[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Mûsâ eclinden ebnânın hikmet-i katli, onun eclinden
katlolunan her birinin hayâtı, ona imdâd ile avde etmesi
içindir. Zîrâ her biri Mûsâ olmak üzere katlolundu.
Halbuki, cehil vâkı' değildir. İmdi her birinin hayâtı,
ya'nî onun eclinden maktûl olanın hayâtı, Mûsâ'ya âit
olmak lâ büddür. O da fıtrat üzere hayât-ı tâhiredir ki,
a'râz-ı nefsiyye ile mütedennis
değildir. Belki o fıtrat üzeredir. Böyle olunca
Mûsâ, o olmak üzere katlolunanlar hayâtının mecmû'u
oldu. Binâenaleyh, isti'dâd-ı rûhunun mahsûs olduğu
şeyden, bu maktûl için tehiyye olunan her bir şey
Mûsâ'da mevcûd idi. Ve bu Mûsâ'ya ihtisâs-ı ilâhîdir.
Ondan evvel bir kimseye vâkı' olmadı. Zîrâ muhakkak
hikem-i Mûsâ çoktur. Ve ben inşâallâhu Teâlâ hâtırımda
onunlâ emr-i ilâhî vâkı' mikdâr üzere bu bâbda onları
serd ederim. İmdi bu, bu bâbdan onunla müşâfehe
olunduğum şeyin evvelidir ( 1 )
Metnin (konunun)
îzâhından (açıklanmasından)
evvel bir mukaddime
(önsöz) irâdına
söylemeye) lüzüm
vardır. Şöyle ki: Vücûd-i mutlakın
(kayıtsız varlığın)
merâtib-i tenezzülâtı
(mertebelere inişleri) Fass-ı Ademî
(Adem bölümünün)
evâilinde (başlarında)
ve sırası düştükçe diğer fasslarda
(bölümlerde) îzâh
edilmiş (anlatılmış)
olduğundan burada tekrârına hâcet
(lüzum) görülemez. Bu
izâhâttan (anlatımlardan)
müstebân (aşıkâr)
olmuştur ki, vücûd-i mutlak
(kayıtsız varlık)
nâmütenâhî (sonsuz)
niseb (sıfatlar)
ve izâfât (izafilikler)
sâhibi olup bunlar onun mertebe-i
ahadiyyetinde (ahad olan
mertebesinde (zatında) ) mahv
(bitmiş, ortadan kalkmış)
ve müstehlektir
(tükenmiştir).
Nisbet-i meşiyyet
(meşiyyet sıfatı (Hakk’ın iradesi) ) zuhûr
(görünme) ve ızhâr'a
(göstermeye)
taalluk ettikde (ilişkili
olduğunda),
o vücûd-i mutlak
(kayıtsız varlık),
bu esmâ (isimler)
ve sıfât
(sıfatlar) sûretiyle mertebe-i ilme
(ilim mertebesine)
tenezzül eder (iner).
Bu öyle bir tecellîdir
(oluşumdur)
ki, onun zâtından zâtına vâkı' olur
(gerçekleşir.)
Zîrâ (çünkü)
vücûd-i hakîkî
(gerçek varlık) nâmütenâhî
(sonsuz) olduğundan
onun vücûdunun (varlığının)
hudûdu (sınırı)
yoktur ki, edeceği tecellî kendi vücûdunun
(varlığının) hâricine
(dışına) vâkı'
(gerçekleşmiş)
olabilsin. İşte "feyz-ı
akdes" (zatından zatına
tecelli) ta'bîr olunan
(denilen) bu tecellî
(oluşum) ile
zâtında mündemic olan
(bulunan) bilcümle
(bütün) esmâ
(isimler) ve sıfat
sûretleri onun mertebe-i ilminde
(ilim mertebesinde)
sâbit (belirlenmiş)
oldu. Ve her bir isim ve sıfat kendilerine mahsûs
(ait) olan ahvâl
(haller) ile
yekdiğerinden (biri
diğerinden) bu mertebede temeyyüz edip
(benzerlerinden farklı olup)
ayrıldı.
İmdi (buna göre)
her bir isimde iki delâlet
(işaret) vardır. Birisi Zât'a, diğeri mevzû'
(konu) olduğu
ma'nâya aittir. Meselâ Semî' ismi mevzû'
(konu) olduğu ma'nâ
i'tibâriyle (bakımından) Basîr, Kadîr, Mürîd ilh.., isimlerinin hizmetini
göremez. Ondan beklenen "işitmek" keyfîyyetidir
(özelliğidir).
