{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ MÂLİKİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR}
Ve rahmet için, suâl sebebiyle, eser-i diğer vardır. İmdi mahcûb
olanlar, i'tikâdlarında olan Hak'tan kendilerine rahmet etmesini
taleb ederler. Ve ehl-i keşf ise, Allah'ın rahmetini, kendileri
ile kâim olmasını taleb ederler. Binâenaleyh onlar, rahmeti
"Allah" ismiyle suâl ederler. Böyle olunca
يا الله ا ر حمنا
derler
ve rahmetin onlarla kıyâmından gayrı, onlara rahmet etmez. Şu
halde onlar için hüküm vardır. Zîrâ hüküm ancak, hakikatte bir
mahal ile kâim olan ma'nâ için sâbittir. İmdi o, hakikat üzere
râhimdir. Böyle olunca Allah Teâlâ inâyet olunmuş olan kullarına
ancak rahmetle rahmet eder. Binâenaleyh rahmet onlarla kâim
oldukda, onlar onun hükmünü zevkan bulurlar. Şu halde rahmetin
zikrettiği kimse muhakkak rahmet olundu (11).
Bâlâda (yukarıda) rahmetin
iki vecihle (şekilde)
te'sîri (etkisi) olduğu ve
bir vechin (şeklin) bizzât
olan te'siri (etkisi)
bulunduğu zikr (anlatılmış)
ve îzah olunmuş (açıklanmış)
idi. Şimdi de ikinci vecih
(şeklin) te'sîri
(etkisi) beyan buyrulur
(anlatılır): Rahmetin eser-i
dîğeri (diğer eseri) taleb
(isteme) cihetindendir
(yönündendir).
Hakîkat-i hâlden (gerçek
durumdan) muhtecib
(perdeli) olan kimseler, kendi hayallerinde halk edip
(yaratıp) i'tikâd
eyledikleri (inandıkları)
Hak'tan kendilerine rahmet etmesini taleb ederler
(isterler).
Halbuki rahmet evvelki cümlenin şerhinde
(açıklamasında) îzâh
olunduğu (anlatıldığı)
vecihle (şekliyle),
hayalde mahlûk olan
(yaratılan) Hakk'a rahmet etmiş idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) ehl-i hicâb
(perdeli kimseler),
muhtâc-ı rahmet
(rahmete muhtaç) olan Hakk-ı
mahlûktan, (hayallerinde yarattıkları hakk’tan) rahmet taleb ederler;
(isterler) ve cennete olan
rağbetlerinden (arzularından)
ve cehennemden havflerinden
(korkularından) dolayı, günahlarının afv
(af edilmesini) ve mağfiret
olunmasını (bağışlanmasını)
Hakk-ı mukayyedden (hayallerinde
kayıtladıkları Hakk’tan) isterler. Ehl-i keşf
(keşf sahipleri) ise böyle
değildir. Onlar rahmetin kendileriyle kâim
(mevcut) olmasını ilâh-ı
mukayyedden (kayıtlanmış ilahtan)
değil, ilah-ı mutlaktan
(kayıtsız sınırsız ilahtan, Allah’tan) suâl ederler
(dilerler).
