{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ MÂLİKİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR}
Evvelâ ma'lûm olsun ki,
muhakkak rahmet, ancak icâdda
umûmîdir. Binâenaleyh
âlâma
rahmetiyle âlâmı icâd
etti. Ba'dehû
bil ki, muhakkak rahmet için
"eser" iki vechiledir. Biri bizzat eserdir ve o da O'nun
herayn-ı mevcûdu îcâdıdır. Ve garaza ve adem-i garaza ve gapr-i
mülâyime nazar etmez; zîrâ vücûdu kabûl eden her mevcûdun
"ayn"ına nâzırdır. Belki onun aynının sübûtunda nazar eder.
Bunun için i'tikâdâtta mahlûk olan Hakk'ı uyûn-ı sâbitede ayn-ı
sâbite gördü. İmdi Hakk'ın kendi nefsine rahmeti icâd iledir ve
işte bundan dolayı biz "Tahkîkan i'tikâdâtta mahlûk olan Hak,
merhûminin icâdına taallukda kendi nefsine rahmetinden sonra,
merhûm olan şeyin evvelidir" dedik ( 10):
Ya'nî rahmet, sûret-i umûmiyyede
(genel, umumi şekilde) a'yân-ı sâbiteyi
(ilmi suretleri) ve a'yân-ı
hâriceyi (açığa çıkmış varlıkları)
icâd etmiştir (yaratmıştır)
ve elem (acı, keder)
dahi a'yândan (ilmi
suretlerden)
birisidir. Binâenaleyh (bundan
dolayı) Hak elemlere
(acılara, kederlere) rahmet edip onları icâd eyledi
(yarattı).
Bu böylece ma'lûm olduktan
(bilindikten) sonra, şunu da
bil ki, rahmetin te'sîri (etkisi)
iki vech ile (şekilde)
olur: Birisi bizzat te'sîridir
(etkisidir) .
Bizzat te'sîri (etkisi)
bir garaz-ı husûsiye (özel
bir niyete, hedefe) ve gayr-i mülâyime
(hoş olmayışına) nazar
etmeksizin (bakmaksızın),
rahmetin her ayn-ı mevcûdu
(mevcudun hakikatini)
icâd etmesidir
(yaratmasıdır);
zîrâ (çünkü) her
mevcûd isti'dâdına göre
vücûdunu Hak'tan nasıl kabûl etti ise, rahmet o mevcûdun
(varlığın) "ayn"ına
(ilmi suretine, hakikatine)
nazar eder (bakar).
Belki rahmet, herhangi bir mevcûdun
aynının (hakikatinin)
sübûtunda
(sabitleşmesinde, belirlenmesinde),
o mevcûda (varlığa)
nazar eder (bakar),
فانها
ناظرة في عين كل موجود قبل وجوده بل ننظر في
عين ثبو ته
ibâresindeki
(cümlesindeki)
قبل )
(kelimesi
Bosnevî ve Ya'kûb Han şerhlerinde bâ'nın kesri
(çoğulu) ile, mâzi sîgasıdır
(geçmiş zaman fiil çekimidir),
denilmiş ve "kabûl etti" ma'nâsı verilmiştir. Te'vîlü'l-
Muhkem ve Bâli Efendi şerhlerinde bâ'nın sûkûnuyla
(hareketsizliğiyle) "evvel"
ma'nâsı verilip, mâzi sîgası (geçmiş
zaman çekimi) değildir, denilmiştir. Bu şerhte
(açıklamada) dahi mâzî
(geçmiş zaman) ma'nâsı
isti'mâl edilmiştir (kullanılmıştır).
"Evvel" ma'nâsına göre ibârenin
(cümlenin) tercümesi şöyle
olur: "Zîrâ (çünkü)
rahmet, onun vücûdundan evvel, her bir mevcûdun
(varlığın) "ayn"ına
(hakikatine) nâzırdır
(bakandır);
belki ona aynının
(hakikatinin) sübûtu
(sabitleştiği, belirlendiği) hâlinde nazar eder
(bakar) . "
Evvelki ma'nâya göre
بل
تنظر
zamirsiz olarak getirilmiştir. İkinci ma'nâda
بل تنظره
zamir
ile isti'mâl olunmuştur
(kullanılmıştır).