Bununla berâber sem'iyyet
(işitmeklik) Zât'ın
bir sıfâtı olduğundan Semî' ismi dahi Zât'ına delâlet
(işaret) eder. Fakat,
Allah ve Rahmân ve Hak gibi birtakım isimler vardır ki;
onlar cemi'-i esmâyı (bütün
isimleri) muhit olduklarından
(ihata ettiklerinden,
kuşattıklarından) ancak Zât'a delâlet
(işaret) ederler. Şu
halde esmâ külliyyet
(bütünlük, tümel oluş) ve cüz'iyyet
(parça, kısım olmak)
i'tibâriyle (hususiyeti)
de yekdiğerinden
(biri diğerinden) farklıdırlar. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
her bir ism-i küllînin (tümel
ismin) tahtında
(altında) bir çok esmâ-i cüz'iyye
(kısım, parça isimler)
vardır ki, o ism-i küllî
(tümel isim) bu esmâ-i cüz'iyyenin
(kısım, parça isimlerin)
imâmı (başı)
ve hâkimidir (hükmedenidir).
Ve esmâ-i cüz'iyye de (kısım,
parça isimler de) tâbi' oldukları
(uydukları, itaat ettikleri)
esmâ-i külliyyenin
(tümel isimlerin)
ümmetleri ve hâdimleri
(hizmetkârları) mesâbesindedirler
(derecesindedirler).
Ve bu esmâ-ı külliyye
(tümel isimler)
Kur'ân-ı Kerim'de ve ahâdîs-i şerîfede
(hadisi şeriflerde)
“(99) aded olarak mazbûttur
(kaydedilmiştir).
Esmâ-i cüziyye-i nâmütenâhiyye
(sonsuz olan cüzi isimler)
bunların taht-ı hîtasındadır
(hükmü altındadır).
Meselâ bu doksan dokuz isimden birisi olan "Musavvir"
ismini alalım. Fezâdaki
(uzaydaki) ecrâmdan
(cisimlerden) tut da
arzdaki (dünyadaki)
eczâ-yı billûriyyeye (en
küçük billur parçacıklarına) varıncaya kadar
ne kadar suver (suretler)
ve eşkâl
(şekiller) varsa-hepsi bu ism-i küllînin
(tümel ismin)
mazharıdır (göründüğü
mahaldir).
Ve bu ism-i küllî (tümel
isim) murabbi'
(kare yapan) müsellis,
(üçlü yapan) mutavvil,
(uzunluk veren)
müdevvir, (daire çember
yapan) muhaddib,
(dış bükey yapan) muka"ır:
(içbükey yapan)
münakkıt, (nokta yapan)
muhattıt (tahtit
eden, çizgi yapan) ilh..: esmâ-i
nâmütenâhiyyenin (sonsuz
isimlerin) reîsi
(başkanı) ve hâkimidir
(hükmedenidir).
Ve reîs olan ismi "Musavvir", bir sûret ızhâr
edeceği (göstereceği)
vakit kendi hâdimleri
(hizmetkârları) mesâbesinde
(derecesinde) bulunan
bu isimlerden birine veyâ birkaçına emreyler
(emir verir).
Diğer esmâ-i küllîyye de
(tümel isimler de) buna kıyâs olunsun
(bununla karşılaştırılsın).
İmdi (buna göre)
her bir Nebî (Peygamber)
bir ism-i küllînin
(tümel ismin)
mazharıdır (göründüğü
mahalldir). Meselâ
İsmâil (a.s.)’ın mazhar
(görüntü mahalli) olduğu ism-i küllî
(tümel isim) "Aliyy"
ve Sâlih (a.s.)’ın ism-i küllîsi
(tümel ismi) dahi "Fettâh"
ism-i şerîfleridir (mübarek
ismidir).
