[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve onun tâbût içine ilkâsının ve deryâya remyinin
hikmetine gelince: "Tâbût" onun nâsûtudur. Ve "deryâ"
bu cisim vesâtatiyle kuvve-i nazariyye-i fikriyye ve
kuvâ-yı hissiyye ve hayâliyyenin verdiği şeyden ki
onlardan ve onların emsâlinden bir şey, bu nefs-i
insâniyye için, ancak bu cism-i unsûrî sebebiyle hâsıl
olur- onun için ilimden hâsıl olan şeydir. İmdi vaktâki
nefs bu cisimde hâsıl oldu ve onda tasarruf ile ve onu
tedbîr ile me'mûr oldu; Allah Teâlâ bu kuvâyı onun için
âlât kıldı. Kendisinde sekînet olan bu tâbûtun tedbrînde,
ondan Allah Teâlâ'nın murâd eylediği şeye onunla vâsıl
olur. Binâenaleyh, bu kuvâ ile fünûn-ı ilm üzerine
isti'lâ için onunla deryâya atıldı. Böyle olunca ona
bununla i'lâm etti ki, her ne kadar melik olan rûh, onun
için müdebbir ise de, onu ancak onunla tedbîr eder. Bâb-ı
işâret ve hikemde, "tâbût" ta'bîr olunan bu "nâsût"ta
kâin olan bu kuvâyı ona musâhib kıldı. Hak Teâlâ'nın
âlemi tedbîri de böyledir. Onu ancak onunla, yâhut onun
sûreti ile tedbîr eyledi. İmdi veledin vâlidin îcâdına
ve müsebbebâtın kendi esbâbına ve meşrûtâtın kendi
şurûtuna ve ma'lûmâtın kendi illetlerine, medlülâtın,
kendi delillerine ve muhakkakâtın kendi hakâyıkına
tevakkufları gibi; onu ancak onunla tedbîr eyledi. Ve
bunun kâffesi âlemdendir. oda Hakk'ın onda tedbîridir.
Binâenaleyh onu, ancak onunla tedbîr eyledi (3)
Hz. Mûsâ'nın vâlidesi tarafından bir sandık içine vaz'
edilip (konulup)
deryâya (denize)
atılmasındaki hikmete gelince: "Sandık" Mûsâ (a.s.)’ın
cisminden (madde vücudundan)
ibâret olan "nâsût"tur
(mahlukiyettir).
"Deryâ" (deniz)
dahi bu cisim vâsıtasıyla cenâb-ı Mûsâ’ya
vârid olan (gelen)
ilmin sûretidir. Zîrâ
(çünkü) "ilim"
dediğimiz şey, nazar-ı fikrî
(fikri görüş)
kuvvetinin ve havâss-i zâhire ve bâtınenin
(dış ve iç duyuların)
verdiği bir şeydir. Ve bu kuvvetler dahi ancak bu
cism-i unsurînin (madde
bedenin) vûcûdu
(varlığı) sebebiyle hâsıl olur
(meydana gelir).
Bi'l-farz
(diyelim ki) bu cism-i
kesîf (yoğunlaşmış cisim
(beden) ) olmasa kuvve-i sâmi'a
(işitme kuvvesi),
kuvve-i bâsıra
(görme kuvvesi),
kuvve-i şâmme,
(koklama kuvvesi) kuvve-i zâika
(tad alma kuvvesi) ve
kuvve-i lâmise (dokunma,
hissetme kuvvesi) dediğimiz kuvvetler zâhir
olmaz (meydana çıkmaz,
görülmez) idi. İşte, meselâ bir şeyin acı
veyâ tatlı olduğunu bilmemiz için bu kuvvetlerden
zâikamızı (tad alma
kuvvemizi) isti'mâl ederiz
(kullanırız).
Bu kuvve-i zâika (tad
alma kuvvesi) sâyesinde bize bir ilim hâsıl
olur. Diğer kuvvetler de buna makıystır
(benzetilebilir).
İmdi (buna göre)
Fass-ı Yûsufî'de
(Yusuf bölümünde) dahi îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere
(s.a.v.) Efendimiz
الناس نيام فاذا ماتُوا فانتبهوا
ya’nî “Nâs (insanlar)
uykudadırlar; öldükleri vakit uyanırlar" ve
الدنيا كحلم الناثم
ya’ni "Dünyâ uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir"
hadis-i şerîflerinde "dünyâ"yı âlem-i hayâle
(hayal alemine) ilhâk
buyururlar (katarlar).
Ve âlem-i
hayâlden (hayal aleminden)
ibâret olan rü'yâda görülen sûretler, nasıl
ma'nâ’yı münâsibe (uygun
manaya) intikâl
(geçmek) sûretiyle ta'bîre
(yoruma) muhtaç
bulunurlarsa ehl-i hakîkat
(hakikâte ermiş kimseler) indinde
(katında) dahi, kezâ
(aynı şekilde)
âlem-i hayâlden (hayal
âleminden) ibâret bulunan bu dünyâda görülen
sûretler dahi, ma'nâ-yı münâsibine
(uygun manasına) bi'l-intikâl
(geçilerek) öylece
ta'bîre (yoruma)
muhtaç görülür. Mûsâ (a.s.)’ın sandık içine vaz'ı
(konması) ve deryâya
(denize) atılması
dahi, bu âlemin (dünyanın)
sûretlerinden bir sûret idi. Cenâb-ı Şeyh-i
Ekber (r.a.) efendimiz burada bu sûretleri ta'bîr
(yorum) ve
hikmetlerini beyân buyururlar
(anlatırlar).
