Füsûs-ül Hikem

287. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

"Hikmet-i ulviyye"nin (yükseklik ile ilgili hikmetin) "Kelime-i Mûseviyye"ye (Musa kelimesine) izâfesine (bağlı kılınmasına) sebeb budur ki: Mûsâ (a.s.) rûsül-i kirâmın (büyük, ulu resullerin) birçokları üzerine vücûh-i adîde (birçok sebep, imkân) ile sâhib-i rüchândır (üstünlük sahibidir) ve mertebesi onların mertebesinden âlîdir (yüksektir).

Birinci vecih (şekli):    قَالَ يَا مُوسَى إِنِّي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالاَتِي وَبِكَلاَمِي فَخُذْ مَا آتَيْتُك    (A'râf, 7/144) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere Mûsâ (a.s.) bilâ-vâsıta (vasıtasız) Allah'dan ahz etmiştir (almıştır).

İkinci vecih (şekli):   ان الله كتب التورية بيده    hadis-i şerîfînde beyân buyrulduğu (bildirildiği) üzere, Allah Teâlâ Tevrât-ı şerîfî (kutsal tevratı) esmâ-i İlâhiyyesinden (İlahi isimlerinden) birini tevsît buyurmaksızın (vasıta kılmaksızın, araya sokmaksızın) kendi nefsiyle kitâbet etti (yazdı).

Üçüncü vecih (şekil): Mûsâ (a.s.)’ın cem'iyyet-i esmâiyyeye (toplanmış isimlere) nisbeti (oranı), (S.a.v.) Efendimiz'in cem'iyyetine (topluluğuna) karîbdir (yakındır). Zîrâ (çünkü) kendisinin zevkı ism-i Zâhir (zahir ismi) üzerine olduğundan meşreb-i âlîsinde (yüce yaratılışında) tenzîh gâlib (üstün) idi. İsm-i Bâtın (batın isminin) ahkâmından (hükümlerinden) dahi istihsâl-i haz ederek (haz elde ederek) zevk-ı Muhammedî (Muhammed a.s.’ın zevki) üzere tenzîh ile teşbîh beynini (arasını) cem' etmek (toplamak) için kendisi    مرضتُ لم تعدني وجُعْت لم تطعمن    ya'nî "Hasta oldum hatırımı sormadın; acıktım, doyurmadın" gibi hitâbât-ı celîle (ulu hitap) vârid oldu (geldi).Ve ism-i Bâtın'a (batın ismine) taalluk eden (ilişkili olan) ulûm-i ledünniyye (gayb ilimlerinin (Allah sırlarına ait manevi bilgilerin) ) zevkıyle de mütezevvık olması (zevk almış olması) için Hızır (a.s.)ın sohbetine teşvîk buyruldu (özendirildi). Nitekim bu, fass-ı şerîfte (şerefli konuda) izâh edilecektir (anlatılacaktır).

Dördüncü vecih (yönü): Kesret-i ümmet (ümmetinin çokluğu) hasebiyle (bakımdan) rusül-i kesîre (birçok resul) üzere fazl (fazilet) ve rüchânının (üstünlüğün) sübûtudur (meydana çıkmasıdır), zîrâ (çünkü) (S.a.v) Efendimiz, kendilerine ümem (ümmetler) arz olunduğu (gösterildiği) vakit, enbiyâdan (nebilerden) bir nebînin ümmetini, Mûsâ (a.s.)’ın ümmetinden daha çok görmediklerini hadis-i şerîflerinde buyurmuşlardır.

Beşinci vecih (yönü): Fir'avn    أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى    Nâziât, 79/24) diyerek da'vâ-yı ulviyyet (uluhiyyet iddia) etmiş idi. A'vân (yardımcıları) ve ensârı (koruyucuları) olan Fir'avn'a Mûsâ (a.s)’ın tek başına olarak galebe (yenmesi) ve isti'lâsı (ele geçirmesi) zâhiren (görünüşte) müsteb'ad olduğu (uzak görüldüğü) halde, Hak Teâlâ hazretleri    لَا تَخَفْ إِنَّكَ أَنتَ الْأَعْلَى    (Tâhâ, 20/68) buyurdu. Ve Fir’avn’a mukabele ederek (karşı gelerek) sernigûn (baş aşağı) eyledi. Mesnevî:

اين بخوردآن را بتو فيق خدا                    ازدها بود و عصا شد ازدها    

                       تابه يزدان كه اليه النتهى                   دست شد بالاي دست اين كجا       

                  جمله درياها چو جوي پيش آن               كان يكي درياست بي غورو گران         

                   پيش الا الله انها جمله لا ست                   حيلها و چا رها گراثه دها ست            

                      محو شد والله اعام بالرشاد                   چون رسيد اينجا بيانم سر نهاد

Tercüme: "Fir'avn ejderhâ idi, asâ-yı Mûsâ (Musa’nın değneği) dahi ejderhâ oldu. Tevfîk-ı Hudâ (Tanrının yardımı) ile bu, onu yedi. El, elin fevkinde (üstünde) oldu. Bu nereye kadardır, bilir misin?    وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى    (Necm, 53/42) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) bu tefevvuk (üstün olma, yükselme) Yezdân'a (Hakk’a) kadar gider: Öyleki yed-i Mûsâ, (Musa’nın eli) ki kudret-i Hak'tır (Hakk’ın kudretidir), ka'r (dibi) ve kenarı olmayan bir deryâdır (denizdir). Bütün deryâlar (denizler) onun önünde bir sel gibidir. Hileler ve tedbîrler, (önlemler, çareler) eğer ejderha farz olunursa (sayılırsa), vücûd-i hakîkî (gerçek varlık) olan Allah'ın önünde hepsi "lâ"dır, (yoktur) hayâldir. Vaktâki (ne vakit ki) sözlerim burayâ vâsıl oldu (ulaştı), hepsi secdeye baş koydu. Ve harf ve savt (ses) mahv (helak, yok) oldu. Artık sûret kalmadı. Doğru yolu bilen ancak Allâhü Zü'-l Celâl hazretleridir."

Devam edecek

 

 
 
İzmir -18.09.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com