Füsûs-ül Hikem

292. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İşte Mûsâ (a.s.)  bu kuvâ-yı zâhire ve bâtınesi (iç ve dış kuvveleri) ile envâ'-ı ilim (çeşitli ilimler) üzerine isti'lâ (yükselmek) için, "sandık" mesâbesinde (derecesinde) olan cismi (bedeni) ile "ilim" mesâbesinde (derecesinde) olan "deryâ"ya (denize) ilkâ olundu (bırakıldı). Ya'ni cenâb-ı Mûsâ'nın sandık ile deryâya (denize) ilkâ olunmasının (bırakılmasının) sûreti (şekli) , rûhunun cismine (bedenine) vaz' olunup (konulup) sandık mesâbesinde (derecesinde) olan cisminin (bedeninin) dahi deryâ-yı ulûma (ilimler denizine) atılmasının sûretidir.

Böyle olunca, Allah Teâlâ, sandık ile deryâya (denize) atılması ile cenâb-ı Mûsâ'ya şunu i'lâm etti (anlattı) ki: Her ne kadar melik (hükümdar) olan rûh, cismin (bedenin) müdebbiri (tedbir edeni (idare edeni, yöneteni) ) ise de, cismi yine cisim ile tedbîr (yönetir, tasarruf) eder. Zîrâ (çünkü) kuvâ-yı zâhire ve bâtıne (iç ve dış kuvveler) cisimdendir. Cisim olmasa bu kuvânın (kuvvelerin) zuhûru (açığa çıkma) ihtimâli yoktur. Halbuki cismin mûdebbiri (tedbir edeni (yöneteni, tasarruf edeni), melik (hükümdar) mâhiyetinde (vasfında) olan rûhdur, Velâkin (fakat) âsâr-ı tedbîr (tedbir eserleri) zâhir olmaz (görülmez).  Binâenaleyh (bundan dolayı) müessir olan (tesir yapan, hükmünü yürüten) rûh, müesserün-fîh olan (tesiri kendinde gösteren) cismi, ancak cisim vâsıtasıyla tedbîr edebilir (yönetebilir, iş gördürebilir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ hazretleri bâb-ı işârette (işaret mevzuunda) ve hikemde (hikmetlerde) "tâbût" ta'bîr olunan (denilen) bu nâsûtta (mahlukiyette), ya'nî cisimde, kâin olan (bulunan) bu kuvâ-yı zâhire ve bâtıneyi (iç ve dış kuvveleri) o cisme, musâhip (birlikte olduğu arkadaşı) kıldı. İşte Hak Teâlâ'nın âlemi (evreni) tedbîr buyurması (tasarruf etmesi, yönetmesi) dahi bunun gibidir. Ya'nî rûh nasıl cism-i insânînin (insanın cismini) kayyûmu (kendisi ile  mevcut kılan, iş gördüren, yöneten) olup onu cisimden olan kuvâ-yı zâhire ve bâtıne (iç ve dış kuvveleri) ile tedbîr (yönetir, tasarruf) ederse, Kayyûm-i âlem olan (evreni kendisi ile mevcut kılan) Hak Teâlâ dahi cism-i âlemi (evrenin madde suretini),  âlemden (evrenden) olan şeylerle ve sûretler ile tedbîr eyler (tasarruf eder). Nitekim evlâdın vücûdu, pederin îcâdına (vücuda gelmesine) ve müsebbebâtın (sebebe bağlı olanların) husûlü (meydana gelmesi) kendi sebeplerine ve meşrûtâtın (şarta bağlı olanların) vücûdu dahi kendi şartlarına ve ma'lûlâtın (illete bağlı olanların) zuhûru (meydana çıkması) dahi kendi illetlerine ve medlûlât (delalet olunan şeyler) kendi delillerine ve muhakkakât (hakikâte bağlı bulunanlar) da kendi hakâyıkına (hakikâtlerine) mütevakkıftır (bağlıdır). Ve evlâd ile peder ve müsebbebât (sebebe bağlı olanlar) ile esbâb (sebepler) ve meşrûtât (şarta bağlı olanlar)  ile şurût (şartlar) ve ma'lûlât (illete bağlı olanlar) ile ilel (illetler) ve medlûlât (delalet olunan şeyler) ile delâil (deliller) ve muhakkakât (hakikâte bağlı bulunanlar) ile hakâyık (hakikâtler) hep âlemdendir (evrendendir). Ve umûr-i âlem (evrenin işleri) bu kâide dâiresinde (sınırlar içersinde) tedbîr olunmaktadır (yönetilmektedir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Teâlâ âlemi (evreni) ancak âlem (evren) ile, ya'ni âlemden (evrenden) olan şeyler ile tedbîr buyurur (yönetir, tasarruf eder). İşte bu tedbîr (tasarruf) âlemde (evrende) Hakk'ın tedbîridir (tasarrufudur).Ve âlemi (evreni) ancak yine âlem (evren) vâsıtasıyla tedbîr eyler (yönetir, tasarruf eder). Bu hakîkatten gâfil (habersiz) olan ehl-i hicâb (perdeli kimseler), âlemin (evrenin) yine âlem (evren) ile müdebber (tedbir olunmuş) olduğuna bakıp mûcid-i âlemin (evreni yaratanın), âlemi (evreni) îcâdından (yaratmasından) sonra, umûr-i âlemi (evrenin işlerini) vaz' ettiği (koyduğu) kânûn dâiresine (sınırları içersine) terk ederek, tasarruf etmediğini zannederler. Ne cehl-i azîm (büyük cahillik)!

Devam edecek

 

 
 
İzmir -24.10.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com