BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC "HİKMET-İ İMÂMİYYE"
BEYÂNINDADIR
Ma'lûm (bilinmiş)
olsun ki, Hak Teâlâ hazretleri hadîs-i kudsîde
كنت كنزا مخفيا فأحببت آن اعرف
ya'nî "Ben bir gizli hazîne idim. Bilinmeme muhabbet
ettim" buyurmuştur. Şu halde cemî'-i merâtibde
(bütün mertebelerde)
ve o merâtibin (mertebelerin)
mezâhirinde
(görüntü yerlerinde) zuhûr-ı Hakk'a
(Hak’kın açığa çıkmasına)
sebep olan hubb-i ahadî
(bir tek sevgi)
olmuş olur. Ve bu muhabbet
(sevgi),
hubb-i külli-i İlahidir
(küll, tümel olan İlahi
sevgidir).
Ve onun mezâhirinin
(görüntü yerlerinin) her birerlerinde zâhir
olan (açığa çıkan, görülen)
muhabbet (sevgi)
ise, muhabbet-i cüz’îdir
(küllden bir kısım, parça olan
sevgidir).
Ve bu hubb-i cüz’înin
(cüzi sevginin) sebebi ise, o hubb-i küllîdir
(küll (tümel) sevgidir).
Ve eğer bu hubb-i küllî-i İlahi
(tümel İlahi sevgi) ,
insanın kalbinde ve bâtınında
(ruhunda) mündemic
olmasa (bulunmasa)
idi, mertebe-i nefsde (nefs
mertebesinde) zâhir olan
(açığa çıkan) hevâya
(hevese) ibâdet
olunmaz (tapınılmaz)
idi. Çünkü mertebe-i nefsde
(nefs mertebesinde)
zâhir olan (açığa çıkan)
hevâ, (heves)
mertebe-i kalbde
(kalp mertebesinde) ve bâtında
(ruhta) olan hevânın
(isteğin, arzunun)
aynıdır. Gayriyyetleri
(başkalıkları) ancak ihtilâf-ı mertebe
(mertebelerinin aykırılığı)
i’tibâriyledir
(bakımındandır).
Ma'nânın hurûf
(harflere) ve elfâza
(kelimelere) irtibâtı
(bağıntısı) gibi.
Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) hubb-i İlahiye
(İlahi sevgiye) kasem
(yemin) edip
"Hakk'ın hubb-i ahadîsi (tek
salt, sevgisi) olan
hevâ, (heves)
hevâ-yı cüz’înin
(cüzi hevesin) sebebidir. Ve eğer hevâ-yı
İlahi (İlahi heves)
kalbde olmasa idi, mezâhirde
(görüntü yerlerinde (birimlerde)
zâhir olan
(görülen) hevâya
(hevese) ibâdet olunmaz
idi" buyururlar. Ve yine Hz. Şeyh-i Ekber
Fütûhât-ı Mekkiyye'de buyururlar ki: "Ba'zı
mükâşefâtta (hakikat
nurlarının
görünmelerinde (keşif yoluyla
bilmelerde),
hevâyı (hevesi),
ulûhiyyetle zâhir
(açığa çıkmış, görünmüş),
kendi arşı üzerinde kâid
(oturmuş) ve onun
cemî'-i âbidleri (bütün
kulları) onu ihâta edip
(kuşatıp) indinde
(katında) vâkıf
oldukları (haberli oldukları,
bildikleri)
halde müşâhede ettim (gördüm).
Ve ben suver-i kevniyyede
(kevni suretlerde) o
hevâdan (hevesden)
a'zam (daha büyük)
bir ma'bûd (ilah)
müşâhede etmedim
(görmedim) ."
Allâh'ın eşyâya olan ilmini görmez misin? Ne ekmeldir.
Allah Teâlâ, hevâsına ibâdet eden ve onu ilâh ittihâz
eden kimse hakkında, ilmi nasıl tetmim eyledi.
Binâenaleyh
وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ
(Câsiye, 45/23) ya'ni "Allah Teâlâ onu ilm üzere idlâl
etti" buyurdu; halbuki dalâlet "hayret"tir. Ve tetmîm ve
tekmîl budur. Beyânı budur ki: Vaktâki Hak
gördü ki, âbid, ancak kendi hevâsına ve hevâsının
tâatına inkıyâdı sebebiyle ibâdet etti; o şeyde ki o
ona, hevâya ibâdet eden eşhâsın ibâdetinden olduğu
halde, onunla emreder. Hattâ onun Allâh'a ibâdeti dahi
kezâlik hevâdan oldu; zîrâ onun için bu cenâb-ı
mukaddeste hevâ -ki onun muhabbeti ile olan irâdedir-
olmasa idi, Allâh'a ibâdet etmez ve O'nu gayr üzere
ihtiyâr eylemezdi. Ve kezâ suver-i âlemden bir sûrete
ibâdet edip onu ilâh ittihâz eden kimse, onu ancak hevâ
ile ilâh ittihâz etti. Böyle olunca âbid kendi hevâsının
tâht-ı saltanatında zâil değildir. Ondan sonra vaktâki
Hak Teâlâ gördü ki, ma'bûdât âbidlerde tenevvü eder;
imdi bir emre âbid olan onun gayrisine tapan kimseyi
tekfîr eder. Ve indinde ednâ ıttılâ' hâsıl olan âbid,
hevânın ittihâdından ve belki hevânın ahadiyyetinden
nâşi hayrete düşer. Zîrârâ o her bir âbidde ayn-ı
vâhidedir. Binâenaleyh Allah Teâlâ onu ıdlâl eyledi.