İmdi (buna göre)
nefs-i insâniyye (insanın
nefsi),
ya'ni insanın mevcûdiyyet-i zâtiyyesi
(zatının varlığı),
bu cism-i kesîf-i unsurîde
(yoğunlaşmış madde bedende)
hâsıl (mevcut)
ve bu cisimde tasarrufa
(yönetmeye, kullanmaya)
ve onu tedbîre (idare
etmeye) me'mûr
(vazifeli) olunca, Allah Teâlâ bu kuvâ-yı
zâhire ve bâtıneyi (iç ve dış
kuvveleri) nefs-i insâniyye
(insanların nefsi)
için âlât (aletler)
olmak üzere halk buyurdu
(yarattı).
Ve nefs-i insâniyye
(insanların nefsi) Allah Teâlâ'nın murâd
eylediği şeylere bu kuvvetler vâsıtasıyla vâsıl olur
(ulaşır). Ve Allah
Teâlâ'nın murâd eylediği şeyler, vücûd-i Hakk'ı
(Hakk’ın varlığını)
ve halkı (yaratılmışları)
ve beyinlerindeki
(aralarındaki) irtibâtı
(bağıntıyı, ilişkiyi)
bilmek ve eşyâyı
(varlıkları) hakîkati
(gerçek) vech
(yüzü) ile görmek ve
idrâk eylemektir.Zîrâ (çünkü)
hilkat-i eşyâdan
(varlıkların yaratılmasından) ve âlem
(evren) ve Âdem'den
(İnsandan) maksûd
(istenilen şey, gaye) ma'rifettir
(ilimdir, bilmektir).
Nitekim hadîs-i kudsîde
كنت كنزا مخفيا فاحببت ان اعرف فخلقت الخلق لاعرف
ya'nî
"Ben bir kenz-i mahfî (gizli
hazine) idim, bilinmeme muhabbet ettim, halkı
bilinmem için yarattım" buyurulur. Bu ma'rifet
(bilmek),
Âdem (insan)
için ayn-i kemâldir
(kemalin ta kendisidir).Ve
bu kemâl nefs-i insânîde
(insanın nefsinde) ancak bu kuvâ-yı zâhire ve
bâtıne (iç ve dış kuvveler)
sâyesinde hâsıl
(olmuş) olur.
Ve nefs-i insâniyye
(insanların nefsi)
murâd-ı İlâhî (Hakk’ın
isteği) olan bu ma'rifete
(bilgiye),
ancak bu kuvvetler
ile vâsıl olur (ulaşır).
Ve bu sandûk-i cismin
(sandık olan bu beden)
nefis tarafindan tedbîrinde
(yönetilmesinde, tasarrufunda)
Rab için sekînet
(sakinlik) vardır.
"Sekînet" hem "sükûn" ve hem de "mesken"den müştakk
olmak (türetilmiş)
câizdir (olabilir).
Zîrâ (çünkü)
hilkat-i eşyâdan
(varlıkların yaratılmasından) maksûd
(gaye),
zât-ı mutlakta
(kayıtsız zatta) mündemic olup
(bulunup) kuvvede
(potansiyel güç olarak batında)
bulunan esmâ ve sıfât-ı nâmütenâhînin
(sonsuz esma ve sıfatların)
fiilen (fiil
olarak) zuhûr
(meydana çıkması) ve ızhârından
(kendini göstermesinden)
ibârettir. Ve zuhûr
(açığa çıkma) ve ızhârda
(kendini göstermede)
kemâl husûle gelmedikçe,
(oluşmadıkça) zuhûr-i küllîye
(bütünün zuhuru) olan
meşiyyette (iradede (hakk’ın
iradesinde) sükûn
(sakinlik) hâsıl olmaz
(oluşmaz).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) insân-ı kâmil olan enbiyâ
(Nebiler, (Peygamberler) )
(aleyhimüs's-selâm) ve onların vârislerinin
(mirasçılarının)
cisimlerinin (bedenlerinin),
nefîsleri tarafından tedbîrinde
(idaresinde, tasarrufunda),
onların Rab'leri olan "Allah" ism-i câmi’i
(bütün isimleri toplamış olan)
için sükûn
(sakinlik) hâsıl
(olmuş) olur:
Çünkü vücûd-i mutlakın
(kayıtsız varlığın)
kemâl-i celâ (tam, mükemmel
olarak görünmeleri) ve isticlâsı
(meydana çıkması)
onların vücûdiyle
(varlığıyla) husûle gelmiştir
(oluşmuştur).
Ve "mesken"den müştakk
(türemiş) oldukda
(olduğunda),
insân-ı kâmilin cisminde
(bedeninde) olan "kalb"e
işâret buyrulur. Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur:
لا يسعني ارضي ولا سمائ ولكن يسعني قلب عبدي الؤمن
Ve kalb-i insân-ı kâmilin
(insanı kamilin kalbinin) şerhi
(geniş açıklaması) ve
îzâhı (anlatımı)
Fass-ı Şuaybî'de (şuayb
bölümünde) mürûr etti
(geçti) .
Devam edecek |