Ve bu suâllerini
(dualarını) ismullah
(Allah’ın ismi) ile ederler de: "Yâ Allah bize rahmet
et!" derler; zirâ (çünkü)
onlar Hak hakkında i'tikâd-ı mahsûs değildirler
(özel bir inançları yoktur,
hayallerindebir Hakk yaratmamışlardır). Cemi'-i
mukayyedâtta (bütün kayıtlılarda)
Mutlak'ı (kayıtsızı)
müşâhede ederler
(seyrederler) ve ilâh-ı mutlak
(kayıtsız, sınırsız, salt ilah)
ancak rahmetin onlar ile kıyâmı
(mevcut olması) sûretiyle rahmet eder. Ve bu sûrette
(şekilde) rahmet hazret-i
ilâhiyye-i mukayyededen (kayıtlı
ilahi makamdan) değil, hazret-i ilâhiyye-i mutlakadan
(kayıtsız ilahi makamdan)
onlar ile kâim (mevcut)
olur. Binâenaleyh (bundan dolayı)
rahmetle kaim (mevcut)
olan ehl-i keşf (keşif
sahipleri) için onlar üzerine hüküm sâbittir. Çünkü
herhangi bir sıfat ile kâim (mevcut)
olan bir mahal (yer,birim)
o sıfatın hükmündedir; zîrâ
(çünkü) hüküm ancak hakîkatte
bir mahal (yer) ile kâim
(mevcut) bulunan ma'nâ
için sâbittir. Meselâ suver-i âlemden
(âlem suretlerinden) her bir
suret, bir ism-i ilâhînin (ilahi
ismin) mazharıdır
(göründüğü, açığa çıktığı yerdir) ve o ismin hükmü
onun mahall-i tecellîsi (göründüğü
yer) olan o sûret (beden,
şekil) ile kâimdir
(mevcuttur) ve o sûret
(beden, şekil) o ismin hükmü tahtındadır
(altındadır).
Bu sûret bozulduktan sonra mahâl
(yer) kalmayacağı cihetle
(yönüyle) o ismin hükmü o
sûretten zâil olur (gider, son bulur).
İmdi hakikatte "râhim" olan ancak ma'nâdır ve her ne kadar
rahmetle kâim (mevcut)
bulunan mahalle (yere, birime)
rahim denilmiş olsa bile, râhim o mahalle
(yere) hâkim olan ma'nâ-yı
rahmettir (rahmet olan manadır).
Böyle olunca Allah Teâlâ hazretleri inâyet-i ezeliyye
(ezeli inayet, lütuf) sâhibi olan ehl-i keşf
(keşf sahibi) kullarına,
rahmetin onlar ile kıyâmı (mevcut
olması) suretiyle, ancak rahmet ile rahmet eder ve
rahmet onlar ile kâim (mevcut)
oldukda, rahmetin hükmünü kendi nefislerinde zevkan
(manevi zevk ile bizzat yaşayarak)
müşâhede ederler
(görürler).
Çünkü bir mahall-i müdrik (idrak
eden, anlayan mahal),
kendi vücûcunda olan bir hali
(oluşu) ve o hâlin kendi
vücûdunda hakim olduğunu zevkan
(manevi zevkle) bilir. Ve rahmetin kendisine mahal
(yer) ittihazı
(kabul etmesi, sayması)
sûretiyle zikrettiği (andığı)
kimse, muhakkak rahmet olunan kimsedir. Bu ma’nâ
فقد
رحم
sîga-i mechûl (belirsiz fiil çekimi)
ile olduğuna göredir. Siğa-i ma'lûm
(belirli fiil çekimi)
ile olduğuna göre ma'nâ: Rahmet-i rahimiyyenin
(rahimin rahmeti) mahal
(yer) ittihâz
(saymak, kabul) etmek
sûretiyle zikrettiği (andığı)
kimse, muhakkak irşâda (doğru
yolu göstermeye) ehil
(kabiliyetli) olduğundan gayra
(başkasına) rahmet eder."
Ve ism-i fâil rahîm ve râhimdir ve hüküm hali ile muttasıf
olmaz; zîrâ o bir emirdir ki, maânî kendi zevâtı için onu icâb
eder. İmdi ahvâl mevcûd değildir, ma'dûm da değildir. Ya'ni
ahval için vücûdda "ayn" yoktur; zîrâ onlar nisbettir ve ahvâl
hükümde ma'dûm dahi değildir. Çünkü kendisiyle ilim kâim olan
kimse "âlim" tesmiye olunur. O ise hâldir. Binâenaleyh âlim ilm
ile mevsûf olan bir zâttır. O zâtın "ayn"ı değildir; ilmin dahi
"ayn" değildir. Halbuki vâkı' de ilimden ve kendisiyle ilim kâim
bulunan zâttan gayrı yoktur ve onun âlim oluşu bu ma'nâ ile
ittisafı sebebiyle bu zât için hâldir. Böyle olunca ona "ilm"in
nisbeti hâdis oldu; binâenaleyh ona "âlim" denildi (12).