Ya'nî her bir âbidin ancak kendi hevâsına ibâdet etmesi
ve ister emr-i meşrû'a müsâdif olsun ister müsâdif
olmasın, ubûdiyyette ancak kendi hevâsı, ale's-seviyye
onu isti'mâl eylemesi ile, ilm üzere hayrete düşürdü
(12).
Fass-ı Lokmâni'de
(Lokman bölümünde)
izâh olunduğu (anlatıldığı)
üzere "ma'lûm"
(bilinen),
"şey"den eammdır;
(kapsamlıdır) ve "şey"in ilk mertebesi "ma'lûm"un
ikinci mertebesinden başlar ve “şey”in ikinci mertebesi,
âlem-i kesîf-i şehâdettir
(görülen kesif olan alemdir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Hakk'ın eşyâya (şeylere)
olan ilmi, ilm-i esmâi ve sıfâtîdir ki
(isimleri ve sıfatları ile
alakalı
ilmidir),
bunun tafsîli
(geniş açıklaması)
dahi emsile (örnekler)
îrâdı (getirmek)
sûretiyle Fassı-ı Şîsî'de
(Şîsî bölümünde)
mürûr etti (geçti).
İmdi (buna göre)
Allâh'ın eşyâya
(şeylere) olan ilm-i tafsîlîsini
(geniş, detaylı ilmini)
görmez misin? O ilim, ne ekmel
(mükemmel, kusursuz)
bir ilimdir! Ve Allah Teâlâ hevâsına
(hevesine) ibâdet
eden ve hevâsını (hevesini)
ilâh ittihâz eyleyen
(kabul eden) kimse
hakkında ilmi nasıl tetmîm etti
(tamamladı)?
Ve bu tetmîme
(tamamladığına)
işâreten
وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ
(Câsiye, 45/23) buyurdu. Halbuki dalâlet, "hayret"tir.
Ve hevâsına (hevesine)
ibâdet eden ve onu ilâh ittihâz eden
(kabul eden) kimse
hakkında ilmin tetmîmi
(tamamlanması) ve tekmîli
(kemale erdirilmesi)
dalâlet (sapınç)
olan "hayret" iledir. Ve ilmin "hayret" ile tetmîmi
(tamamlanması) şu
vechiledir (yönüyledir)
ki: Vaktâki (ne
vakit ki) Hak Teâlâ vücûd-i tafsîlîde
(açığa çıkmış detay aleminde
(dünyada)
gördü ki, âbid: (kul)
hevâya (hevesine)
ibâdet eden
eşhâsın (kişilerin)
ibâdeti
cinsinden olarak hevâsının
(hevesinin) emriyle ibâdet ettiği şeyde ancak kendi hevâsına
(hevesine) ve
hevâsının (hevesinin)
tâatına (ibadet ettiğine,
taptığına) inkıyâdı
(boyun eğmesi, teslim olması)
sebebiyle ibâdet etti. Hattâ âbidin
(kulun) Allâh'a
ibâdeti bile, kezâlik
(böylece) hevâdan
(hevesinden) neş'et etti
(ileri geldi) .
Zîrâ (çünkü)
âbidin (kulun)
nârdan (ateşten)
necâta (kurtuluşa)
veyâ ihrâz-ı derecâta
(derecelere erişmeye)
veyâhut kemâlât-ı nefsiyyeye
(nefsin kemal bulmasına,
olgunlaşmasına)
veyâ Hakk'ın sıfâtına veyâhut zâtına muhabbeti
(sevgisi, meyli) gibi
bir muhabbet (sevgi)
ile irâdeden (arzudan)
ibâret olan hevâsı,
(hevesi) o cenâb-ı
mukaddes-i İlahide
(kutsal, mübarek İlahide)
vâkı' (mevcut)
olmasa idi. Allah Teâlâ'ya ibâdet etmez ve Hakk’ı
"gayr" (başka)
ta'bîr olunan (denilen)
mezâhir (görüntü
yerleri) üzerine tercîh eylemez idi. Ve kezâ
(aynı şekilde)
mâsivâ-yı Hak (Haktan gayri)
i'tibâr olunan
(sayılan) suver-i âlemden
(evren suretlerinden)
bir sûrete ibâdet edip,
(tapınıp) onu ilâh ittihâz eden
(kabul eden) kimse
dahi, o sûreti, ancak hevâ
(isteği) ile
ilâh ittihâz eyledi
(kabul etti).
Şu halde âbid
(kul),
dâimâ saltanat-ı hevâsının
(isteğinin hükümdarlığı) tahtında
(altında) mahkûmdur.
