Füsûs-ül Hikem

296. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki ilim ikidir: Birisi "ilm-i hakikât" (hakikât ilmi) diğeri "ilm-i hayâl"dir (hayal ilmidir). "İlm-i hakikât" (hakikât ilmi) enbiyânın (nebilerin) ve onların vârisleri (mirasçıları) olan evliyânın (velilerin) teblîğ buyurdukları (bildirdikleri)  ilimdir ki, "hakikât" ile "hayâl" beyini (arasını) câmi'dir (toplamıştır). Bu ilmi tahsîl edenler (öğrenenler) hakikât-i vücûd (gerçek varlık) ile hayâl arasındaki revâbıtı (bağıntıları, ilişkileri) ârif oldukları (bildikleri) için "hayret"e düşerler. Bu hayret hayret-i mahmûdedir (beğenilen, takdir edilen hayrettir). Zîrâ (çünkü) ilm-i hakîkî (gerçek ilmin) netîcesidir. Onun için (S.a.v.) Efendimiz    ني فيك تحيرأ رب زد    ya'nî "Yâ Rabbi, sende benim hayretimi tezyîd eyle (arttır)! '' buyurdu. "ilm-i hayâl" (hayal ilmi) dahi felâsife (filozoflar) ile ehl-i fennin (fen adamlarının) mütevaggıl (inceledikleri, meşgul) oldukları ulûm-i tabîiyyedir (tabiat ilimleridir). Bu tâife (grup) enbiyâ (nebiler) ve evliyânın (velilerin) teblîgâtına (bildirdiklerine) kulak asmayıp tedkîkât-ı mâddiyye ile (maddeyi inceleyerek) hakikât-i vücûdu (gerçek varlığı) idrâke (anlamaya) sa'y ederler (çalışırlar). Halbuki madde ve maddeden müteşekkil (meydana gelmiş, şekillenmiş) olan suver-i muhtelife (çeşitli şekiller) hep hayâlâttan (hayallerden) ibârettir. Bu hayâlât (hayaller) ise vücûd-i hakîkînin (gerçek varlığın) zılâl-i esmâsından (esmasının gölgesinden) başka bir şey değildir. Ve hayâlâta (hayallere) müstağrak (batmış) olan kimselerin bir hayâli bırakıp diğerine yapışmak sûretiyle ömr-i azîzlerini (değerli ömürlerini) ifnâ edeceklerine (tüketeceklerine) ve doğru yolu ebediyyen (hiçbir zaman) bulamayıp hayrete düşeceklerine şübhe yoktur. Onların bu hayreti "hayret-i mezmûme"dir (zemmolunmuş, beğenilmeyen hayrettir). Çünkü hayâlin verdiği bir ilmin neticesidir. Ve bu ilim ayn-ı cehildir (cahilliğin ta kendidir).  Zîrâ (çünkü) bi-hasebi'ş-şuûnât (fiilleri, işleri bakımından) tecelliyât-ı dâimeden (sürekli tecellilerden) ibâret olan emr-İlâhînin (İlahi işlerin) nihâyeti (sonu) yoktur ki, bu gâyede (hedefte) tevakkuf olunabilsin (durulabilsin). Şu halde hüdâ (hidayet), insanın "hayre't-i mahmûde"ye (beğenilen, takdir edilen hayretle) mühtedî  olmasıdır (hidayet bulmasıdır). Çünkü ârif (Hakk’ı bilen kişi) görür ki, vücûd (varlık) birdir ve bu suver (suretler) onun bi-hasebi'l-esmâ (isimleri dolayısıyla) tecelîyât-ı dâimesinden (devamlı tecellilerinden) ibârettir ve bu tecellînin (belirmelerin, görünmelerin) nihâyeti (sonu) yoktur ki, “İşte burası müşâhedenin (görmenin) nihâyetidir” (sonudur) deyip orada durabilsin. Bu sebeble hayrete düşer. Binâenaleyh (bundan dolayı) bilir ki, muhakkak (mutlaka) emr-i vücûd, (varlığın işleri) "hayret"tir.