Ya'ni rahîm (“rahmet”ten alınmıştır
rahmetli, esirgeyen koruyan anlamındadır;Allah adlarındandır)
ve râhim (“rahm” dan
alınmıştır merhametli, acıyan anlamındandır) ism-i
fâil (kendisinden iş, fiil çıkanın
sıfatı) ise de, bunda hâkim olan rahmettir ve
rahmetle mevsuf olan (sıfatlanan)
zâta rahmet izâfe olunursa
(katılırsa, eklenirse)
"rahîm" ve "râhim" tesmiye olunur
(denir) ve hûkm-i rahmet
(rahmetin hükmü) mahlûkıyyetle
(mahluk olmakla) muttasıf
(vasıflanmış) değildir. Çünkü
hâriçte (dışarıda) onun
vücûd-ı aynisi (kesifleşmiş bir
vücudu) yoktur, belki bir emr-i ma'nevidir
(manevi bir husustur);
ancak zihinde ma'kul
(anlaşılır) ve ma'lûmdur
(bilinir). Maâni
(manalar) kendi zâtları
için bu hükümleri iktizâ eder
(gerektirir).
Ve rahmet bâtın (gizli, görünmez)
olduğu halde, onun hükmü vücûd-i hâricîde
(dünyada) zâhir olur
(açığa çıkar) ve hüküm bir
halden (oluştan)
ibârettir. Ahvâl (haller)
ise mevcûd değildir; zîrâ (çünkü)
işte vücûdu budur diye "ayn"en
(“zat”en) gösterilemez ve
ma'dûm (yok) dahi
değildir; zirâ (çünkü)
vücûd-i aynî (kesifleşmiş suretler)
üzerinde zâhir olan (açığa
çıkan) bir eserdir. Çünkü kendisinde "ilim" nisbeti
(sıfatı) mevcûd olan
kimseye "âlim" deriz ve "ilim" dediğimiz nisbet
(sıfat) ise, bir halden
(oluştan) ibârettir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
"âlim" denilince vasf-ı ilim
(ilim sıfatı) ile mevsûf olan
(vasıflanan) bir zât
anlaşılır. Bu hal (oluş),
ya'nî onun âlim oluşu zâtın "ayn"ı
(kendisi) değildir: Meselâ
bir kimseye tahsil-i ilim etmeksizin
(ilim öğrenmeksizin) "âlim" denilmez. Halbuki
tahsilden evvel onun zâtı (kendisi)
mevcûddur; fakat henûz âlimiyyeti yoktur
(ilim sahibi değildir).
Eğer "âlim" o kimsenin "zât"ının "ayn"ı
(kendisi) olsa, ona "âlim"
denilmediği bir zamanda, zâtının
mevcûd olmaması lâzım gelir. Şu halde "âlim" onun
zâtının "ayn"ı (kendi)
değildir. Âlim ilmin dahi "ayn"ı
(kendi) değildir; zirâ
(çünkü) bir kimsenin henüz ilim ile muttasıf olmadığı
(vasıflanmadığı) bir
zamanda dahi "ilm" mefhûmu (kavramı)
mevcûddur ve bu ilim mevcûd olmakla berâber, o kimse
henüz âlim değildir; binâenaleyh
(bundan dolayı) "âlim" "ilm"in "ayn"ı
(kendi) değildir. Maahâzâ
(bununla beraber) meydanda
ancak "ilim" ve ilimle kâim (mevcut)
bulunan zât vardır. Ve "âlim"in âlim oluşu, bu
âlimiyyet (alimlik)
ma'nâsıyla ittisâfı (sıfatlanması)
sebebiyle bu zât için hâldir;
(oluştur) ve hâl
(oluş) ise hâdistir (sonradan meydana
gelmiştir).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
"âlim" olan kimseye "ilim" nisbeti
(sıfatı) hâdis oldu
(sonradan oluştu) ve mâdemki
o kimse, halden (oluştan)
ibâret olan ilim ile muttasıf oldu
(vasıflandı),
artık ona "âlim" denir.
Devam edecek.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir -
17.10.2006
http://sufizmveinsan.com
|