Her ne kadar enbiyâ-i zî-şân
(şerefli, ulu Nebiler),
insân-ı kâmil
(kamil insan) olmak i'tibâriyle
(bakımından) câmî-i
esmâ olan (bütün isimleri
kendinde toplayan) Allah ism-i küllîsinin
(tümel isminin)
mazhârı (görüntü mahalli)
iseler de, bunlardaki ism-i kûllî-i gâlib
(üstün olan tümel isim),
kendi Rabb-i hâssları
(has isimleri) olan
ism-i şerîftir (kutsal
isimdir). Binâenaleyh
(bundan dolayı)
onlardan zâhir olan (görülen)
ahkâmda
(hükümlerde) bu esmânın
(isimlerin) galebesi
(üstünlüğü)
görülür. "Allah" ism-i câmi'nin
(bütün isimleri kendinde
toplamış olan Allah isminin) taht-ı hîtâsında
(hükmü altında)
bulunan kâffe-i esmâ (bütün
isimlerin hepsi) âhkâmının
(hükümlerinin)
i'tidâl üzere (ölçülü,
dengeli biçimde) zuhûru
meydana çıkması)
ancak hâtem-i enbiyâ
(Nebilerin sonuncusu) (s.a.v.) Efendimiz'de
vâkı' olmuştur
(gerçekleşmiştir).
Şu halde her bir Nebî
(Peygamber) mertebe-i
ilimde (ilim mertebesinde)
kendi Rabb-i hâssı
(has rabbi (güçlü ismi)
olan ism-i küllînin
(tümel ismin) zımnındaki
(dolayısıyle)
esmâ-i şerîfenin
(kutsal isimlerin) imâm
(başı) ve hâkimi
(hükmedeni) olduğu
gibi, mertebe-i şehâdette
(dünya aleminde) dahi, kendi taayyünü
(sureti)
ile bu esmâ
(isimler) taayyünâtına
(suretlerine)
imâm (baş)
ve hâkim (hükmeden)
ve bu mezâhir-i müteayyine
(açığa çıkmış görüntü yerleri)
dahi, o Nebînin
(Peygamberin) ümmeti olur. Ve Mukaddime'de
(konunun başında)
dahi beyân olunduğu
(anlatıldığı) üzere, Mûsâ (a.s.)’ın cem'iyyet-i
esmâiyyeye (toplanmış
isimlerin) nisbeti,
(oranı) (S.a.v.)
Efendimiz'in cem'iyyetine
(topluluğuna)
karîbdir (yakındır).
Bu hüküm enbiyâ-i zî-şân
(şerefli Nebiler)
haklarında böyle olduğu gibi, selâtîn-i sûriyye
(siyasi saltanat sahipleri
(hükümdarlar) ) haklarında dahi böyledir.
Zîrâ (çünkü)
pâdişâh "Müdebbir" ism-i küllîsinin
(tümel isminin)
mazharı (göründüğü mahal)
olup o ismin taht-ı hîtasında
(hükmü altında) olan
esmânın (isimlerin)
mazharı (göründüğü yer)
olmak ve ona tâbi'
(bağlı) olan
efrâd-ı kesîrede
(birçok kimselerde),
o ism-i küllînin
(tümel isminin) taht-ı hîtasında
(hükmü altında)
bulunan esmâ-i cüz'iyyenin
(kısım, parça isimlerin) mezâhiri
(görüntü mahalli)
bulunmak i'tibâriyle
(hususuyla) Mûsâ (a.s.)’a mukâbelede bulundu
(karşı geldi).
Ve Fir'avn'ın a'vân
(yardımcıları) ve
ensârı (koruyucuları)
olan mezâhir-i celâliyye
(celal görüntü yerleri) ve kahriyye
(kahredicilik)
âlem-i a’râz (gelip
geçici âlem) olan âlem-i şehâdette
(bu görünen âlemde)
zâhir olduğu (açığa çıktığı)
halde, Mûsâ (a.s.)’ın tâbi'leri bulunan
(uyanlar, itaat edenler)
mezâhir-i-cemâliyye
(cemal görüntü yerleri) ve lutfiyye
(lutf edicilik),
âlem-i şehâdette
(dünyada) henüz meblağ-i ricâlde
(yetişkin erkekler derecesinde)
müteayyin
olmadığından (meydana
çıkmadığından), kuvvet-i
arazıyyede (güç, kuvvet
hususunda)
Fir'avn tarafı gâlib (üstün)
idi. Zîrâ (çünkü)
Fass-ı Lûtî'de
(lut bölümünde)
görüldügü vech ile (şekilde),
Hakk'ın ef’âli
(fiilleri) mezâhir
(görüntü yerleri)
hasebiyle vâkı' olur
(gerçekleşir).
