Füsûs-ül Hikem

283. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC "HİKMET-İ İMÂMİYYE" BEYÂNINDADIR

İmdi Mûsâ'nın buzağı üzerine taslît olunması gibi, buzağı ashâbı hakkında, buzağı üzerine taslît ile tenfîze ile Hârûn'un adem-i kuvvet-i men'i, her bir sûrette ibâdet olunmak için vücûdda Allah'tan zâhir bir hikmet oldu. Ve her ne kadar bu sûret, bundan sonra zâil olursa da; ancak onun âbidi indinde ulûhiyyetle mütelebbis olduktan sonra zâhib oldu. Ve bunun için ancak ya ibâdet-i teellüh veyâhut ibâdet-i teshîr ile ibâdet olunduğu halde, envâ'dan bir nevi' bâki kaldı. Böyle olunca taakkul eden kimse için bu ibâdetten lâbüddür. Halbukî, âlemden bir şeye, ancak âbidin indinde rif’atle mütelebbis olduktan ve onun kalbinde bir derece ile zuhûrdan sonra ibâdet olundu. Ve bundan dolayı Hak, bize "Refîu'd-derecât" ile mütesemmi ol­du ve "Refîu'd-derece" demedi. Binâenaleyh, ayn-ı vâhidede derecâtı teksîr eyledi. Zîrâ, muhakkak Allah Teâlâ derecât-ı kesîre-i muhtelifede ancak kendisine ibâdet olunmasını kazâ etti. Şöyle ki her bir derece, bir meclâ-yı ilâhiyi i'tâ edip onda ibâdet olundu. Ve kendisinde ibâdet olunan a'zam-ı meclâ “hevâ”dır. Nitekim Hak Teâlâ    أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ    (Câsiye, 45/23) buyurdu. İmdi o, ma'bûdun a'zamıdır. Zîrâ bir şeye ancak onun sebebiyle ibâdet olunur. Halbuki ona, ancak zâtı ile ibâdet olunur. Ve onun hakkında ben derim: (1O).

Ya'nî Mûsâ (a.s.) buzağı üzerine fiilen (fiil olarak) musallat olup (peşini bırakmayıp) onu bi'l-ihrâk (yakarak) imhâ (yok) etti. Fakat Hârûn (a.s.), Benî İsrâîl'i (İsrail oğullarını) buzağıya tapmaktan kavlen (sözle) men' etti (yasakladı).  Ve Mûsâ (a.s.) gibi, onun üzerine fiil ile musallat olup (üzerine düşüp) buzağıya tapanlar hakkında hükmünü tenfîz etmeğe (yerine getirmeye) kâdir (gücü) olmadı. Ve cenâb-ı Hârûn'un bu husûstaki adem-i kudreti (güçsüzlüğü), Allah Teâlâ'ya her bir sûrette (şekilde) ibâdet olunmuş olmak için, vücûdda (varlıkta) bir hikmet (sebep) olmak üzere zâhir oldu (göründü) .  Nitekim (Sallallahû aleyhi ve sellem) Efendimiz Ve'n-Necm sûre-i şerîfesini (mübarek Necm suresini) tilâvet buyurdukları (okudukları) sırada, lisân-ı saâddetlerinden (saadetli, mübarek dillerinden)    تلك الغرانيق العلى وان شفا عتهن لترجى    kelâmı (sözleri) sâdır olmakla (çıkmakla) orada hazır olan put-perestân-ı Kureyş: (Kureyş putperestleri) "Muhammed (s.a.v.) bizim putlarımızı da medhetti" (övdü) deyip, sûre-i şerîfenin âhirindeki (sonundaki) secde âyeti kırâat buyuruldukda (okunduğunda), mü'minin Müslümanlar) ile berâber secdeye vardılar. Ve  Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i Şerîf’de bu ma'nâyı beyânen (açıklayarak) buyururlar:

همچنان دان كالغرانيق العلى                بت ستودن بهر دام عا مه را

Tercüme: "Putu medhetmek avâmın (cahil halkın) dâmı (tuzağı) içindir. İşte   تلك الغرانيق العلى    kelâmını (sözünü) böyle bil!"

Gerçi (her ne kadar) o ibâdet olunan sûret, zâhib (gider) ve zâil olur (sona erer, yok olur) . Fakat o sûret ancak ona ibâdet eden âbidin (kulun) indinde (düşüncesinde) ulûhiyyetle mütelebbis olduktan (giyindikten) sonra zâil olur (son bulur, yok olur). Ve nitekim buzağının sûreti, Beni İsrâîl'den (İsrail oğullarından) ona tapanların indinde, (düşüncesinde) ulûhiyyetle mütelebbis olduktan (giyindikten) sonra, Mûsa (a.s.) tarafından ihrâk edilmek (yakılmak) sûretiyle zâil (yok oldu) ve zâhib oldu (gitti).

