BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC "HİKMET-İ İMÂMİYYE"
BEYÂNINDADIR
İmdi Mûsâ'nın buzağı üzerine taslît olunması gibi,
buzağı ashâbı hakkında, buzağı üzerine taslît ile
tenfîze ile Hârûn'un adem-i kuvvet-i men'i, her bir
sûrette
ibâdet olunmak için vücûdda Allah'tan zâhir bir
hikmet oldu. Ve her ne kadar bu sûret, bundan sonra zâil
olursa da; ancak onun âbidi indinde ulûhiyyetle
mütelebbis olduktan sonra zâhib oldu. Ve bunun için
ancak ya ibâdet-i teellüh veyâhut ibâdet-i teshîr ile
ibâdet olunduğu halde, envâ'dan bir nevi' bâki kaldı.
Böyle olunca taakkul eden kimse için bu ibâdetten
lâbüddür. Halbukî, âlemden bir şeye, ancak âbidin
indinde rif’atle mütelebbis olduktan ve onun kalbinde
bir derece ile zuhûrdan sonra ibâdet olundu. Ve bundan
dolayı Hak, bize "Refîu'd-derecât" ile mütesemmi oldu
ve "Refîu'd-derece" demedi. Binâenaleyh, ayn-ı vâhidede
derecâtı teksîr eyledi. Zîrâ, muhakkak Allah Teâlâ
derecât-ı kesîre-i muhtelifede ancak kendisine ibâdet
olunmasını kazâ etti. Şöyle ki her bir derece, bir meclâ-yı
ilâhiyi i'tâ edip onda ibâdet olundu. Ve kendisinde
ibâdet olunan a'zam-ı meclâ “hevâ”dır. Nitekim Hak Teâlâ
أَفَرَأَيْتَ
مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ
(Câsiye, 45/23) buyurdu. İmdi o, ma'bûdun a'zamıdır.
Zîrâ bir şeye ancak onun sebebiyle ibâdet olunur.
Halbuki ona, ancak zâtı ile ibâdet olunur. Ve onun
hakkında ben derim: (1O).
Ya'nî Mûsâ (a.s.) buzağı üzerine fiilen
(fiil olarak)
musallat olup (peşini
bırakmayıp) onu bi'l-ihrâk
(yakarak) imhâ
(yok) etti. Fakat
Hârûn (a.s.), Benî İsrâîl'i
(İsrail oğullarını) buzağıya tapmaktan kavlen
(sözle) men' etti
(yasakladı).
Ve Mûsâ (a.s.) gibi,
onun üzerine fiil ile musallat olup
(üzerine düşüp)
buzağıya tapanlar hakkında hükmünü tenfîz etmeğe
(yerine getirmeye)
kâdir (gücü)
olmadı. Ve cenâb-ı Hârûn'un bu husûstaki adem-i kudreti
(güçsüzlüğü),
Allah Teâlâ'ya her bir sûrette
(şekilde) ibâdet
olunmuş olmak için, vücûdda
(varlıkta) bir hikmet
(sebep) olmak üzere
zâhir oldu (göründü)
. Nitekim (Sallallahû
aleyhi ve sellem) Efendimiz Ve'n-Necm sûre-i şerîfesini
(mübarek Necm suresini)
tilâvet buyurdukları
(okudukları) sırada,
lisân-ı saâddetlerinden
(saadetli, mübarek dillerinden)
تلك الغرانيق العلى وان شفا عتهن لترجى
kelâmı (sözleri)
sâdır olmakla (çıkmakla)
orada hazır olan put-perestân-ı Kureyş:
(Kureyş putperestleri)
"Muhammed (s.a.v.) bizim putlarımızı da medhetti"
(övdü) deyip, sûre-i
şerîfenin âhirindeki
(sonundaki) secde âyeti kırâat buyuruldukda
(okunduğunda),
mü'minin
Müslümanlar) ile berâber secdeye vardılar.
Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i Şerîf’de bu
ma'nâyı beyânen (açıklayarak)
buyururlar:
همچنان دان كالغرانيق العلى
بت
ستودن بهر دام عا مه را
Tercüme: "Putu medhetmek avâmın
(cahil halkın) dâmı
(tuzağı) içindir.
İşte
تلك الغرانيق العلى
kelâmını (sözünü)
böyle bil!"
Gerçi (her ne kadar)
o ibâdet olunan sûret,
zâhib (gider)
ve zâil olur (sona
erer, yok olur) .
Fakat o sûret ancak ona ibâdet eden âbidin
(kulun) indinde
(düşüncesinde)
ulûhiyyetle mütelebbis olduktan
(giyindikten) sonra
zâil olur (son bulur, yok
olur).
Ve nitekim buzağının sûreti, Beni İsrâîl'den
(İsrail oğullarından)
ona tapanların indinde,
(düşüncesinde) ulûhiyyetle mütelebbis
olduktan (giyindikten)
sonra, Mûsa (a.s.) tarafından ihrâk edilmek
(yakılmak) sûretiyle
zâil (yok oldu) ve
zâhib oldu (gitti).
