Füsûs-ül Hikem

284. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC "HİKMET-İ İMÂMİYYE" BEYÂNINDADIR

Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki, Hak Teâlâ hazretleri hadîs-i kudsîde   كنت كنزا مخفيا فأحببت آن اعرف    ya'nî "Ben bir gizli hazîne idim. Bilinmeme muhabbet ettim" buyurmuştur. Şu halde cemî'-i merâtibde (bütün mertebelerde) ve o merâtibin (mertebelerin) mezâhirinde (görüntü yerlerinde) zuhûr-ı Hakk'a (Hak’kın açığa çıkmasına) sebep olan hubb-i ahadî (bir tek sevgi) olmuş olur. Ve bu muhabbet (sevgi), hubb-i külli-i İlahidir (küll, tümel olan İlahi sevgidir). Ve onun mezâhirinin (görüntü yerlerinin) her birerlerinde zâhir olan (açığa çıkan, görülen) muhabbet (sevgi) ise, muhabbet-i cüz’îdir (küllden bir kısım, parça olan sevgidir). Ve bu hubb-i cüz’înin (cüzi sevginin) sebebi ise, o hubb-i küllîdir (küll (tümel) sevgidir). Ve eğer bu hubb-i küllî-i İlahi (tümel İlahi sevgi) , insanın kalbinde ve bâtınında (ruhunda) mündemic olmasa (bulunmasa) idi, mertebe-i nefsde (nefs mertebesinde) zâhir olan (açığa çıkan) hevâya (hevese) ibâdet olunmaz (tapınılmaz) idi. Çünkü mertebe-i nefsde (nefs mertebesinde) zâhir olan (açığa çıkan) hevâ, (heves) mertebe-i kalbde (kalp mertebesinde) ve bâtında (ruhta) olan hevânın (isteğin, arzunun) aynıdır. Gayriyyetleri (başkalıkları) ancak ihtilâf-ı mertebe (mertebelerinin aykırılığı) i’tibâriyledir (bakımındandır). Ma'nânın hurûf (harflere) ve elfâza (kelimelere) irtibâtı (bağıntısı) gibi. Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) hubb-i İlahiye (İlahi sevgiye) kasem (yemin) edip "Hakk'ın hubb-i ahadîsi (tek salt, sevgisi) olan hevâ, (heves) hevâ-yı cüz’înin (cüzi hevesin) sebebidir. Ve eğer hevâ-yı İlahi (İlahi heves) kalbde olmasa idi, mezâhirde (görüntü yerlerinde (birimlerde) zâhir olan (görülen) hevâya (hevese) ibâdet olunmaz idi" buyururlar. Ve yine Hz. Şeyh-i Ekber Fütûhât-ı Mekkiyye'de buyururlar ki: "Ba'zı mükâşefâtta (hakikat nurlarının görünmelerinde (keşif yoluyla bilmelerde), hevâyı (hevesi), ulûhiyyetle zâhir (açığa çıkmış, görünmüş), kendi arşı üzerinde kâid (oturmuş) ve onun cemî'-i âbidleri (bütün kulları) onu ihâta edip (kuşatıp) indinde (katında) vâkıf oldukları (haberli oldukları, bildikleri) halde müşâhede ettim (gördüm). Ve ben suver-i kevniyyede (kevni suretlerde) o hevâdan (hevesden) a'zam (daha büyük) bir ma'bûd (ilah) müşâhede etmedim (görmedim) ."

Allâh'ın eşyâya olan ilmini görmez misin? Ne ekmeldir. Allah Teâlâ, hevâsına ibâdet eden ve onu ilâh ittihâz eden kimse hakkında, ilmi nasıl tetmim eyledi. Binâenaleyh    وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ    (Câsiye, 45/23) ya'ni "Allah Teâlâ onu ilm üzere idlâl etti" buyurdu; halbuki dalâlet "hayret"tir. Ve tetmîm ve tekmîl budur. Beyânı budur ki:           Vaktâki Hak gördü ki, âbid, ancak kendi hevâsına ve hevâsının tâatına inkıyâdı sebebiyle ibâdet etti; o şeyde ki o ona, hevâya ibâdet eden eşhâsın ibâdetinden olduğu halde, onunla emreder. Hattâ onun Allâh'a ibâdeti dahi kezâlik hevâdan oldu; zîrâ onun için bu cenâb-ı mukaddeste hevâ -ki onun muhabbeti ile olan irâdedir- olmasa idi, Allâh'a ibâdet etmez ve O'nu gayr üzere ihtiyâr eylemezdi. Ve kezâ suver-i âlemden bir sûrete ibâdet edip onu ilâh ittihâz eden kimse, onu ancak hevâ ile ilâh ittihâz etti. Böyle olunca âbid kendi hevâsının tâht-ı saltanatında zâil değildir. Ondan sonra vaktâki Hak Teâlâ gördü ki, ma'bûdât âbidlerde tenevvü eder; imdi bir emre âbid olan onun gayrisine tapan kimseyi tekfîr eder. Ve indinde ednâ ıttılâ' hâsıl olan âbid, hevânın ittihâdından ve belki hevânın ahadiyyetinden nâşi hayrete düşer. Zîrârâ o her bir âbidde ayn-ı vâhidedir. Binâenaleyh Allah Teâlâ onu ıdlâl eyledi. Ya'nî her bir âbidin ancak kendi hevâsına ibâdet etmesi ve ister emr-i meşrû'a müsâdif olsun ister müsâdif olmasın, ubûdiyyette ancak kendi hevâsı, ale's-seviyye onu isti'mâl eylemesi ile, ilm üzere hayrete düşürdü (12).