Her neye ibâdet ederse etsin mutlakâ hevâsı
(hevesi, isteği)
sebebiyle ibâdet eder.
Bu görüşten sonra, vaktâki
(ne zamanki) Hak Teâlâ, ma'bûdâtta
(ilahlarda) âbidlerin
(kulların)
mütennevi' (çeşitli)
olduğunu gördü, böyle olunca, umûrdan
(şeylerden) bir emre
(şeye) ibâdet eden
her bir âbid (kul),
kendisinin ibâdet ettiği emirden
(şeylerden) gayrı
(başka) bir emre
(şeye) ibâdet eden
kimseyi tekfîr (kâfir görür)
ve inkâr eyler. Meselâ, müslim
(Müslüman) nasrânîyi,
(Hristiyanı) ve
nasrâni (Hristiyan)
müslimi (Müslümanı)
ve güneşe tapan hayvana tapanı ilh... inkâr
eder. Bu hal ibâdet-i teellühde
(nefsinin bağlandığı şeye
ibadette)
böyle olduğu gibi ibâdet-i teshîrde
(bir nesne ilah olarak
kabullenildiğinde)
dahi böyledir. Meselâ "abdü'l-mâl"
(mal kulu) "abdü'l-câh"ın
(makam kulunun)
revişini (tarzını)
ve tarz-ı hayâtını (hayat
tarzını) inkâr eder. Nitekim ehl-i ticâret,
(ticaret sahibi)
ehl-i mansıbın (devlet
hizmetinde çalışan memurun) hâlini beğenmez.
Ve indinde (görüşünde)
ednâ (çok az)
ıttılâ' (bilme)
ve tenebbüh
(uyanıklık, aklını başına toplama) hâsıl olan
(oluşan) âbid
(kul) ise, hevânın
(hevesin) bilcümle
(bütün) âbidlerde
(kullarda) müttehid
(birleşmiş)
olmasından ve belki hevânın
(hevesin) ahadiyyetinden
(tek oluşundan) nâşi
(dolayı),
ma'bûdât
(ilahlar) arasından
bir ma'bûdu (ilahı)
intihâb edip (seçip)
onu ibâdete tahsîs edemediği
(ayıramadığı) cihetle
(bakımından),
bu mâ'bûdât-ı mütennevvia’
(çeşitli ilahlar)
arasında hayrete düşer. Çünkü her bir âbid
(kul) hevâsına
(hevesine) tapar ve "hevâ"
(heves) âbidlerin
(kulların)
cümlesinde (hepsinde)
ayn-ı vâhidedir (tek
şeydir, tek hakikâttir).
İşte Hak Teâlâ vücûd-ı tafsîlîde
(açığa çıkmış detay varlıkta
(dünyada) bu hallerin böyle olduğunu gördüğü
ve ilm-i ihtibârî (deneme
sınama ilmi)
ile bildiği
için, kendinde azıcık ıttılâ'
(bilgi) hâsıl
(olmuş) olan
âbidi
(kulu) ıdlâl eyledi.
(delalete düşürdü, şaşırttı)
Ya'ni o âbidi,
(kulu) ilm üzere hayrete düşürdü: Zîrâ
(çünkü) o âbid
(kul) bildi ki, her
bir âbid (kul)
ancak kendi hevâsına
(hevesine) ibâdet eder. Ve ubûdiyyete
(kul olmaya) o âbidi
(kulu) isti'mâl
eden (kullanan)
ancak kendi hevâsıdır
(hevesidir).
Onun bu hevâsı
(hevesi) ister emr-i meşrû'a
(şeriate) müsâdif
(uygun) olsun,
ister olmasın müsâvîdir.
(eşittir) Meselâ
ibâdet-i teshîrde (nesneyi
ilah
kabullenen) bir kimse
"abdü'n-nisâ" (kadının kulu)
olur; onun bu hevâsı
(hevesi) kendisini
nikâh ile dört kadın almağa veyâhut müteaddid
(birçok) câriye alıp
istimtâ'a (faydalanmaya)
sevk eder
(sürükler).
Bu ise emr-i meşrû'dur (şeriate
uygundur) . Binâenaleyh
(bundan dolayı)
onun hevâsı (isteği)
emr-i meşrû'a (şeriate)
müsâdif (uygun)
olur. Ve bir diğeri "abdü'n-nisâ"
(kadının kulu) olur.
Fakat gayrın (başkasının)
taht-ı nikâhında
(nikahı altında) veyâ taht-ı temellükünde
bulunan (kendine mal ettiği)
kadınlar ve câriyelerle istimtâ'a
(faydalanmaya) meyl
eder (yönelir) ki,
bu hal zinâ olduğu için, o âbidin
(kulun) hevâsı
(hevesi) emr-i gayr-i
meşrû'a müsâdif olur (şeriate
uygun olmaz) .
Fakat her iki sûrette de o âbidleri
(kulları) ale's-seviyye
(eşit şekilde)
kendi hevâları (hevesleri)
isti'mâl etmiştir
(kullanmıştır).
Devam edecek |