[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ma'lûm (bilinmiş)
olsun ki ilim ikidir: Birisi "ilm-i hakikât"
(hakikât ilmi) diğeri
"ilm-i hayâl"dir (hayal
ilmidir). "İlm-i hakikât"
(hakikât ilmi)
enbiyânın (nebilerin)
ve onların vârisleri
(mirasçıları) olan evliyânın
(velilerin) teblîğ
buyurdukları (bildirdikleri)
ilimdir ki,
"hakikât" ile "hayâl" beyini
(arasını) câmi'dir
(toplamıştır).
Bu ilmi tahsîl edenler
(öğrenenler)
hakikât-i vücûd (gerçek
varlık) ile hayâl arasındaki revâbıtı
(bağıntıları, ilişkileri)
ârif oldukları
(bildikleri) için "hayret"e düşerler. Bu
hayret hayret-i mahmûdedir
(beğenilen, takdir edilen hayrettir).
Zîrâ (çünkü)
ilm-i hakîkî
(gerçek ilmin) netîcesidir. Onun için
(S.a.v.) Efendimiz
ني
فيك تحيرأ
رب زد
ya'nî
"Yâ Rabbi, sende benim hayretimi tezyîd eyle
(arttır)!
'' buyurdu. "ilm-i hayâl"
(hayal ilmi) dahi
felâsife (filozoflar)
ile ehl-i fennin (fen
adamlarının) mütevaggıl
(inceledikleri, meşgul)
oldukları ulûm-i tabîiyyedir
(tabiat ilimleridir).
Bu tâife (grup)
enbiyâ (nebiler)
ve evliyânın
(velilerin) teblîgâtına
(bildirdiklerine)
kulak asmayıp tedkîkât-ı mâddiyye ile
(maddeyi inceleyerek) hakikât-i vücûdu
(gerçek varlığı)
idrâke (anlamaya)
sa'y ederler (çalışırlar).
Halbuki madde ve maddeden müteşekkil
(meydana gelmiş, şekillenmiş)
olan suver-i muhtelife
(çeşitli şekiller)
hep hayâlâttan (hayallerden)
ibârettir. Bu hayâlât
(hayaller) ise vücûd-i
hakîkînin (gerçek varlığın)
zılâl-i esmâsından
(esmasının gölgesinden)
başka bir şey değildir. Ve hayâlâta
(hayallere) müstağrak
(batmış) olan
kimselerin bir hayâli bırakıp diğerine yapışmak
sûretiyle ömr-i azîzlerini
(değerli ömürlerini) ifnâ edeceklerine
(tüketeceklerine) ve
doğru yolu ebediyyen (hiçbir
zaman) bulamayıp hayrete düşeceklerine şübhe
yoktur. Onların bu hayreti "hayret-i mezmûme"dir
(zemmolunmuş, beğenilmeyen
hayrettir).
Çünkü hayâlin verdiği bir ilmin neticesidir. Ve bu
ilim ayn-ı cehildir
(cahilliğin ta kendidir).
Zîrâ
(çünkü) bi-hasebi'ş-şuûnât
(fiilleri, işleri bakımından)
tecelliyât-ı dâimeden
(sürekli tecellilerden)
ibâret olan emr-İlâhînin
(İlahi işlerin) nihâyeti
(sonu) yoktur ki, bu
gâyede (hedefte)
tevakkuf olunabilsin
(durulabilsin).
Şu halde hüdâ
(hidayet),
insanın "hayre't-i mahmûde"ye
(beğenilen, takdir edilen
hayretle) mühtedî
olmasıdır
(hidayet bulmasıdır).
Çünkü ârif (Hakk’ı
bilen kişi) görür ki, vücûd
(varlık) birdir ve bu
suver (suretler)
onun bi-hasebi'l-esmâ
(isimleri dolayısıyla) tecelîyât-ı
dâimesinden (devamlı
tecellilerinden) ibârettir ve bu tecellînin
(belirmelerin, görünmelerin)
nihâyeti (sonu)
yoktur ki, “İşte burası müşâhedenin
(görmenin)
nihâyetidir” (sonudur)
deyip orada durabilsin. Bu sebeble hayrete düşer.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
bilir ki, muhakkak
(mutlaka) emr-i vücûd,
(varlığın işleri)
"hayret"tir.
İmdi (buna göre)
mâdemki "hayret" adem-i tevakkuf
(durgunluğun olmayışı)
sebebiyle olur; şu halde hayret, kalak
(darlık, sıkıntı) ve
harekettir'. Ve mütehayyir olan
(şaşıran, hayrette kalan)
kimse muztaribdir (ızdırabı
sıkıntısı vardır),
çırpınır durur. Ve hareket olan yerde dahi
hayat vardır. Ve hareket olan yerde bittabi'
(doğal olarak) sükûn
(durgunluk)
olmadığı gibi, hareket hayâtı müstelzim olduğundan,
(gerektirdiğinden)
müteharrik (hareketli)
için de mevt (ölüm)
yoktur. Nitekim, hadîs-i şerîfte buyurulur.