Fass-ı Lokmâni'de (Lokman bölümünde) izâh olunduğu (anlatıldığı) üzere "ma'lûm" (bilinen), "şey"den eammdır; (kapsamlıdır) ve "şey"in ilk mertebesi "ma'lûm"un ikinci mertebesinden başlar ve “şey”in ikinci mertebesi, âlem-i kesîf-i şehâdettir (görülen kesif olan alemdir).  Binâenaleyh (bundan dolayı) Hakk'ın eşyâya (şeylere) olan ilmi, ilm-i esmâi ve sıfâtîdir ki (isimleri ve sıfatları ile alakalı ilmidir),  bunun tafsîli (geniş açıklaması) dahi emsile (örnekler) îrâdı (getirmek) sûretiyle Fassı-ı Şîsî'de (Şîsî bölümünde) mürûr etti (geçti). İmdi (buna göre) Allâh'ın eşyâya (şeylere) olan ilm-i tafsîlîsini (geniş, detaylı ilmini) görmez misin? O ilim, ne ekmel (mükemmel, kusursuz) bir ilimdir! Ve Allah Teâlâ hevâsına (hevesine) ibâdet eden ve hevâsını (hevesini) ilâh ittihâz eyleyen (kabul eden) kimse hakkında ilmi nasıl tetmîm etti (tamamladı)? Ve bu tetmîme (tamamladığına) işâreten    وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ    (Câsiye, 45/23) buyurdu. Halbuki dalâlet, "hayret"tir. Ve hevâsına (hevesine) ibâdet eden ve onu ilâh ittihâz eden (kabul eden) kimse hakkında ilmin tetmîmi (tamamlanması) ve tekmîli (kemale erdirilmesi) dalâlet (sapınç) olan "hayret" iledir. Ve  ilmin "hayret" ile tetmîmi (tamamlanması) şu vechiledir (yönüyledir) ki: Vaktâki (ne vakit ki) Hak Teâlâ vücûd-i tafsîlîde (açığa çıkmış detay aleminde (dünyada) gördü ki, âbid: (kul) hevâya (hevesine) ibâdet eden eşhâsın (kişilerin) ibâdeti cinsinden olarak hevâsının (hevesinin) emriyle ibâdet ettiği şeyde ancak kendi hevâsına (hevesine) ve hevâsının (hevesinin) tâatına (ibadet ettiğine, taptığına) inkıyâdı (boyun eğmesi, teslim olması) sebebiyle ibâdet etti. Hattâ âbidin (kulun) Allâh'a ibâdeti bile, kezâlik (böylece) hevâdan (hevesinden) neş'et etti (ileri geldi) . Zîrâ (çünkü) âbidin (kulun) nârdan (ateşten) necâta (kurtuluşa) veyâ ihrâz-ı derecâta (derecelere erişmeye) veyâhut kemâlât-ı nefsiyyeye (nefsin kemal bulmasına, olgunlaşmasına) veyâ Hakk'ın sıfâtına  veyâhut zâtına muhabbeti (sevgisi, meyli) gibi bir muhabbet (sevgi) ile irâdeden (arzudan) ibâret olan hevâsı, (hevesi) o cenâb-ı mukaddes-i İlahide (kutsal, mübarek İlahide) vâkı' (mevcut) olmasa idi. Allah Teâlâ'ya ibâdet etmez ve Hakk’ı "gayr" (başka) ta'bîr olunan (denilen) mezâhir (görüntü yerleri) üzerine tercîh eylemez idi. Ve kezâ (aynı şekilde) mâsivâ-yı Hak (Haktan gayri) i'tibâr olunan (sayılan) suver-i âlemden (evren suretlerinden) bir sûrete ibâdet edip, (tapınıp) onu ilâh ittihâz eden (kabul eden) kimse dahi, o sûreti, ancak hevâ (isteği)  ile ilâh ittihâz eyledi (kabul etti). Şu halde âbid (kul), dâimâ saltanat-ı hevâsının (isteğinin hükümdarlığı) tahtında (altında) mahkûmdur. Her neye ibâdet ederse etsin mutlakâ hevâsı (hevesi, isteği) sebebiyle ibâdet eder.

