhûddan bilindiği vakit. efkâr
üzerine âlîdir (8).
Mîmin zammı (katılımı) ile
"müslâ" (en faziletli, en üstün),
"efdal"in müennesi
(dişisi) olan "fudlâ"
(üstün, en faziletli)
ma’nâsına gelir. Ya'ni pek ziyâde
(fazla) artkın ve taşkın
olan rahmetin mertebesi, şuhûd
(görmek) tarîkıyle
(yoluyla) ma'lûm oldukda
(bilindiğinde),
fikirlerin idrâkinden âlî
(yüce) olur ve o rahmeti fikirler idrâk edemez. Zîrâ
(çünkü) şuhûdda
(görmede) isneyniyyet
(ikilik) ve şuhûd
(görüş) ve şâhid
(gören) ve meşhûd
(görülen) şey'-i vâhid
(tek hakikat) olur;
binâenaleyh (bundan dolayı)
fikrin orada medhali (dahil
olacağı, gireceği yer) bulunmaz. Halbuki fikir,
hicâbdır; (perdedir)
isneyniyyet (ikilik) olan
mahalde (yerde) hükmü
cârîdir (geçerlidir).
İmdi rahmetin zikrettiği her bir kimse, muhakkak said oldu ve
halbuki vücûdda rahmetin zikrettiği kimseden gayrı yoktur. Ve
rahmetin eşyâyı zikri, onları icâdının aynıdır. Ey dostum,
ashâb-ı belâdan gördüğün şey ile ve onunla kâim olan kimseden
nâkıs kılınmayan âlâm-ı âhiretten o mü'min olduğun şey ile,
bizim zikrettiğimiz şeyin idrâkinden hicâba düşme (9).
Ya'ni rahmet-i zâtiyye-i âmmenin (Zatın her şeye olan rahmetinin),
kendi taht-ı hîtasına
(kuşatması altına) aldığı her bir kimse saâdet-i
vücûd (vücudunun saadeti)
ile saîd (saadetli, mutlu)
oldu ve halbuki vücûda
(varlığa) gelen her bir kimse, elbette rahmetin
zikrettiği (andığı) ve
taht-ı hîtasına (kuşatması altına)
almış olduğu kimsedir. Ve rahmetin eşyâyı
(varlıkları) zikretmesi
(anması),
icâd etmesinin
(yaratmasının) aynıdır. Zîrâ
(çünkü) eşyâ
(varlıklar),
nefes-i rahmânînin
(rahmanın nefesinin) onları tenfîsinden
(nefes vermesinden) evvel,
şey-i mezkûr (zikredilmiş, anılmış
şey) değil idi; tenfîs
(nefes vermek) ile berâber şey'-i mezkûr
(zikredilen, anılan şey)
oldu. Binâenaleyh (nitekim)
rahmetin onları zikri (anması)
ayn-ı icâddır (yaratmanın
aynıdır). Böyle
olunca her mevcûd olan şey, rahmet-i vücûd
(vücudun rahmeti) ile merhûm
olmuş (rahmetlenmiş) olur.
Şu halde dünyâda erbâb-ı ni'met
(nimet sahipleri) ve ashâb-ı belâ
(bela sahpleri) ve ahirette
ashâb-ı naim (cennet sahipleri)
ve ehl-i azâb (azap
sahipleri) bu rahmet-i vûcûd
(vücudun rahmeti) ile
merhûmiyette (rahmet edilmişliğe)
dâhildirler. Zîrâ (çünkü),
nefes-i rahmânî (rahmanın
nefesi) ile ketm-i ademden
(zatta gizli, yok durumunda) iken)
sâha-i vûcûda (varlık
meydanına) gelmişlerdir.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) her mevcûdun
merhûm (rahmetlenmiş)
olduğu ifâdesine vâkı' olacak
(oluşacak) i'tirâzı def’
(gidermek) için buyururlar
ki: Ey dostum, seni dünyâda ashâb-ı belâda
(bela sahiplerinde) müşâhede
ettiğin (gördüğün)
birtakım elemler (kederler)
mahcûb etmesin (perdelemesin)
ve sen şimdi dünyâda bulunduğun halde, îmân ettiğin
âlâm-ı ahiretten (ahiret
acılarından, üzüntülerinden) mahcûb olma;
(perdelenme) ve âlâm-ı âhiret
(ahiret acıları, üzüntüleri)
öyle bir şeydir ki, vücûdu ile kâim
(mevcut) olduğu kimseden
nâkıs kılınmaz (eksiltilmez).
İşte sen bu elemlerin
(acıların) dünyâdakilerini
görüp ve âhirettekilerine de iman edip "Râhmet nasıl umûmî
(genel, her şeye) olur ki,
dünyâda ehl-i belâ (bela sahipleri)
ve âhirette dahi ehl-i azâb
(azap sahipleri),
zahmet içindedir?" deme! Zîrâ
(çünkü) bâlâda
(yukarıda) zikrolunduğu
(anlatıldığı) üzere rahmetin
şümulünde (içine almasında,
kaplamasında) eşyâ
(varlıklar) hakkında husûsi
(özel) bir garazın
(gayenin) husûlû
(olması) ve onların tab'ına
(fıtratına) mülâyim (hoş)
gelen şey mu'teber
(geçerli) değildir. Rahmet-i İlahiyye
(Allah’ın rahmeti), gerek
tab'a (fıtrata) mülâyim
(hoş) gelsin ve gerek
gelmesin mahzâ (sadece)
vücûd-bahş olduğu (vücut bahşettiği,
verdiği) için, her şeye şâmil
(kaplamış, içine almış) olur.
Devam edecek.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir -
03.10.2006
http://sufizmveinsan.com
|