Ve mezâhirin
(görüntü yerlerinin) kuvvet ve şiddeti
hasebiyle Hakk'ın fiili dahi kavî
(güçlü) ve şedîd
(şiddetli, sert)
olur. Böyle olunca Fir'avn'a karşı Mûsâ (a.s.)’ın
bâtınen (ruhen, iç olarak)
ve zâhiren
(görünüşe göre, dış olarak)
kavî (güçlü)
olması lâzım idi. Onun bâtınen
(ruhen) iktisâb-ı
kuvvet etmesi (kuvvet
kazanması) bu idi ki; Rûh-i Mûsevînin
(Musevi ruhun) taht-ı
hîtasında (hükmü altında)
bulunup rûh-i Mûsevî
(Musevi ruh)
âleminden ayrılarak merâtib-i ervâhın
(ruhlar mertebesinin)
sonuncusu olan rûh-i insâni
(insan ruhu)
mertebesine vâsıl (ulaşmak)
ve sûret-i İlâhiyye
(Hakk’ın sureti)
üzere bulunan insan süretinde zâhir olan
(açığa çıkan) ve
mertebe-i insana (insan
mertebesine) gelinceye kadar cemâd,
(maden) nebât
(bitki) ve hayvan
merâtibini (mertebelerini)
kat' ederek
(hallederek, bitirerek) merâtib-i vücûdda
(vücut mertebelerinde)
kemâlât-ı zâide (ek,
fazla kemalatlar),
iktisâb eden
(kazanan) etfâl-i' Benî İsrâîl
(İsrail oğullarının çocukları)
ervâhının
(ruhlarının),
kendilerinde bilkuvve
(potansiyel güç olarak)
mevcûd olan fıtrât-ı asliyye
(asli yaratılışı) ve
tahâret-i ezeliyye (ezeli
temizliği) ile insan suretinde zâhir olduktan
(açığa çıktıktan)
sonra, a'râz-ı nefsiyye
(nefsi sıfatlar) ile kirlenmeksizin,
Fir'avn'ın kıtâli (öldürmesi) sebebiyle kendi asılları olan rûh-i mûsevi
(Musevi ruh) âlemine
rücû’larıdır (geri
dönmeleridir).
Ve eğer bu ervâh-ı etfâl
(çocukların ruhları)
kat'-ı merâtib ile
(mertebeleri hallederek, bitirerek) âlem-i
şehâdete (dünya âlemine)
tenezzül edip
(inip) ba'dehû
(daha sonra) rûcû’' etmemiş
(geri dönmemiş)
olsalar idi, rûh-i Mûsevînin
(Musevi ruhun) taht-ı hîtasında
(hükmü altında)
olmakla berâber rûh-i Mûsâ'ya
(Musa’nın ruhuna)
imdâd-ı bâtıneleri (ruhi
yardımları) kavî
(güçlü) olmaz idi. Zîrâ
(çünkü) ba'de't-tenezzül
(indikten sonra)
hâsıl olan (oluşan)
kemâlât-ı zâide (ek
kemalatlar) kable't-tenezzül
(inmezden önce)
kendilerinde mevcûd değil idi. Mûsâ (a.s.)’ın zâhiren
(görünürde, dış olarak)
kavî (güçlü)
olması dahi, etfâl-i maktûle
(öldürülmüş çocukların) ervâhının
(ruhlarının)
zikrolunan (anlatılan)
imdâdı (yardımı)
hasebiyle Mûsâ (a.s.)da asâ
(değnek) ve yed-i beyzâ (beyaz el
(Hz. Musa’nın mucize olarak gösterdiği beyaz el)
gibi, birçok mu'cizât-ı kaviyye
(güçlü mucizeler)
zuhûru (göstermesi)
ve onun rûhunun taht-ı hîtasında
(hükmü altında)
bulunup âlem-i şehâdette
(dünyada) dahi ona tâbi' bulunan
(bağlı olan)
mezâhirin (görüntü
yerlerinin) kesreti
(çokluğu) sûretiyle
vâkı' oldu (gerçekleşti).
Zîrâ (çünkü)
bâlâda (yukarıda)
zikrolunduğu
(anlatıldığı) üzere, onun ümmeti
(taifesi) rusül-i
kesîrenin (birçok Resülün)
ümmetlerinden çok idi. Bu mukaddimeden
(başlangıçtan) sonra
metn-i şerîfin (kıymetli
konunun) îzâhına
(açıklamasına) şurû' edelim
(başlayalım).
Devam edecek |