Bu görüşten sonra, vaktâki (ne zamanki) Hak Teâlâ, ma'bûdâtta (ilahlarda) âbidlerin (kulların) mütennevi' (çeşitli) olduğunu gördü, böyle olunca, umûrdan (şeylerden) bir emre (şeye) ibâdet eden her bir âbid (kul), kendisinin ibâdet ettiği emirden (şeylerden) gayrı (başka) bir emre (şeye) ibâdet eden kimseyi tekfîr (kâfir görür) ve inkâr eyler. Meselâ, müslim (Müslüman) nasrânîyi,  (Hristiyanı) ve nasrâni (Hristiyan) müslimi (Müslümanı) ve güneşe tapan hayvana tapanı ilh... inkâr eder. Bu hal ibâdet-i teellühde (nefsinin bağlandığı şeye ibadette)  böyle olduğu gibi ibâdet-i teshîrde (bir nesne ilah olarak kabullenildiğinde) dahi böyledir. Meselâ "abdü'l-mâl" (mal kulu) "abdü'l-câh"ın (makam kulunun) revişini (tarzını) ve tarz-ı hayâtını (hayat tarzını) inkâr eder. Nitekim ehl-i ticâret, (ticaret sahibi) ehl-i mansıbın (devlet hizmetinde çalışan memurun) hâlini beğenmez. Ve indinde (görüşünde) ednâ (çok az) ıttılâ' (bilme) ve tenebbüh (uyanıklık, aklını başına toplama) hâsıl olan (oluşan) âbid (kul) ise, hevânın (hevesin) bilcümle (bütün) âbidlerde (kullarda) müttehid (birleşmiş) olmasından ve belki hevânın (hevesin) ahadiy­yetinden (tek oluşundan) nâşi (dolayı),  ma'bûdât (ilahlar) arasından bir ma'bûdu (ilahı) intihâb edip (seçip) onu ibâdete tahsîs edemediği (ayıramadığı) cihetle (bakımından), bu mâ'bûdât-ı mütennevvia’ (çeşitli ilahlar)  arasında hayrete düşer. Çünkü her bir âbid (kul) hevâsına (hevesine) tapar ve "hevâ" (heves) âbidlerin (kulların) cümlesinde (hepsinde) ayn-ı vâhidedir (tek şeydir, tek hakikâttir).

İşte Hak Teâlâ vücûd-ı tafsîlîde (açığa çıkmış detay varlıkta (dünyada) bu hallerin böyle olduğunu gördüğü ve ilm-i ihtibârî (deneme sınama ilmi) ile  bildiği için, kendinde azıcık ıttılâ' (bilgi) hâsıl (olmuş) olan  âbidi (kulu) ıdlâl eyledi. (delalete düşürdü, şaşırttı) Ya'ni o âbidi, (kulu) ilm üzere hayrete düşürdü: Zîrâ (çünkü) o âbid (kul) bildi ki, her bir âbid (kul) ancak kendi hevâsına (hevesine) ibâdet eder. Ve ubûdiyyete (kul olmaya)  o âbidi (kulu) isti'mâl eden (kullanan) ancak kendi hevâsıdır (hevesidir). Onun bu hevâsı (hevesi) ister emr-i meşrû'a (şeriate) müsâdif (uygun) olsun, ister olmasın müsâvîdir. (eşittir) Meselâ ibâdet-i teshîrde (nesneyi ilah kabullenen) bir kimse "abdü'n-nisâ" (kadının kulu) olur; onun bu hevâsı (hevesi) kendisini nikâh ile dört kadın almağa veyâhut müteaddid (birçok) câriye alıp istimtâ'a (faydalanmaya) sevk eder (sürükler). Bu ise emr-i meşrû'dur (şeriate uygundur) .  Binâenaleyh (bundan dolayı) onun hevâsı (isteği) emr-i meşrû'a (şeriate) müsâdif (uygun) olur. Ve bir diğeri "abdü'n-nisâ" (kadının kulu) olur. Fakat gayrın (başkasının) taht-ı nikâhında (nikahı altında) veyâ taht-ı temellükünde bulunan (kendine mal ettiği) kadınlar ve câriyelerle istimtâ'a (faydalanmaya) meyl eder (yönelir) ki, bu hal zinâ olduğu için, o âbidin (kulun) hevâsı (hevesi) emr-i gayr-i meşrû'a müsâdif olur (şeriate uygun olmaz) . Fakat her iki sûrette de o âbidleri (kulları) ale's-seviyye (eşit şekilde) kendi hevâları (hevesleri) isti'mâl etmiştir (kullanmıştır).

Devam edecek

 

 
 
İzmir -29.08.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com