من صار بالعلم حَئأ لم يمْتْ أبدأ
Ya'ni "İlim ile diri olan kimse ebeden
(asla) ölmez." Ve
"hayret" yâhut "hayât" vücûddur, ya'nî varlıktır. Şu
halde adem (yokluk)
yoktur. Ve ilimde hayât mevcûd olduğu gibi,
kendisiyle arzın (yeryüzünün)
hayâtı hâsıl olan
(husule gelen) suda dahi hayat vardır. Ve
"arzın (yeryüzünün)
hareketi" sûre-i Hac'da
(Hac suresinde) vâkı'
(geçen)
وَتَرَى الْأَرْضَ هَامِدَةً فَإِذَا أَنزَلْنَا
عَلَيْهَا
الْمَاء اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ
بَهِيجٍ
(Hac, 22/5) âyet-i kerîmesindeki Hak Teâlâ'nın
اهْتَزَّتْ
kavliyle (sözleriyle)
sâbittir (belirlenmiştir).
Zîrâ
(çünkü) semâdan
(gökten) yağmur nâzil
oldukda (indiğinde)
arz (yeryüzü)
yağmur sebebiyle "kımıldar, ihtizâz eder
(titrer (hareketlenir).
" Ve arz (yeryüzü)
beden-i insânîye
(insanın bedenine) muâdildir
(eşdeğerdedir).
Beden-i insana
(insanın bedenine) ilim nüzulünde
(indiğinde) kalak
(darlık, sıkıntı) ve
ıztırâb vâkı' olduğu
(oluştuğu) gibi, arzâ da
(yeryüzüne de) su
nâzil oldukda (indiğinde)
ihtizâz eder
(titrer, hareketlenir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ilmin hâliyle suyun hâli
yekdîğerine (birbirlerine)
müşâbihdir
(benzemektedir). Ve
"arzın (yeryüzünün)
hamli"ne (kabarmasına)
delîl (kanıt)
dahi Hak Teâlâ'nın
وَرَبَتْ
ya'nî "ziyâdeleşti
(fazlalaştı),
şişti" kavlidir
(sözleridir). Ve
"arzın (yeryüzünün)
doğurması"nın delîli de
(kanıtı da) Hak Teâlâ'nın
وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ
ya'nî "Arz (yeryüzü)
behcet (güzellik,
şirinlik) sâhibi olan her bir zevcden
(çiftten (dişi ve erkekten) )
inbât eyledi"
(bitti, yeşerdi) kavlidir
(sözleridir) ki, arz
(yeryüzü) ancak
kendisine benzeyeni ya'nî kendi gibi tabîî olan şeyi
doğurdu, demektir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) arz
(yer) ferd
(yalnız, eşsiz) ve
tek bir vücûd (varlık)
olduğu halde kendine benzeyen şeyi doğurmakla "zevciyyet"
(eşlik) demek olan
"şef’iyyet" (ikilik)
hâsıl oldu (meydana
çıktı). Ya'nî
arz (yer) tek bir
vücûd (varlık)
iken kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan) şeyle çift vücûd
(varlık) peydâ oldu
(meydana çıktı).
Ve işte vücûd-i Hak
(Hakk’ın vücudu) dahi
böyledir. Zîrâ (çünkü)
vücûd-ı Hak (Hakk’ın
vücudu) ferd
(eşsiz) ve tek olduğu halde, neş'esiyle
hakâyık-ı esmâ-i
ilâhiyyeyi (ilahi isimlerin
hakikâtlerini) taleb eden
(isteyen) âlem
(evren),
ferd (eşsiz)
olan vücûd-ı Hak'tan
(Hakk’ın vücudundan)
zâhir olmakla (açığa
çıkmakla) kesret
(çokluk) zuhûra geldi
(meydana çıktı). Ve Hak'tan zâhir olan (açığa çıkan)
âlem (evren)
ile sâbit (mevcut)
oldu ki, esmâ-i ilâhiyye
(ilahi esma) kesîr
(çok) ve müteaddiddir
(çok çeşitlidir);
binâenaleyh
(bundan dolayı) biz Hak'tan zâhir olan
(açığa çıkan) âlem
(evren) ile "Hak,
şöyledir, böyledir" deriz. Ya’nî suver-i âleme
(evrenin suretlerine)
bakıp onlarda gördüğümüz ahkâm
(hükümler) ve âsâra
(eserlere) nazaran
(göre) Hak,
Rezzâk'tır (bütün mahlukların
rızkını verendir),
Musavvir'dir
(varlıklara biçim verendir),
Mu'ti'dir
(verendir),
Mâ’ni'dir (men edendir,
engel olandır),
Dârr'dır (elem ve
zarar verici şeyleri hikmetinin gereği olarak
yaratandır),
Nâfi’dir (hayır ve
fayda verici şeyleri yaratandır) ilh...
deriz. Böyle olunca ferd
(yalnız, eşsiz) olan vücûd-ı Hak
(Hakk’ın varlığı)
kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan) âlemin
(evrenin) vücûdu
ile şef’ (çift)
oldu. Ve vücûd (varlık)
bir iken ikilik hâsıl oldu (oluştu).
Devam edecek |