BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC "HİKMET-İ İMÂMİYYE"
BEYÂNINDADIR
Velâkin emri alâ-mâ-hüve-aleyh ârif olanlar, abede-i
esnâmın bu sûretlerden onların a'yânına ibâdet etmeyip,
ancak onlardan ârif oldukları sultân-ı tecellînin hükmü
ile, onlarda Allâh'a ibâdet ettiklerine ilimleriyle
berâber, suverden ibâdet olunan şeye inkâr sûretiyle
zâhir olurlar. Zîrâ muhakkak onların ilimde mertebeleri,
imân ettikleri resûlün hükmünden dolayı vaktin hükmü ile
olmalarını onlar üzerine i'tâ eder ki, onlar o sebeble
mü'minîn tesmiye olundular. İmdi onlar vaktin ibâdıdır.
Ve mütecellî olan Hakk'a kendisi için ilim olmayan
münkir, onu câhil oldu ve nebîden ve resûlden ve
vârisden ârif-i mükemmil olan ise ondan onu setretti.
Böyle olunca resûl-i vaktin onlardan ictinâbından nâşi,
resûl-i vakte ittibâ’an ve Allâh’ın
تُحِبُّونَ اللّه
َقُلْ
إِن كُنتُمْ
(Âl-i İmrân, 3/31) kavliyle onlara muhabbetinde
tama'an, onlara o suverden ictinâb ile emreyledi (14).
Ya'nî emrin (işlerin)
hakîkatini ilm-i İlahi
(İlahi biliş) ve keşf-i rabbâni
(rabbani açılımlar)
ile anlayan zevât-ı kirâm,
(muhterem, ulu kişiler) taştan, ağaçtan ve
ma'denden yaptıkları esnâma
(putlara) ibâdet eden eşhâsın
(kimselerin),
bu sûretlerin a'yânına
(açığa çıkmış suretlerine),
ya'nî vücûd-ı
kesîf-i zâhirlerine (görünen
madde vücutlarına) tapmadıklarını ve ancak o
sûretlerden anladıklarını sultân-ı tecellînin
(tecelli eden sultanın)
hükmü ile bu sûretlerde mütecellî olan
(görünen) Allâh'a
ibâdet ettiklerini bilirler. Bunun böyle olduğunu
bilmekle berâber, o ârifler ibâdet olunan esnâm
(putların)
sûretlerini inkâr sûretiyle zâhir
olurlar
(görünürler). Çünkü, onların ilimde olan
mertebeleri, îmân etmiş oldukları resûlün
(peygamberin) hükmüne
tebean (uyarak),
mecâli-i İlahiyyeden
(İlahi aynalardan)
bir meclâ (ayna)
olan vaktin (çağın)
hükmü muktezâsınca
(gereğince) hareket etmelerini mûcib olur
(gerektirir).
Ve onlar resûle
(peygambere) tâbi' oldukları
(uydukları) için
kendilerine "mû'minîn" tesmiye olundu
(denildi) .Zîrâ
(çünkü) onların tâbi'
oldukları (uydukları)
vaktin (zamanın)
resûlü (peygamberi),
getirdiği şerîat mûcibince
(gereğince) o
sûretlere tapanları inkâr etti. Ve ümmetini ilâh-ı
mukayyedden (kayıtlı, sınırlı
ilahtan),
İlâh-ı mutlaka (sınırsız,
kayıtsız ilaha) da’vet eyledi. Çünkü mukayyed
(kayıtlı) her ne
kadar min-haysü'l-hakîka
(hakikâti itibariyle) mutlakın
(kayıtsızın) aynı ise
de, min-haysü'z-zâhir (zahiri
bakımından) kendi mertebesinde mutlakın
(kayıtsızın) aynı
değildir. Binâenaleyh (bundan
dolayı),
isneyniyyet (ikilik)
üzerine müstenid olan
(dayanan)
şerîat mûcibince (gereğince)
elbette abede-i esnâmın
(putlara tapanların)
inkârı lâzım gelir. Binâenaleyh
(bundan dolayı),
ârifler (Hakk’ı
bilenler) vaktin
(zamanın) ibâdıdır
(kuludur).
Zîrâ (çünkü)
Hak her bir vakitte bir tecellî
(belirme) ile
mütecellîdir (görünmektedir)
ve vaktin
(zamanın) resûlû
(peygamberi),
hükmü gâlib
(üstün) olan o tecellî üzerine olduğu gibi,
ona tâbi' olan (uyan)
ârifler dahi, bu hükm-i gâlib
(üstün olan hüküm)
dâiresinde (sınırları
içersinde) hareket ederler. Resûl
(peygamber),
halkı o vakitte tecelli eden
(görünen) Hakk'a da'vet eder. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
ârifler vaktin (zamanın)
resûlüne tabi' olup
(uyup, bağlı kalıp)
onun şerîatı mûcibince
(gereğince) abede-i esnâmı
(putlara tapanları)
inkâr etmekle berâber, min-haysü'l hakîka
(hakikâti bakımdan)
her mazharda (görüntü yerinde
(birimde) Hakk'ı ârif olurlar.