İmdi (buna göre)
Hakk-ı mutlakın (salt,
kayıtsız Hakk’ın) zât-ı vâhidi
(tek zatı),
mertebe-i letâfetten
(latif, şeffaf mertebeden)
mertebe-i kesâfete
(koyu mertebeye)
tenezzül edip (inip)
esmâsı hasebiyle (bakımından) ulvî (yüce)
ve süflî (alçak)
kâffe-i sûretlerle (bütün
suretlerle) müteayyin
(meydana çıkan) ve
onlarda zâhir olduğu
(göründüğü) cihetle,
(bakımından) Allah
Teâlâ'ya suver-i âlemden
(evren suretlerinden) her bir sûrette ibâdet
olunmak lâzım geldiği için, envâ'-ı mahlûkattan
(mahluk türlerinden)
ibâdet olunmayan bir mahlûk kalmadı. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
putperestlerin ağaca ve taşa ve güneşe ve aya ve
yıldızlara ve hayvânâta
(hayvanlara) ve buzağı gibi sûretlere
tapmaları gibi, ona ya ibâdet-i teellüh
(bir nesneyi, sureti ilah
kabullenmek) ile ibâdet olundu veyâhut halkın
emvâle (mala, mülke)
ve câh (makam, mevki)
ve menâsıba
(rütbeye, dereceye) tapmaları gibi, ibâdet-i
teshîr (nefsinin sevdiği,
bağlı olduğu şeye ibadet)
ile ibâdet olundu. Şu kadar var ki, ibâdet-i
teshîre (nefsinin sevdiği,
bağlandığı şeye)
"ibâdet" tesmiye etmek
(demek) halk indinde
(katında) âdet
(alışkanlık) olmadı.
Yoksa bir kimsenin kalbinde, hangi şeyin muhabbet
(sevgisi) ve
saltanatı (hükümdarlığı)
zâhir olmuş
(meydana çıkmış) ise, o kimse o şeyin
abdidir (kuludur).
Meselâ, kalbi mal muhabbetiyle
(sevgisiyle) müsahhar
(tutkun) olan "abdü'l-mâl"
(malın kulu) ve
muhabbet-i câh (makam
sevgisi) ile müsahhar
(tutkun) olan "abdü'l-câh"
(makamın kulu) ve
kadın muhabbeti (sevgisi)
ile müsahhar
(tutkun) olan "abdü'n-nisâ"
(kadının kulu) ve
nefsinin muhabbeti (sevgisi)
gâlib (üstün)
olan "abdün-nefs"
(nefsinin kulu) ve muhabbet-i küffâr
(kâfirlerin sevgisi) gâlib (üstün)
olan "abdü'l-kefere"dir
(kâfirlerin kuludur).
Ve her bir abd
(kul) kendi
ma'bûduyla (taptığı ilahı
ile) berâberdir. Nitekim hadîs-i şerîfte
الرء مع من احب
ya'nî: "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyurulur.
İmdi (buna göre)
her sûrette Hakk'ı
taakkul (hatırlayan)
ve fehm eden (anlayan)
kimse için, Hakk'ın her bir sûrette ya
ibâdet-i teellüh (nefsinin
sevdiğine
tapmak) veyâ ibâdet-i
teshîr (nesneye, surete
tapmak) ile
ma'bûd (tapınılan, ilah)
olması ve ona o sûretlerde ibâdet olunması
lâzımdır. Zîrâ (çünkü)
teshîr (emri altına alma,
kendine bağlama) ve tesahhür
(bağlanma, boyun eğme),
merâtib-i mevcûdâtın (mevcut
mertebelerin) kâffesi
(hepsi) arasında
vâkı'dir (mevcuttur).
Ve mevcûdât
(varlıklar) ve belki Hak ile halk
(yaratılmış)
arasındaki irtibât (bağlantı)
, ancak bu teshîr
(etkileme)
ve tesahhür
(etkilenme)
sebebiyledir. Çünkü irtibât
(bağlanış, bağlanmak) için iftikâr
(büyük ihtiyaç duymak)
lâzımdır. Ve iftikâr
(ihtiyaç, fakirlik) ise, teshîr
(boyun eğdirme, itaat ettirme)
ve tesahhürü
(boyun eğmeyi, itaat etmeyi)
iktizâ eder.