İmdi (buna göre) Hakk-ı mutlakın (salt, kayıtsız  Hakk’ın) zât-ı vâhidi (tek zatı), mertebe-i letâfetten (latif, şeffaf mertebeden) mertebe-i kesâfete (koyu mertebeye) tenezzül edip (inip) esmâsı hasebiyle (bakımından) ulvî (yüce) ve süflî (alçak) kâffe-i sûretlerle (bütün suretlerle) müteayyin (meydana çıkan) ve onlarda zâhir olduğu (göründüğü) cihetle, (bakımından) Allah Teâlâ'ya suver-i âlemden (evren suretlerinden) her bir sûrette ibâdet olunmak lâzım geldiği için, envâ'-ı mahlûkattan (mahluk türlerinden) ibâdet olunmayan bir mahlûk kalmadı. Binâenaleyh (bundan dolayı) putperestlerin ağaca ve taşa ve güneşe ve aya ve yıldızlara ve hayvânâta (hayvanlara) ve buzağı gibi sûretlere tapmaları gibi, ona ya ibâdet-i teellüh (bir nesneyi, sureti ilah kabullenmek) ile ibâdet olundu veyâhut halkın emvâle (mala, mülke) ve câh (makam, mevki) ve menâsıba (rütbeye, dereceye) tapmaları gibi, ibâdet-i teshîr (nefsinin sevdiği, bağlı olduğu şeye ibadet) ile ibâdet olundu. Şu kadar var ki, ibâdet-i teshîre (nefsinin sevdiği, bağlandığı şeye) "ibâdet" tesmiye etmek (demek) halk indinde (katında) âdet (alışkanlık) olmadı. Yoksa bir kimsenin kalbinde, hangi şeyin muhabbet (sevgisi) ve saltanatı (hükümdarlığı) zâhir olmuş (meydana çıkmış)  ise, o kimse o şeyin abdidir (kuludur).

Meselâ, kalbi mal muhabbetiyle (sevgisiyle) müsahhar (tutkun) olan "abdü'l-mâl" (malın kulu) ve muhabbet-i câh (makam sevgisi) ile müsahhar (tutkun) olan "abdü'l-câh" (makamın kulu) ve kadın muhabbeti (sevgisi) ile müsahhar (tutkun) olan "abdü'n-nisâ" (kadının kulu) ve nefsinin muhabbeti (sevgisi) gâlib (üstün) olan "abdün-nefs" (nefsinin kulu) ve muhabbet-i küffâr (kâfirlerin sevgisi) gâlib (üstün) olan "abdü'l-kefere"dir (kâfirlerin kuludur).  Ve her bir abd (kul) kendi ma'bûduyla (taptığı ilahı ile) berâberdir. Nitekim hadîs-i şerîfte    الرء مع من احب    ya'nî: "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyurulur.

İmdi (buna göre) her sûrette Hakk'ı taakkul (hatırlayan) ve fehm eden (anlayan) kimse için, Hakk'ın her bir sûrette ya ibâdet-i teellüh (nefsinin sevdiğine tapmak) veyâ ibâdet-i teshîr (nesneye, surete tapmak) ile ma'bûd (tapınılan, ilah) olması ve ona o sûretlerde ibâdet olunması lâzımdır. Zîrâ (çünkü) teshîr (emri altına alma, kendine bağlama) ve tesahhür (bağlanma, boyun eğme),  merâtib-i mevcûdâtın (mevcut mertebelerin) kâffesi (hepsi) arasında vâkı'dir (mevcuttur). Ve mevcûdât (varlıklar) ve belki Hak ile halk (yaratılmış) arasındaki irtibât (bağlantı) , ancak bu teshîr (etkileme) ve tesahhür (etkilenme) sebebiyledir. Çünkü irtibât (bağlanış, bağlanmak) için iftikâr (büyük ihtiyaç duymak) lâzımdır. Ve iftikâr (ihtiyaç, fakirlik) ise, teshîr (boyun eğdirme, itaat ettirme) ve tesahhürü (boyun eğmeyi, itaat etmeyi) iktizâ eder. (gerektirir) Halbuki suver-i âlemden (evren suretlerinden) olan bir şeye, ancak o şey, âbidînin (kulunun) indinde (yanında) rif’at (derece) ile mütelebbis olduktan (giyindikten) sonra ve onun kalbinde bir derece ile zuhûrdan (meydana çıktıktan) sonra ibâdet olundu:  Zîrâ (çünkü) her derecede zâhir olan (görünen) ma'bûdlardan (ilahlardan) bir şeyin abdi (kulu) vardır. Ve o derecede hakîkat üzere ma'bûd (ilah) olan ise, ancak Hak'tır. Binâenaleyh (bundan dolayı) o derecede olan âbidin (kulun) indinde (düşüncesinde) Hak rif’atle (dereceyle, rutbeyle) mütelebbis olduktan (giyindikten) sonra âbid, (kul) o şeye ibâdet eder.