(bilirler) Ve emri
(işleri) hakîkat üzre
bilmeyen ve zâhir-i şerîata (şeriatin
zahirine) tevessül ile
(sarılarak) iktifâ
eden (yetinen)
mü'min-i münkir (inkarcı
Müslüman) ise mezâhir-i esnâmda
(putlarda) Hakk'ın zuhûrunu (meydana
çıktığını, göründüğünü) bilmediği için,
onlarda mütecelli olan
(görünen) Hakk'ı câhil oldu
(bilemedi).
Ve nebi ve resûl ve onların vârisi
(mirasçısı) cinsinden
olan ârif-i mükemmil (kemale
ermiş arif), takyîdden
(kayıtlılıktan)
ıtlâka (kayıtsızlığa)
teveccüh (yönelme)
isti'dâdını hâiz (sahip)
olan kimseleri tekmil
(kemale erdirmek)
için, suver-i esnâmda
(putların suretlerinde) mütecellî olan
(görünen) Hakk'ı setr
etti (örttü).
Böyle olunca vâris (mirasçı)
cinsinden olan ârif-i mükemmil
(kemale ulaşmış arif)
esnâma (putlara)
ibâdet eden ehl-i hicâbın
(perdeli kişilerin) o
sûretlerden ictinâb etmelerini
(uzaklaşmalarını)
emretti. Çünkü vaktin
(zamanın) resûlü
(peygamberi) o sûretlerden ictinâb etti
(çekindi, uzaklaştı)
ve o sûretlerde Hakk'a ibâdet olunmak keyfîyyetini
(hususunu) men'
eyledi (yasakladı).
Ve ârif-i mükemmil
(kemale ulaşmış arif)
dahi, Allâh'ın kendilerine muhabbet etmesine
(sevmesini) tama'
(çok arzu)
ettiklerinden dolayı resûle tebean
(uyarak) böyle
yaptılar. Çünkü Allah Teâlâ:
قُلْ إِنكُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ
فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ
(Âl-i İmrân, 3/31) ya'nî “Ey nebiyy-i zî-şânım, de ki!
Eğer siz, Allâh'a muhabbet ederseniz,
bana tâbi' olun;
Allah Teâlâ sizi sevsin" âyet-i kerîmesinde
muhabbet-i İlahiyyeyi
(Allah’ın sevgisinin),
ittibâ'-ı Resûl'e
(resule bağlı olmakla) ta'lîk buyurdu
(bağıntılı olduğunu gösterdi).
İmdi Resûl (a.s.) İlâha da'vet etti ki, ona muhtâc
olunur ve icmâl haysiyyetinden bilinir ve müşâhede
olunmaz. Ve "Basarlar O'nu idrâk etınez" (En'âm, 6/ 103)
belki a'yân-ı eşyâda lutfundan ve sereyânından nâşî, "O
basarları idrâk eder. "(En'âm, 6/103). İmdi ebsâr,
kendilerinin eşbâhını ve suver-i zâhiresini müdebbir
olan ervâhını idrâk etmediği gibi, onu idrâk etmez.
Binâenaleyh, o latîftir. Bevâtın ve zevâhiri habîrdir ve
"hibret" zevktir ve "zevk" tecellîdir ve tecelî
suverdedir. Böyle olunca, suver lâ-büddür. Ve Hak
lâbüddür ve onu gören kimsenin kendi hevâsıyla ona
ibâdet etmesi lâ-büddür, eğer anladın ise. Ve sebîlin
kasdı Allâh'adır (15).
Ya'nî Resûl (peygamber)
(a.s.) ümmetini İlâh-ı mutlaka
(kayıtsız İlaha)
da'vet etti. Ve onun da'vet ettiği İlâh öyle bir İlâh-ı
mutlaktır (kayıtsız, sınırsız
İlahtır) ki "Samed"dir, ya'nî her şeyin
vücûdu (varlığı)
ona muhtaçtır. Ve onun zâtı âlem-i tafsîl
(detay âlemi)
ve takyîd
(kayıtlı) olan âlem-i mâddiyyâtta
(madde âleminde)
müşâhede olunmayıp
(görünmeyip) icmâl
(öz, özet) ve ıtlâk
(kayıtsızlık)
cihetiyle (yönüyle)
bilinir. Ve onun kemâl-i letâfetinden
(nurunun şeffaflığından)
ve a'yân-ı eşyâda (açığa
çıkmış varlıklarda) bu letâfetiyle
(şeffaflığıyla)
sereyânından (yayılmasından)
dolayı "Gözler O'nu idrâk etmez" (En'âm,
6/103). Belki her şeyde letâfetle
(şeffaflıkla) sârî
olduğu (yayıldığı)
için, "O gözleri idrâk eder." (En'âm, 6/103).
Nitekim, insanın kendi cesedini ve kesîf
(madde) olan sûret-i zâhiresini
(madde bedenini) müdebbir olan
(tedbir eden, idare eden)
rûhu mevcûd iken, insanın gözü bu rûhu idrâk etmez.