(gerektirir) Halbuki suver-i âlemden
(evren suretlerinden)
olan bir şeye, ancak o şey, âbidînin
(kulunun) indinde
(yanında) rif’at
(derece) ile
mütelebbis olduktan
(giyindikten) sonra ve onun kalbinde bir
derece ile zuhûrdan (meydana
çıktıktan) sonra ibâdet olundu: Zîrâ
(çünkü) her derecede
zâhir olan (görünen)
ma'bûdlardan (ilahlardan)
bir şeyin abdi
(kulu) vardır. Ve o derecede hakîkat üzere
ma'bûd (ilah) olan
ise, ancak Hak'tır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) o
derecede olan âbidin (kulun)
indinde
(düşüncesinde) Hak rif’atle
(dereceyle, rutbeyle)
mütelebbis olduktan
(giyindikten) sonra âbid,
(kul) o şeye ibâdet
eder.
İşte sûver-i âlemden (alem
suretlerinden) kendisine ibâdet olunan
eşyânın (şeylerin)
her birisi, ona tapan kimsenin kalbinde rif’atle
(büyük ve büyük rübe sahibi
olmakla) mütelebbis olup
(giyinip) bir derece
ile zuhûrdan (meydana
çıktıktan) sonra, ibâdet olunduğu için Sûre-i
Mü'min'de (mümin suresinde)
vâkı' (mevcut)
olan
رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِ يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ
أَمْرِهِ عَلَى مَن يَشَاءُ مِنْ عِبَادِه
(Gafir, 40/15) âyet-i kerîmesinde, Hak Teâlâ zât-ı
azîmü'ş-şânını (şanı büyük
olan yüce zatını) "Refîu'd-derecât"
(dereceleri yükselten)
olarak bildirdi ve "Refîu'd-derece"
(dereceyi yükselten)
demedi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah
Teâlâ kendi vücûdu (varlığı)
olan ayn-ı vâhidede,
(tek hakikâtte)
derecâtı (dereceleri)
teksîr etti (çoğalttı)
ve rif’ati
(yüksekliği;rütbeyi) derecelere mahsûs
kıldı (ayırdı).
Eğer "Refîu'd-derece"
(dereceyi yükselten)
buyurmuş olsa
idi, rif’ati (yüksekliği (rütbeyi) bir dereceye tahsîs buyurmuş
(ayırmış, özel kılmış)
olurdu. Halbuki hakîkat-ı hâl
(gerçek durum)
rif’atin
(yüksekliğin) derecâta
(derecelere) mahsûs
(ayrılmış) olmasıdır. Çünkü muhakkak Allah Teâlâ, derecât-ı
kesîre-i muhtelifede (birçok
çeşitli derecelerde),
kendisinden gayri
(başka) bir şeye ibâdet olunmamasına
hükmetti. O vechile
(yüzdendir) ki her bir derece bir meclâ-yı
İlâhîyi (İlahi aynayı)
iktizâ etti (gerektirdi)
ve Hakk'a o derecede ibâdet olundu. Ve
kendisinde Hakk'a ibâdet olunan meclânın
(aynanın) en büyüğü
ve a'lâsı (yükseği)
"hevâ"dır (hevestir)
ya'nî istek ve hâhiştir
(arzudur).Nitekim Hak Teâlâ Sûre-i Câsiye'de
(casiye suresinde)
أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ
(Câsiye, 45/23) ya'ni "Hevâsını
(hevesini (nefsinin isteğini) )
kendisine ilâh ittihâz eden
(edinen) kimseye
nazar eder misin?" (bakar
mısın) buyurdu. Böyle olunca "hevâ"
(istek (nefsin arzusu))
ma'bûdun (ilahın)
en büyüğüdür. Zîrâ
(çünkü) bir şeye ancak hevâ
(istek, arzu)
sebebiyle ibâdet olunur. Zîrâ
(çünkü) âbidin
(kulun) kalbinde meyl
(yatkınlık) ve
muhabbet (sevgi)
olmadıkça, o âbid, (kul)
ibâdet, ettiği şeye teveccüh etmez.
(yönelmez) Halbuki
hevâya, (hevesine)
yine kendi zâtı, ya'nî nefs-i hevâ
(nefsin isteği) ile
ibâdet olunur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) suver-i âlemden
(alem suretlerinden)
herhangi bir sûrete, ister ibâdet-i teellüh
(nesneye ibadet)
ve ister ibâdet-i teshîr
(hoşlandığın, bağlandığın şeye
ibadet) ile
ibâdet olunsun, sebebi "hevâ"dır.
(hevestir, nefsin isteğidir)
şu halde hevânın
(hevesin) yine kendi zâtı ile kendine ibâdet
olunur. Şu kadar ki hevâ,
(heves) ma'nâ-yı bî-sûret
(suretsiz bir mana)
olduğu için bâtındır
(gizlidir);
onun "ayn"ı (zatı)
zâhir değildir;
(görünmez) ancak suver-i ma'bûdât
(ilahların suretleri)
ile zâhir olur (görünür)
. Ve hevâ
(heves) hakkında ben
böyle derim:
Şiir: Hevâ hakkı için, muhakkak hevâ, sebeb-i hevâdır.
İmdi eğer kalbde hevâ olmasa idi, hevâya ibâdet olunmaz
idi (11).
Devam edecek |