Maahâza (şöyle ki) her
iki sûrette (şekilde) de
murad rahmetin her bir mevcûdun
(varlığın) ilm-i ilâhide
(Allah’ın ilminde) aynının
(hakikatinin) sübûtu
(sabitleşmesi, belirlenmesi)
hâline nazar ettiğini (baktığını)
beyândan (bildirmekten)
ibârettir.
İşte rahmet ilm-i ilâhide (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut,
belirlenmiş) olan "ayn"a
(ilmi surete) nazar ederek
(bakarak) icâd ettiği
(yarattığı) için, akâyid-i
mukayyede ashâbının (inandıkları
şeylerle kayıtlanmış kişilerin)
i'tikâdlarında
(inançlarında)
hayâlen
(hayal olarak) mahlûk
(yaratık) olan Hakk'ı onların
uyûn-ı sâbitelerinde, (ayan-ı
sabitelerinde) ayn-ı sâbite
(ilmi suret) gördü, zîrâ
(çünkü) her bir kimsenin
ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin)
kuvvetinde her ne mevcûd ise, o kimse herhangi
mevtında (makamda, mertebede)
bulunursa bulunsun, hissen
(hissederek) ve hayâlen,
(hayal ederek, kafasında tasarlayıp canlandırarak) o
ahvâl (haller, oluşlar)
zuhûr eder (meydana çıkar).
İmdi a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler) rahmet-i
zâtiyye (zatın rahmeti)
ile merhûm (rahmetlenmiş)
olunca, onların ahvâli (oluşları,
halleri) dahi merhûm
(rahmetlenmiş) olur. Ve Hakk-ı mu'tekad
(inanılan Hakk) ise erbâb-ı
i'tikâdın (inanç sahiplerinin) a'yân-ı sâbiteleri
(ilmi suretlerinin)
ahvâlinden (hallerinden)
bir haldir. Binâenaleyh (nitekim)
rahmet, a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin) icâdı
(yaratılması) sûretiyle
(yoluyla) kendi nefsine rahmet etmekle, hayalde
mahlûk (yaratık) olan
Hakk'a rahmet etti. Ve âlemde
(dünyada) ne kadar insan mevcûd ise Hak hakkında her
birinin birer i'tikad-ı mahsûsası
(özel bir inancı) vardır ki, birinin i'tikâdı
(inancı) diğerinin i'tikâdına
(inancına) benzemez; ve bu
i'tikadât (inançlar)
şuûnat-ı ilâhiyyeden Allah’ın
işlerinden, fiillerinden) birer şe'ndir
(iş, fiildir).
Bu şuûnât
(işler, fiiller) ise icâd
(yaratmak) ile zâhir olur
(açığa çıkar).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hakk'ın
zuhûr-ı şuûnâtı (işlerinin açığa
çıkması) icâd (yaratmak)
ile olduğu için, rahmet bu icâd
(yaratma) ile kendi nefsine
rahmet eder. İşte bundan dolayı i'tikadâtta
(inançlarda) mahlûk
(yaratık) olan Hak, merhûm
(rahmetlenmiş) olan a'yârı-ı
sâbitenin (ilmi suretlerin)
icâdına (yaratılmasına)
taalluk (bağlı)
sûretiyle (şekilde)
rahmetin kendi nefsine rahmetinden sonra, merhûm
(rahmetlenmiş) olan şeyin
evvelidir. Yâ'nî rahmet, a'yân-ı sâbiteyi
(ilmi suretleri) icâd
(yaratmak) sûretiyle evvelâ
kendi nefsine rahmet etti; ondan sonra da a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin) bir hâli
(oluşu) olan Hakk-ı mahlûka
(zihinde yarattığı Hakk’a)
rahmet etti.
Devam edecek.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir -
10.10.2006
http://sufizmveinsan.com
|