İşte sûver-i âlemden (alem suretlerinden) kendisine ibâdet olunan eşyânın (şeylerin) her birisi, ona tapan kimsenin kalbinde rif’atle (büyük ve büyük rübe sahibi olmakla) mütelebbis olup (giyinip) bir derece ile zuhûrdan (meydana çıktıktan) sonra, ibâdet olunduğu için Sûre-i Mü'min'de (mümin suresinde) vâkı' (mevcut) olan    رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِ يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى  مَن يَشَاءُ مِنْ عِبَادِه    (Gafir, 40/15) âyet-i kerîmesinde, Hak Teâlâ zât-ı azîmü'ş-şânını (şanı büyük olan yüce zatını) "Refîu'd-derecât" (dereceleri yükselten) olarak bildirdi ve "Refîu'd-derece" (dereceyi yükselten) demedi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ kendi vücûdu (varlığı) olan ayn-ı vâhidede, (tek hakikâtte) derecâtı (dereceleri) teksîr etti (çoğalttı) ve rif’ati (yüksekliği;rütbeyi) derecelere mahsûs  kıldı (ayırdı). Eğer "Refîu'd-derece" (dereceyi yükselten)  buyurmuş olsa idi, rif’ati (yüksekliği (rütbeyi) bir dereceye tahsîs buyurmuş (ayırmış, özel kılmış) olurdu. Halbuki hakîkat-ı hâl (gerçek durum) rif’atin (yüksekliğin) derecâta (derecelere) mahsûs (ayrılmış) olmasıdır. Çünkü muhakkak Allah Teâlâ, derecât-ı kesîre-i muhtelifede (birçok çeşitli derecelerde), kendisinden gayri (başka) bir şeye ibâdet olunmamasına hükmetti. O vechile (yüzdendir) ki her bir derece bir meclâ-yı İlâhîyi (İlahi aynayı) iktizâ etti (gerektirdi) ve Hakk'a o derecede ibâdet olundu. Ve kendisinde Hakk'a ibâdet olunan meclânın (aynanın) en büyüğü ve a'lâsı (yükseği) "hevâ"dır (hevestir) ya'nî istek ve hâhiştir (arzudur).Nitekim Hak Teâlâ Sûre-i Câsiye'de (casiye suresinde)    أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ    (Câsiye, 45/23) ya'ni "Hevâsını (hevesini (nefsinin isteğini) ) kendisine ilâh ittihâz eden (edinen)  kimseye nazar eder misin?" (bakar mısın) buyurdu. Böyle olunca "hevâ" (istek (nefsin arzusu)) ma'bûdun (ilahın) en büyüğüdür. Zîrâ (çünkü) bir şeye ancak hevâ (istek, arzu) sebebiyle ibâdet olunur. Zîrâ (çünkü) âbidin (kulun) kalbinde meyl (yatkınlık) ve muhabbet (sevgi) olmadıkça, o âbid, (kul) ibâdet, ettiği şeye teveccüh etmez. (yönelmez) Halbuki hevâya, (hevesine) yine kendi zâtı, ya'nî nefs-i hevâ (nefsin isteği) ile ibâdet olunur. Binâenaleyh (bundan dolayı) suver-i âlemden (alem suretlerinden) herhangi bir sûrete, ister ibâdet-i teellüh (nesneye ibadet) ve ister ibâdet-i teshîr (hoşlandığın, bağlandığın şeye ibadet) ile ibâdet olunsun, sebebi "hevâ"dır. (hevestir, nefsin isteğidir) şu halde hevânın (hevesin) yine kendi zâtı ile kendine ibâdet olunur. Şu kadar ki hevâ, (heves) ma'nâ-yı bî-sûret (suretsiz bir mana) olduğu için bâtındır (gizlidir); onun "ayn"ı (zatı) zâhir değildir; (görünmez) ancak suver-i ma'bûdât (ilahların suretleri) ile zâhir olur (görünür) .  Ve hevâ (heves) hakkında ben böyle derim:

Şiir: Hevâ hakkı için, muhakkak hevâ, sebeb-i hevâdır. İmdi eğer kalbde hevâ olmasa idi, hevâya ibâdet olunmaz idi (11).

Devam edecek

 

 
 
İzmir -21.08.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com