[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve bizim
او بصورته
kavlimize gelince, sûret-i âlemi murâd ederim onunla da
esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulyâyı murâd ederim ki, Hak
onlar ile müsemmâ ve onlar ile muttasıftır. İmdi Hak
Teâlâ"nın müsemmâ olduğu bir isim bize vâsıl olmadı.
illâ ki muhakkak biz, o ismin ma'nâsını ve rûhunu âlemde
gördük. Binaenaleyh âlemi, ancak yukarıdaki gibi,
sûret-i âlemle tedbîr eder. İşte bunun için zât ve sıfât
ve efâl olan hazret-i İlâhiyye nuûtunu câmi' enmûzec
bulunan halk-ı Âdem hakkında
ان الله
خلق آدم على صورته
ya'nî "Allah Teâlâ Âdem'i kendi sûreti üzere halk etti"
buyurdu. Halbuki, onun sûreti hazret-i İlâhiyyeden gayri
değildir. Binâenaleyh, insân-i kâmilden ibâret olan bu
muhtasar-i şerîfte, cemî'-i esmâ-i İlâhiyyeyi ve âlem-i
kebîr-i münfasılda kendisinden hâriç olan hakâyıkı icâd
eyledi ve onu âlemin rûhu yaptı. Binâenâleyh kemâli
sûretinden nâşi ona ulüvv ve süflü teshîr eyledi.
Nitekim, âlemden Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbîh etmeyen
bir şey yoktur. Kezâlik âlemden insana müsahhar olmayan
bir şey yoktur. Çünkü sûretinin hakîkati onu i'tâ eder.
Böyle olunca
مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعاً
مِّنْهُ
(Câsiye, 45/13) ya'nî "Göklerde ve yerde olan şeylerin
kâffesini size müsahhar kıldı" buyurdu. Binâenaleyh
âlemde olan şeylerin kâffesi insanın taht-ı
teshîrindedir. Onu bilen kimse âlim oldu; o da insân-ı
kâmildir. Ve onu bilmeyen kimse câhil oldu; o da insân-ı
hayvândır (4).
Ya'nî bundan evvelki metinde
(konuda)
كذلك تدبير الحق العالم فما دبره الا به او بصورته
ibâresinde (cümlesinde) vâkı' (geçen)
او بصورته
kavlimize (sözlerimize)
gelince, "sûret"ten murâdım "âlemin
(evrenin) sûreti"dir.
Şu halde bu ibârenin
(cümlenin) ma'nâsı: "Kezâlik
(böylece) Hakk'ın
âlemi (evreni)
tedbîr buyurması (yönetmesi,
tasarruf etmesi),
ancak âlem (evren)
ile yâhut âlemin
(evrenin) sûreti iledir" demek olur. Nitekim,
bâlâda (yukarıda)
metnin (konunun)
şerhinde (açıklamasında)
izâh olundu
(anlatıldı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) "âlemin sûretiyle" kavliyle
(sözleriyle) benim
mûradım, Hakk'ın müsemmâ
(isimlenmiş) olduğu ve muttasıf bulunduğu
(vasıflandığı) esmâ-i
hüsnâ (güzel isimler)
ve sıfât-ı ulyâdır (yüce
sıfatlardır). Fass-ı Âdemî'de
(Adem bölümünde) ve
diğer fasslarda (bölümlerde)
îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere, âlem
(evren) ve suver-i
âlem (evren suretleri)
Zât-ı mutlakın (kayıtsız
Zatın) esmâ
(isimler) ve sıfâtının
(sıfatlarının)
mezâhirinden (görüntü
yerlerinden) ve bu mezâhirin
(görüntü yerlerinin)
vücûdât-ı kesîfesi de
(yoğunlaşmış vücutları da) Zât-ı eltaf-ı
Hakk'ın (nurların nuru olan
Hakk’ın Zatının) mertebe mertebe tenezzül
(inmesi) ve
tekâsüfünden
(yoğunlaşmasından) başka bir şey değildir. Şu
halde âlem (evren)
ve suver-i âlem (evren
suretleri),
ilm-i ilâhîde (Allah’ın
ilminde) sâbit
(belirlenmiş) ve muhakkak
(hakikati belli) olan
esmâ-i hûsnâ (güzel
isimlerin) ve sıfât-ı ulyâ
(yüce sıfatların)
sûretlerinden ibâret olur. Ve ilm-i ilâhîde
(Allah’ın ilminde)
sâbit (mevcut)
olan sûret-i esmâiyye (esma
suretleri) ile suver-i âlem
(evren suretleri)
arasında letâf'et (incelik,
şeffaflık) ve kesâfet
(koyuluk, katılık)
nisbetlerinden
(özelliklerinden) başka bir irtibât
(ilişki) yoktur. Bu
mezâhir (görüntü yerleri)
o suver-i esmâiyyenin
(esma suretlerinin)
zılâlidir (gölgesidir).
Böyle olunca Hakk'ın esmâsından
(isimlerinden)
herhangi bir isim bize vâsıl olmuş
(ulaşmış) ise biz o
ismin ma'nâsını ve rûhunu mutlaka bu âlemde
(evrende) buluruz.
Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de ve ahâdis-i şerîfede
(hadisi şeriflerde)
külliyyâtı (tümlük, bütünlük)
i'tibâriyle bize doksan dokuz ism-i İlâhî
(İlahi isim) vâsıl
oldu (ulaştı).
Bunlardan "Mürîd" ismini alalım. Bu ismin
ma'nâsı ve rûhu kendisinin menşei
(kökü, çıktığı yer)
olan "İrâde" sıfatıdır. Zîrâ
(çünkü) bu bir sıfattır ki Hayat, ilim ve
Kudret gibi diğer sıfâta benzemez. Onlardan ayrı bir
sıfattır. Menşe'de (kökte)
temeyyüz
(farklılık) olunca bittabi'
(doğal olarak)
onlardan sudûr eden (çıkan)
isimler arasında da temâyüz
(farklılık) sâbit
(mevcut) olur. İşte
âlemde (evrende)
Mürid isminin ma'nâsı ve rûhu olan irâde sıfatının
hükümrân olduğunu (hüküm
sürdüğünü) biz zevkan
(manevi zevkle) ve
vicdânen buluruz. Zîrâ
(çünkü) görürüz ki, biz insanlar suver-i
âlemden (âlem suretlerinden)
birer sûretiz ve her birerlerimizin sûreti
suver-i esmâiyyenin (esma
suretlerinin) mezâhirinden
(görüntü yerlerinden)
başka bir şey değildir. Ve bizde, bize vâsıl olan
(ulaşan) Hakk'ın
Mürîd isminin ma'nâsı ve rûhu olan sıfat-ı "irâde"
(irade sıfatı)
mevcûddur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) kendi nefsimizde zevkan
(manen zevk alarak) ve vicdânen Hâkk'ın Mürîd isminin ma'nâsı ve
rûhu olan İrâde sıfatını buluruz. Ve diğer taraftan
bizde mevcûd olan irâde ve kudret ve ilim gibi
sıfatlarla toplar, tüfenkler
(silahlar) ve tayyâreler yapar ve mebânî-i
âliye (yüksek, büyük binalar)
inşâ ederiz
ve âlemde (dünyada)
birçok şeyler vücûda getiririz. Bu ise
Hakk'ın / âlemi (evreni),
âlemin (evrenin)
sûreti ile tedbîr buyurmasından
(yönetmesinden, tasarruf
etmesinden, iş gördürmesinden) başka bir şey
değildir.
Devam edecek |