Füsûs-ül Hikem

293. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve bizim    او بصورته    kavlimize gelince, sûret-i âlemi murâd ederim onunla da esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulyâyı murâd ederim ki, Hak onlar ile müsemmâ ve onlar ile muttasıftır. İmdi Hak Teâlâ"nın müsemmâ olduğu bir isim bize vâsıl olmadı. illâ ki muhakkak biz, o ismin ma'nâsını ve rûhunu âlemde gördük. Binaenaleyh âlemi, ancak yukarıdaki gibi, sûret-i âlemle tedbîr eder. İşte bunun için zât ve sıfât ve efâl olan hazret-i İlâhiyye nuûtunu câmi' enmûzec bulunan halk-ı Âdem hakkında    ان الله خلق  آدم على صورته    ya'nî "Allah Teâlâ Âdem'i kendi sûreti üzere halk etti" buyurdu. Halbuki, onun sûreti hazret-i İlâhiyyeden gayri değildir. Binâenaleyh, insân-i kâmil­den ibâret olan bu muhtasar-i şerîfte, cemî'-i esmâ-i İlâhiyyeyi ve âlem-i kebîr-i münfasılda kendisinden hâriç olan hakâyıkı icâd eyledi ve onu âlemin rûhu yaptı. Binâenâleyh kemâli  sûretinden nâşi ona ulüvv ve süflü teshîr eyledi. Nitekim, âlemden Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbîh etmeyen bir şey yoktur. Kezâlik âlemden insana müsahhar olmayan bir şey yoktur. Çünkü sûretinin hakîkati onu i'tâ eder. Böyle olunca    مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعاً مِّنْهُ    (Câsiye, 45/13) ya'nî "Göklerde ve yerde olan şeylerin kâffesini size müsahhar kıldı" buyurdu. Binâenaleyh âlemde olan şeylerin kâffesi insanın taht-ı teshîrindedir. Onu bilen kimse âlim oldu; o da insân-ı kâmildir. Ve onu bilmeyen kimse câhil oldu; o da insân-ı hayvândır  (4).

Ya'nî bundan evvelki metinde (konuda)    كذلك تدبير الحق العالم  فما دبره   الا به او بصورته    ibâresinde (cümlesinde) vâkı' (geçen)    او بصورته    kavlimize (sözlerimize) gelince, "sûret"ten murâdım "âlemin (evrenin) sûreti"dir. Şu halde bu ibârenin (cümlenin) ma'nâsı: "Kezâlik (böylece) Hakk'ın âlemi (evreni) tedbîr buyurması (yönetmesi, tasarruf etmesi), ancak âlem (evren) ile yâhut âlemin (evrenin) sûreti iledir" demek olur. Nitekim, bâlâda (yukarıda) metnin (konunun) şerhinde (açıklamasında) izâh olundu (anlatıldı). Binâenaleyh (bundan dolayı) "âlemin sûretiyle" kavliyle (sözleriyle) benim mûradım, Hakk'ın müsemmâ (isimlenmiş) olduğu ve muttasıf bulunduğu (vasıflandığı) esmâ-i hüsnâ (güzel isimler) ve sıfât-ı ulyâdır (yüce sıfatlardır). Fass-ı Âdemî'de (Adem bölümünde) ve diğer fasslarda (bölümlerde) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, âlem (evren) ve suver-i âlem (evren suretleri) Zât-ı mutlakın (kayıtsız Zatın) esmâ (isimler) ve sıfâtının (sıfatlarının) mezâhirinden (görüntü yerlerinden) ve bu mezâhirin (görüntü yerlerinin) vücûdât-ı kesîfesi de (yoğunlaşmış vücutları da) Zât-ı eltaf-ı Hakk'ın (nurların nuru olan Hakk’ın Zatının) mertebe mertebe tenezzül (inmesi) ve tekâsüfünden (yoğunlaşmasından) başka bir şey değildir. Şu halde âlem (evren) ve suver-i âlem (evren suretleri), ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) sâbit (belirlenmiş) ve muhakkak (hakikati belli) olan esmâ-i hûsnâ (güzel isimlerin) ve sıfât-ı ulyâ (yüce sıfatların) sûretlerinden ibâret olur. Ve ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan sûret-i esmâiyye (esma suretleri) ile suver-i âlem (evren suretleri) arasında letâf'et (incelik, şeffaflık) ve kesâfet (koyuluk, katılık) nisbetlerinden (özelliklerinden) başka bir irtibât (ilişki) yoktur. Bu mezâhir (görüntü yerleri) o suver-i esmâiyyenin (esma suretlerinin) zılâlidir (gölgesidir). Böyle olunca Hakk'ın esmâsından (isimlerinden) herhangi bir isim bize vâsıl olmuş (ulaşmış) ise biz o ismin ma'nâsını ve rûhunu mutlaka bu âlemde (evrende) buluruz.

Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de ve ahâdis-i şerîfede (hadisi şeriflerde) külliyyâtı (tümlük, bütünlük) i'tibâriyle bize doksan dokuz ism-i İlâhî (İlahi isim) vâsıl oldu (ulaştı). Bunlardan "Mürîd" ismini alalım. Bu ismin ma'nâsı ve rûhu kendisinin menşei (kökü, çıktığı yer) olan "İrâde" sıfatıdır. Zîrâ (çünkü) bu bir sıfattır ki Hayat, ilim ve Kudret gibi diğer sıfâta benzemez. Onlardan ayrı bir sıfattır. Menşe'de (kökte) temeyyüz (farklılık) olunca bittabi' (doğal olarak) onlardan sudûr eden (çıkan) isimler arasında da temâyüz (farklılık) sâbit (mevcut) olur. İşte âlemde (evrende) Mürid isminin ma'nâsı ve rûhu olan irâde sıfatının hükümrân olduğunu (hüküm sürdüğünü) biz zevkan (manevi zevkle) ve vicdânen buluruz. Zîrâ (çünkü) görürüz ki, biz insanlar suver-i âlemden (âlem suretlerinden) birer sûretiz ve her birerlerimizin sûreti suver-i esmâiyyenin (esma suretlerinin) mezâhirinden (görüntü yerlerinden) başka bir şey değildir. Ve bizde, bize vâsıl olan (ulaşan) Hakk'ın Mürîd isminin ma'nâsı ve rûhu olan sıfat-ı "irâde" (irade sıfatı) mevcûddur. Binâenaleyh (bundan dolayı) kendi nefsimizde zevkan (manen zevk alarak) ve vicdânen Hâkk'ın Mürîd isminin ma'nâsı ve rûhu olan İrâde sıfatını buluruz. Ve diğer taraftan bizde mevcûd olan irâde ve kudret ve ilim gibi sıfatlarla toplar, tüfenkler (silahlar) ve tayyâreler yapar ve mebânî-i âliye (yüksek, büyük binalar) inşâ ederiz ve âlemde (dünyada) birçok şeyler vücûda getiririz. Bu ise Hakk'ın / âlemi (evreni), âlemin (evrenin) sûreti ile tedbîr buyurmasından (yönetmesinden, tasarruf etmesinden, iş gördürmesinden) başka bir şey değildir.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -31.10.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com