İşte, ebsârın (gözlerin)
onu idrâk edememesi de böyledir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Hak latîftir (şeffaftır)
ve zâhirleri
(dışta olanları) ve bâtınları
(içte olanları)
habîrdir (bilendir
. Ve letâfet
(şeffaflık) ve
hibrete (bilgiye)
müteallik (ait)
izâhât (geniş açıklama)
Fass-ı Lokmânî'de
(Lokman bölümünde) mûrür etti
(geçti).
Ve "hibret" zevk ile
hâsıl olur; (oluşur)
ve "zevk" ise tecellîdir; ve tecellî
dahi sûretlerde hâsıl olur
(oluşur).
Şu halde, Hakk'ın tecellîsi
(görünmesi) için sûretlerin vücûdu
(varlığı) lâzımdır ve sûretlerde mütecellî
olmak (görünmek)
için Hakk'n vûcüdu (varlığı)
elzemdir
(lüzumludur).
Bu takdirde sûretlerde mütecellî olan
(görünen) Hakk'ı
onlarda müşâhede eden (gören)
kimsenin kendi hevâsı
(hevesleri) ve meyl-i
nefsîsi (nefsi yönelimi)
ile Hakk'a ibâdet etmesi iktizâ eder
(gerekir). Ve'l-hâsıl
(kısaca) Latîfin
müşâhedesi (seyredilmesi)
onun tecellîsi
(belirmesi, görünmesi) vâsıtası ile olur. Ve
tecellînin (belirmenin)
vukû'u (meydana
gelmesi) için dahi bir mahall-i kesîf
(maddeleşmiş yer)
lâzımdır. O mahall-i kesîf
(maddeleşmiş mahal) dahi sûrettir.
Misâl:
Zihne mütebâdir olan (bir
anda gelen)
bir ma'nâ latîf (şeffaf)
olduğu için basar-ı hissî
(beden gözü) ile
müşâhede olunmaz (görünmez);
o ma'nâ bir mahall-i kesîfde
(madde olan bir yerde)
mütecellî olmak
(görünmesi) lâzımdır. O mahall-i kesîf
(madde yer) dahi
kağıt üzerine mürekkeble nakşolunan
(işlenen (yazılan)
suver-i hurûf (harf
şekilleri) ve kelimâttır
(kelimelerdir).
Suver-i kesîfe-i kelimât
(kelimelerin kesif, koyu
suretleri) ecsâd
(gövdeler, cesetler) ve maâni
(manalar) dahi
onların ervâhı (ruhları)
menzilesindedir.
(derecesindedir) Mesnevî:
حبس آن صافي درين جاي كدر
كفت يا عمر چه حكمت بود سر
جان صافي بستهء ابدان شده
آب صافي در گلي پنهان شده
معنئ را بند حرفي ميكني
كفت تو بحث شكرفي ميكني
بند حرفي كردهء تو باد را
حبس كردي معنئ آزاد را
Tercüme: "Rûm elçisi dedi: Ey Hz. Ömer, ne hikmet ve ne
sır idi ki, o sâfî (arı,
temiz, katıksız) olan rûh bu münkedir
(bulanık) olan
mahalde (yerde)
habs (hapis) oldu.
Saf olan su, çamurun içinde gizlenmiş, cân-ı sâfi
(saf can) bedenlere
bağlanmıştır. Hz. Ömer (r.a.) buyurdu: Sen derin bahs
(konu) açıyorsun.
Ma'nâyı hurûfa (harflere)
rabt ediyorsun
(bağlıyorsun).
Âzâd (bağımsız,
hür) olan ma'nâyı harf ve savt ile habsettin.
Rüzgârı sen harfe bağladın".
İmdi (buna göre),
mâdem ki sûret olmayınca latîf
(şeffaf (nur) olan
Hakk'ın müşâhedesi
(görünmesi) mümkün değildir, o halde, sûrete
bir meyl (eğilim, yönelme)
lâzımdır ve o meyl ise hevâdır
(hevestir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ibâdet-i şuhûdiyye
(görünen ibadet)
ancak meyl-i nefsî (nefsin
meyli, eğilimi) ile olur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bir
şeye ancak hevâ (heves arzu)
ile ibâdet olunmuş olur.
Eğer bizim bu fass-ı münifte
(kıymetli eserde) beyân ettiğimiz
(anlattığımız)
hakâikı (hakikâtleri)
anladın ise bu böyledir. İzâh-ı tarîk
(gidilecek yolu anlatma)
ve beyân-ı tahkîk
(gerçeği açıklama)
Allah üzerinedir. Ve yolun nihâyeti
(sonu) cemi'-i esmâ-i
İlahiyyeyi (bütün İlahi esmayı) câmi' olan
(toplayan) mertebe-i ulûhiyyete
(uluhiyet mertebesine (Allah’a)
çıkar.
Cümâde'l-ülâ 336. 18 Şubat 334. Pazartesi gecesi sâat-i
ezânî 5.
Devam edecek |