İmdi (buna göre) mâdemki "hayret" adem-i tevakkuf (durgunluğun olmayışı) sebebiyle olur; şu halde hayret, kalak (darlık, sıkıntı) ve harekettir'. Ve mütehayyir olan (şaşıran, hayrette kalan) kimse muztaribdir (ızdırabı sıkıntısı vardır), çırpınır durur. Ve hareket olan yerde dahi hayat vardır.  Ve hareket olan yerde bittabi' (doğal olarak) sükûn (durgunluk) olmadığı gibi, hareket hayâtı müstelzim olduğundan, (gerektirdiğinden) müteharrik (hareketli) için de mevt (ölüm) yoktur. Nitekim, hadîs-i şerîfte buyurulur.    من صار بالعلم حَئأ لم يمْتْ أبدأ    Ya'ni "İlim ile diri olan kimse ebeden (asla) ölmez." Ve "hayret" yâhut "hayât" vücûddur, ya'nî varlıktır. Şu halde adem (yokluk) yoktur. Ve ilimde hayât mevcûd olduğu gibi, kendisiyle arzın (yeryüzünün) hayâtı hâsıl olan (husule gelen) suda dahi hayat vardır. Ve "arzın (yeryüzünün) hareketi" sûre-i Hac'da (Hac suresinde) vâkı' (geçen)    وَتَرَى الْأَرْضَ هَامِدَةً فَإِذَا أَنزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاء اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ    (Hac, 22/5) âyet-i kerîmesindeki Hak Teâlâ'nın    اهْتَزَّتْ    kavliyle (sözleriyle) sâbittir (belirlenmiştir).  Zîrâ (çünkü) semâdan (gökten) yağmur nâzil oldukda (indiğinde) arz (yeryüzü) yağmur sebebiyle "kımıldar, ihtizâz eder (titrer (hareketlenir). " Ve arz (yeryüzü) beden-i insânîye (insanın bedenine) muâdildir (eşdeğerdedir). Beden-i insana (insanın bedenine) ilim nüzulünde (indiğinde) kalak (darlık, sıkıntı) ve ıztırâb vâkı' olduğu (oluştuğu) gibi, arzâ da (yeryüzüne de) su nâzil oldukda (indiğinde) ihtizâz eder (titrer, hareketlenir). Binâenaleyh (bundan dolayı)  ilmin hâliyle suyun hâli yekdîğerine (birbirlerine) müşâbihdir (benzemektedir).  Ve "arzın (yeryüzünün) hamli"ne (kabarmasına) delîl (kanıt) dahi Hak Teâlâ'nın    وَرَبَتْ    ya'nî "ziyâdeleşti (fazlalaştı), şişti" kavlidir (sözleridir).  Ve "arzın (yeryüzünün) doğurması"nın delîli de (kanıtı da) Hak Teâlâ'nın    وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ    ya'nî "Arz (yeryüzü) behcet (güzellik, şirinlik) sâhibi olan her bir zevcden (çiftten (dişi ve erkekten) ) inbât eyledi" (bitti, yeşerdi) kavlidir (sözleridir) ki, arz (yeryüzü) ancak kendisine benzeyeni ya'nî kendi gibi tabîî olan şeyi doğurdu, demektir. Binâenaleyh (bundan dolayı) arz (yer) ferd (yalnız, eşsiz) ve tek bir vücûd (varlık) olduğu halde kendine benzeyen şeyi doğurmakla "zevciyyet" (eşlik) demek olan "şef’iyyet" (ikilik) hâsıl oldu (meydana çıktı).  Ya'nî arz (yer) tek bir vücûd (varlık) iken kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) şeyle çift vücûd (varlık) peydâ oldu (meydana çıktı). Ve işte vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) dahi böyledir. Zîrâ (çünkü) vücûd-ı Hak (Hakk’ın vücudu) ferd (eşsiz) ve tek olduğu halde, neş'esiyle  hakâyık-ı esmâ-i ilâhiyyeyi (ilahi isimlerin hakikâtlerini) taleb eden (isteyen) âlem (evren), ferd (eşsiz) olan vücûd-ı Hak'tan (Hakk’ın vücudundan) zâhir olmakla (açığa çıkmakla) kesret (çokluk) zuhûra geldi (meydana çıktı). Ve Hak'tan zâhir olan (açığa çıkan) âlem (evren) ile sâbit (mevcut) oldu ki, esmâ-i ilâhiyye (ilahi esma) kesîr (çok) ve müteaddiddir (çok çeşitlidir); binâenaleyh (bundan dolayı) biz Hak'tan zâhir olan (açığa çıkan) âlem (evren) ile "Hak, şöyledir, böyledir" deriz. Ya’nî suver-i âleme (evrenin suretlerine) bakıp onlarda gördüğümüz ahkâm (hükümler) ve âsâra (eserlere) nazaran (göre) Hak, Rezzâk'tır (bütün mahlukların rızkını verendir), Musavvir'dir (varlıklara biçim verendir), Mu'ti'dir (verendir), Mâ’ni'dir (men edendir, engel olandır), Dârr'dır (elem ve zarar verici şeyleri hikmetinin gereği olarak yaratandır), Nâfi’dir (hayır ve fayda verici şeyleri yaratandır) ilh... deriz. Böyle olunca ferd (yalnız, eşsiz) olan vücûd-ı Hak (Hakk’ın varlığı) kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) âlemin (evrenin) vücûdu ile şef’ (çift) oldu. Ve vücûd (varlık) bir iken ikilik hâsıl oldu  (oluştu).

Devam edecek

 

 
 
İzmir -20.11.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com