238. Bölüm

{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ MÂLİKİYYE"     BEYÂNINDA OLAN FASTIR}

Şiir: İmdi Allah'ın rahmeti ekvânda sâridir; zevâtta ve a'yânda cârîdir (7).

Ya'ni rahmet-i rahmâniyye (rahmanın rahmeti), zât-i ahadiyyette (ahad olan Zatta) mahfî (gizli) olan niseb-i Hakk'ı (Hakk’ın sıfatlarının) mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) ızhâr ettiği (meydana çıkardığı) ve hâriçte (dışarıda)  hâdis (sonradan yaratılmış) olan a'yân-ı  kevniyye (kozmik evren suretleri) ise mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) peydâ olan (çıkan) a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) suretleri bunduğu cihetle (yönüyle) bu rahmet-i rahmâniyye (rahmanın rahmeti) ekvânda (varlıklarda) sârî (yayılmış) oldu. Ta'bîr-i diğerle (diğer bir anlatımla) icâd (yaratma), hüviyyet-i İlahiyyenin (Hakk’ın zatının) suver-i kevniyye-i kesîfede (yoğunlaşmış kozmik evren suretlerinde) ihtifâsıdır (gizlenmesidir).  Buhâr-ı latifin (şeffaf olan buharın),  buzda ihtâfâsı (gizlenmesi) gibi. Ve eşyâ (varlıklar) ancak rahmet-i râhmâniyye (rahmanın rahmeti) ile mevcûd oldu. Ve rahmet, her ne kadar mertebe-i vâhidiyyette (mana mertebesinde) bu hüviyyetin (zatın) gayri (başkası) ise de, vûcûd-i Hakk'ın (Hakk’ın vücudunun) niseb-i  ademiyyesinden (yok olan sıfatlarından (açığa çıkmamış sıfatlarından) bir nisbet (sıfat) olduğu için, mertebe-i ahadiyyette (Zat mertebesinde) onun aynıdır. Binâenaleyh (bundan dolayı) rahmet-i İlahiyye, (Allah’ın rahmeti) zevâtta, (zatlarda) ya'ni niseb-i ademiyyenin (yok durumunda olan, açığa çıkmamış sıfatların) şey'iyyetlerinde ve bu nisebin (sıfatların) suveri (suretleri) olan a'yânda, yâ'ni â'yân-ı sâbitede, (ilmi suretlerde) câridir (geçerlidir) ve suver-i kesife-i halkıyyede (yaratılmış kesif, yoğunlaşmış suretlerde) hüviyyet-i İlahiyyenin (Allah’ın hüviyetinin, zatının) ihtifâsı (gizlenmesi) hasebiyle de cemi'-i ekvânda (bütün varlıklarda) sârîdir (yayılmıştır).

Rahmet-i müslânın mertebesi, şuhûddan bilindiği vakit. efkâr üzerine âlîdir (8).

Mîmin zammı (katılımı) ile "müslâ" (en faziletli, en üstün),  "efdal"in müennesi (dişisi) olan "fudlâ" (üstün, en faziletli) ma’nâsına gelir. Ya'ni pek ziyâde (fazla) artkın ve taşkın olan rahmetin mertebesi, şuhûd (görmek) tarîkıyle (yoluyla) ma'lûm oldukda (bilindiğinde), fikirlerin idrâkinden âlî (yüce) olur ve o rahmeti fikirler idrâk edemez. Zîrâ (çünkü) şuhûdda (görmede) isneyniyyet (ikilik) ve şuhûd (görüş) ve şâhid (gören) ve meşhûd (görülen) şey'-i vâhid (tek hakikat) olur; binâenaleyh (bundan dolayı) fikrin orada medhali (dahil olacağı, gireceği yer) bulunmaz. Halbuki fikir, hicâbdır; (perdedir) isneyniyyet (ikilik) olan mahalde (yerde) hükmü cârîdir (geçerlidir).

