[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
"Hikmet-i ulviyye"nin
(yükseklik ile ilgili hikmetin) "Kelime-i
Mûseviyye"ye (Musa
kelimesine) izâfesine
(bağlı kılınmasına)
sebeb budur ki: Mûsâ (a.s.) rûsül-i kirâmın
(büyük, ulu resullerin)
birçokları üzerine vücûh-i adîde
(birçok sebep, imkân)
ile sâhib-i rüchândır
(üstünlük sahibidir) ve mertebesi onların
mertebesinden âlîdir
(yüksektir).
Birinci vecih (şekli):
قَالَ يَا مُوسَى إِنِّي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ
بِرِسَالاَتِي وَبِكَلاَمِي فَخُذْ مَا آتَيْتُك
(A'râf, 7/144) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere Mûsâ
(a.s.) bilâ-vâsıta
(vasıtasız) Allah'dan ahz etmiştir
(almıştır).
İkinci vecih (şekli):
ان الله كتب التورية بيده
hadis-i şerîfînde beyân buyrulduğu
(bildirildiği) üzere,
Allah Teâlâ Tevrât-ı şerîfî
(kutsal tevratı)
esmâ-i İlâhiyyesinden (İlahi
isimlerinden) birini tevsît buyurmaksızın
(vasıta kılmaksızın,
araya sokmaksızın) kendi nefsiyle kitâbet
etti (yazdı).
Üçüncü vecih (şekil):
Mûsâ (a.s.)’ın cem'iyyet-i esmâiyyeye
(toplanmış isimlere)
nisbeti (oranı),
(S.a.v.) Efendimiz'in cem'iyyetine
(topluluğuna)
karîbdir (yakındır).
Zîrâ (çünkü)
kendisinin zevkı ism-i Zâhir
(zahir ismi) üzerine olduğundan meşreb-i âlîsinde
(yüce yaratılışında)
tenzîh gâlib (üstün)
idi. İsm-i Bâtın (batın
isminin) ahkâmından
(hükümlerinden) dahi
istihsâl-i haz ederek (haz
elde ederek) zevk-ı Muhammedî
(Muhammed a.s.’ın zevki)
üzere tenzîh ile teşbîh beynini
(arasını) cem' etmek
(toplamak) için
kendisi
مرضتُ لم تعدني وجُعْت لم تطعمن
ya'nî "Hasta oldum hatırımı sormadın; acıktım,
doyurmadın" gibi hitâbât-ı celîle
(ulu hitap) vârid
oldu (geldi).Ve
ism-i Bâtın'a (batın ismine)
taalluk eden
(ilişkili olan) ulûm-i ledünniyye
(gayb ilimlerinin (Allah
sırlarına ait manevi bilgilerin) ) zevkıyle
de mütezevvık olması (zevk
almış olması) için Hızır (a.s.)ın sohbetine
teşvîk buyruldu (özendirildi).
Nitekim bu, fass-ı şerîfte
(şerefli konuda) izâh
edilecektir (anlatılacaktır).
Dördüncü vecih (yönü):
Kesret-i ümmet
(ümmetinin çokluğu) hasebiyle
(bakımdan) rusül-i
kesîre (birçok resul)
üzere fazl
(fazilet) ve
rüchânının (üstünlüğün)
sübûtudur (meydana
çıkmasıdır), zîrâ
(çünkü) (S.a.v) Efendimiz, kendilerine ümem
(ümmetler) arz
olunduğu (gösterildiği)
vakit, enbiyâdan
(nebilerden) bir nebînin ümmetini, Mûsâ
(a.s.)’ın ümmetinden daha çok görmediklerini hadis-i
şerîflerinde buyurmuşlardır.
Beşinci vecih (yönü):
Fir'avn
أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
Nâziât, 79/24) diyerek da'vâ-yı ulviyyet
(uluhiyyet iddia)
etmiş idi. A'vân
(yardımcıları) ve ensârı
(koruyucuları) olan
Fir'avn'a Mûsâ (a.s)’ın tek başına olarak galebe
(yenmesi) ve
isti'lâsı (ele geçirmesi)
zâhiren
(görünüşte) müsteb'ad olduğu
(uzak görüldüğü)
halde, Hak Teâlâ hazretleri
لَا تَخَفْ إِنَّكَ أَنتَ الْأَعْلَى
(Tâhâ, 20/68) buyurdu. Ve Fir’avn’a mukabele ederek
(karşı gelerek)
sernigûn (baş aşağı)
eyledi. Mesnevî:
اين بخوردآن را بتو فيق خدا
ازدها بود و عصا شد ازدها
تابه
يزدان كه اليه النتهى
دست شد بالاي دست اين كجا
جمله درياها چو جوي پيش آن
كان يكي درياست بي غورو گران
پيش الا الله انها جمله لا ست
حيلها و چا رها گراثه دها ست
محو شد والله اعام بالرشاد
چون رسيد اينجا بيانم سر نهاد
Tercüme: "Fir'avn ejderhâ idi, asâ-yı Mûsâ
(Musa’nın değneği)
dahi ejderhâ oldu. Tevfîk-ı Hudâ
(Tanrının yardımı)
ile bu, onu yedi. El, elin fevkinde
(üstünde) oldu. Bu nereye kadardır, bilir misin?
وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى
(Necm, 53/42) âyet-i kerîmesi mûcibince
(gereğince) bu
tefevvuk (üstün olma,
yükselme) Yezdân'a
(Hakk’a) kadar gider:
Öyleki yed-i Mûsâ, (Musa’nın
eli) ki kudret-i Hak'tır
(Hakk’ın kudretidir),
ka'r (dibi)
ve kenarı olmayan bir deryâdır
(denizdir).
Bütün deryâlar
(denizler) onun önünde bir sel gibidir.
Hileler ve tedbîrler,
(önlemler, çareler) eğer ejderha farz
olunursa (sayılırsa),
vücûd-i hakîkî
(gerçek varlık) olan Allah'ın önünde hepsi
"lâ"dır, (yoktur)
hayâldir. Vaktâki (ne vakit
ki) sözlerim burayâ vâsıl oldu
(ulaştı),
hepsi secdeye baş koydu. Ve harf ve savt
(ses) mahv
(helak, yok) oldu.
Artık sûret kalmadı. Doğru yolu bilen ancak Allâhü Zü'-l
Celâl hazretleridir."
Devam edecek |