İmdi rahmetin zikrettiği her bir kimse, muhakkak said oldu ve halbuki vücûdda rahmetin zikrettiği kimseden gayrı yoktur. Ve rahmetin eşyâyı zikri, onları icâdının aynıdır. Ey dostum, ashâb-ı belâdan gördüğün şey ile ve onunla kâim olan kimseden nâkıs kılınmayan âlâm-ı âhiretten o mü'min olduğun şey ile, bizim zikrettiğimiz şeyin idrâkinden hicâba düşme (9).

Ya'ni rahmet-i zâtiyye-i âmmenin (Zatın her şeye olan rahmetinin), kendi taht-ı hîtasına (kuşatması altına) aldığı her bir kimse saâdet-i vücûd (vücudunun saadeti) ile saîd (saadetli, mutlu) oldu ve halbuki vücûda (varlığa) gelen her bir kimse, elbette rahmetin zikrettiği (andığı) ve taht-ı hîtasına (kuşatması altına) almış olduğu kimsedir. Ve rahmetin eşyâyı (varlıkları) zikretmesi (anması), icâd etmesinin (yaratmasının) aynıdır. Zîrâ (çünkü) eşyâ (varlıklar), nefes-i rahmânînin (rahmanın nefesinin) onları tenfîsinden (nefes vermesinden) evvel, şey-i mezkûr (zikredilmiş, anılmış şey) değil idi; tenfîs (nefes vermek) ile berâber şey'-i mezkûr (zikredilen, anılan şey) oldu. Binâenaleyh (nitekim) rahmetin onları zikri (anması) ayn-ı icâddır (yaratmanın aynıdır).  Böyle olunca her mevcûd olan şey, rahmet-i vücûd (vücudun rahmeti) ile merhûm olmuş (rahmetlenmiş) olur. Şu halde dünyâda erbâb-ı ni'met (nimet sahipleri) ve ashâb-ı belâ (bela sahpleri) ve ahirette ashâb-ı naim (cennet sahipleri) ve ehl-i azâb (azap sahipleri) bu rahmet-i vûcûd (vücudun rahmeti) ile merhûmiyette (rahmet edilmişliğe) dâhildirler. Zîrâ (çünkü), nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) ile ketm-i ademden (zatta gizli, yok durumunda) iken) sâha-i vûcûda (varlık meydanına) gelmişlerdir.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) her mevcûdun merhûm (rahmetlenmiş) olduğu ifâdesine vâkı' olacak (oluşacak) i'tirâzı def’ (gidermek) için buyururlar ki: Ey dostum, seni dünyâda ashâb-ı belâda (bela sahiplerinde) müşâhede ettiğin (gördüğün) birtakım elemler (kederler) mahcûb etmesin (perdelemesin) ve sen şimdi dünyâda bulunduğun halde, îmân ettiğin âlâm-ı  ahiretten (ahiret acılarından, üzüntülerinden) mahcûb olma; (perdelenme) ve âlâm-ı âhiret (ahiret acıları, üzüntüleri) öyle bir şeydir ki, vücûdu ile kâim (mevcut) olduğu kimseden nâkıs kılınmaz (eksiltilmez).  İşte sen bu elemlerin (acıların) dünyâdakilerini görüp ve âhirettekilerine de iman edip "Râhmet nasıl umûmî (genel, her şeye) olur ki, dünyâda ehl-i belâ (bela sahipleri) ve âhirette dahi ehl-i azâb (azap sahipleri), zahmet içindedir?" deme! Zîrâ (çünkü) bâlâda (yukarıda) zikrolunduğu (anlatıldığı) üzere rahmetin şümulünde (içine almasında, kaplamasında) eşyâ (varlıklar) hakkında husûsi (özel) bir garazın (gayenin) husûlû (olması) ve onların tab'ına (fıtratına) mülâyim (hoş) gelen şey mu'teber (geçerli) değildir. Rahmet-i İlahiyye (Allah’ın rahmeti), gerek tab'a (fıtrata) mülâyim (hoş) gelsin ve gerek  gelmesin mahzâ (sadece) vücûd-bahş olduğu (vücut bahşettiği, verdiği) için, her şeye şâmil (kaplamış, içine almış) olur.

Devam edecek.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir
- 03.10.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail