Füsûs-ül Hikem

297. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi onunla nesnâ oldu ve ahadiyyet-i kesret ona muhâlif oldu. Halbukiü, Hak Teâlâ zâtı haysiyyetiyle ahadiyyü'l-ayn idi. Nitekim kendisinde zâhir olan suver ile kesîr olan cevher-i heyûlâni ahadiyyü'l-ayndır. Öyle ki o, onları bizâtihi hâmildir. Hak dahi suver-i tecellîden kendisinde zâhir olan şeyle böyledir. Binâenaleyh, Hak ahadiyyet-i ma'kûliyyet ile berâber, âlem sûretlerinin meclâsı oldu. İmdi Allah Teâlâ'nın ibâdından dilediğini ıttılâ' ile muhtass kıldığı bu ta'lîm-i ilâhî ne güzeldir! (6).

Şurrâh-ı kirâm (büyük şerhciler) hazarâtı (hazretleri) metinde ihtilâf (uyumsuzluk,anlaşmazlık) etmişlerdir. Kâşânî nüshasında (yazısında)    فثنيت به و يخالفه احدية الكثرة    ve Ya'kûb Hân nüshasında (yazısında)    فثبتت به و يخالفه    ve Abdülganî Nâblusî nüshasında (yazısında)    فثبتت به و بخالقه    ve Mevlânâ Câmî nüshasında (yazısında)   فثبت به و تخالفه    ve Bâlî Efendi nüshasında  (yazısında)    فثنيت به و يخالفه    vâkı'dir (olmuştur, mevcuttur). Ve cenâb-ı Abdullah Bosnevî, Dâvûd-i Kayserî hazretlerinin tarz-ı ahzine (alış tarzına) birkaç vech (yönü) ile hatâ isnâd eylemiştir (olduğunu söylemiştir).  Bâlî efendi    يخالفه    kelimesinin "fâ" ile olması fehme (anlayışa) akreb (daha yakın) ve makâma enseb (daha münasip, uygun) olduğunu beyân eder (bildirir).  Fakîr, cenâb-ı Abdürrezzâk Kâşânî'nin       ibâresini (cümlesini) siyâk-ı kelâma (sözün gelişine) ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin maksad-ı âlîlerine (yüce maksatlarına) daha muvâfık (uygun) gördüğümden bu ibâreyi (cümleyi) ahz ile (almakla) iktifâ eyledim (yetindim). Zîrâ (çünkü) yukarıda "Arz (yeryüzü) için şef’iyyetten (ikilikten) ibâret olan zevciyyet (eşlik) hâsıl oldu" (oluştu) buyurulmuş ve vücûd-i Hak (Hakk’ın varlığı) için dahi, âlemin (evrenin) kendisinden zuhûru (meydana çıkması) sebebiyle kesret (çokluk) sâbit (mevcut) olduğu zikredilmiş (anlatılmış) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu beyânı (açıklamayı) ta'kîb eden ibâre (cümle)    فثنيت به     olur. Ve buna, "İmdi (buna göre) ferd (tek, eşsiz) olan vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) âlem (evren) ile mesnâ (iki) oldu. Ya’nî şef’ (çift) olup ikileşti" ma'nâsı verilirse zevk-âver (zevk verici) olur. Ve bu ma'nâyı müstemi' olan (dinleyen) kimse tarafından: "Pekâlâ, ferd (tek) olan vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) âlem (evren) ile şef’ (çift) olunca, bu âlemin (evrenin) vücûdu (varlığı) Hakk'a muvâfık mı (uygun mu) yoksa muhâlif mi (aykırı mı) olur?" suâli (sorusu) îrâd olunabileceğinden (sorulabileceğinden)"  cenâb-ı Şeyh (r.a.) buna cevâben (cevap olarak) :    ويخالفه احدية الكثرة    ya’nî "Suver-i âlem (evrenin suretleri) kesretinin (çokluklarının) ahadiyyeti hey'et-i mecmûası, (bütün hepsi) ferd (tek) olan vücûd-i Hakk'a (Hakk’ın varlığına) muhâlif (aykırı) oldu" buyurur. Zîrâ (çünkü) "Suver-i âlem (evrenin suretleri) kesretinin (çokluğunun) ahadiyyeti" mertebe-i akılda (akıl mertebesinde) sâbit (mevcut) olan kesret-i esmâiyye (esma çokluklarının) ahadiyyetinin zıllidir (gölgesidir). Ve gölge bir i'tibâr (husus) ile, gölge sâhibinin aynı ise de, bir i'tibâr (husus) ile gayridir (başkadır).  Binâenaleyh (bundan dolayı) " suver-i âlem (evrenin suretleri) kesretinin (çokluğunun) ahadiyyeti" gayriyyet (başkalık) i'tibârınâ (değerine) göre ferd (eşsiz, tek) olan vücûd-i Hakk'a (Hakk’ın vücuduna) muhâlif (aykırı) olur. Halbûki Hak Teâlâ zâtı haysiyyetinden (bakımından) ahadiyyü'l-ayn (zatı bakımından ahad) idi. O ahadiyyet-i zâtiyyesi (zatının ahadiyyeti) i'tibâriyle, (bakımından) kesret-i vücûdiyye (vücut kalabalıklığı) ve kesret-i nisebiyye (sıfat kalabalıklığı) ahadiyyetinden (salt, sırf tekliğinden) münezzehtir (beridir, tenzih edilmiştir). Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyye'nin (Nakşibendi tarikatının) pîri Mevlânâ Hâlid (k.A.s.) hazretlerinin Mevlânâ Câmî (k.A.s.) taraf-ı âlîlerinden (yüce taraflarından) tahmîs buyurulan (yazılmış beş mısralı şiir) âtîdeki (aşağıdaki) gazeli bu ma'nâyı müş'irdir (bildirir). Beyt:

كاه در خود غاينده و گه  دربشرى            كرچه درصورت  ذرات جهان جلوه گي     

       نه بشر خوانمت اي دوست نه حور ونه پري         ليك چون ذات تو از زنك حدوث است بري 

اي همه برتو حجابست تو چيزي ديكري

Tercüme: "Gerçi (gerçekten) sen zerrât-ı cihân (cihanın zerreleri) sûretinde (şeklinde) cilve-gersin (cilvelisin). Gâh (bazen) kendini gösterirsin ve gâh (bazen) beşer (insan) nikâbına (örtüsüne) bürünürsün. Fakat mâdemki senin zâtın jeng-i hudûsden (sonradan meydana gelmiş kirlerden) berîdir (temizdir) ; ey dost, sana ne beşer (insan),  ne hûr (huri) ve ne de perîsin diyebilirim! Ey zât-ı pâk (temiz zat), bütün bunların hepsi sana hicâbdır (perdedir). Sen başka bir şeysin!

 

     Hak Teâlâ cevher-i heyûlânî (cevherin özü) gibidir. Zîrâ (çünkü) cevher-i heyûlânî (cevherin özü) zâtı cihetinden (bakımından) ahadiyyü'l-ayn (tek, sırf zat) ve kendisinde zâhir olan (açığa çıkan) sûretlerin kesreti (çokluğu) hasebiyle, kesîrdir (çoktur).  Onun vücûdu (varlığı) âlem-i histe (hissedilir âlemde (dünyada) ) sâbit (mevcut) olmayıp  mertebe-i akılda (akıl mertebesinde) mevcûddur. Ve cevher-i heyûlâni (cevherin özü) vücûd-i aynî (kendi vücudu) ile mevcûd olmamakla berâber, zâtı ile cemî'-i suveri (bütün suretleri) hâmildir (yüklenmiştir, taşır).  İşte Hak dahi, suver-i tecellîden (tecelli eden suretlerden) kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) şeyle cevher-i heyûlânîye (cevherin özüne) benzer. Binâenaleyh (bundan dolayı), Hak ahadiyyet-i ma'kûliyyet (akılda bilinen ahadlığı) üzere sâbit (mevcut) olmakla berâber, âlem (evren) sûretlerinin meclâsı (aynası) oldu. Şu halde Hak, zât-ı ahadiyyetinde (ahad olan zatında) bi'l-kuvve (kuvve, güç olarak) mevcûd olan esmâsı (isimleri) sûretiyle tecellîsi (belirmesi, görünmesi) hasebiyle kesîrdir (çoktur). Ve Hak bi'l-kuvve (kuvve, güç olarak) zâtında mündemic olan (bulunan) suver-i âleme (evren suretlerine) âyînedir (aynadır). Zîrâ (çünkü) feyz-ı akdesle (zatından zatına olan tecellisiyle), bilcümle (bütün) esmâ sûretleri vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın varlığında) zâhir olur (açığa çıkar). Ve Hakk'ın ahadiyyet-i Zâtiyyesi (Zatının ahadlığı) mertebe-i akılda (akıl mertebesinde) kalır, ya'nî bu ahadiyyeti (sırf tekliği) akıl idrâk eder (anlar).

Bir kiraz çekirdeği içinde nâmütenâhî (sonsuz) ağaçlar, dallar ve yapraklar bi'l-kuvve (güç, kuvve olarak) mündemicdir (bulunur). Halbuki çekirdek ahadiyyü'l-ayndır (zatı bakımdan ahaddır).Nazar-ı hissî (beden gözü) ile bakıldıkda (bakıldığında) bu kesret (çokluk) görünmez. Vaktâki (ne zaman ki) çekirdek arza (yere) dikilip terbiye olunur (beslenip büyür), içindeki ağaç tedrîcen (yavaş yavaş) zuhûr etmeğe (kendini göstermeye) başlar; birkaç sene sora dalları, budakları yaprakları ve meyveleri kesîr olur (çoklaşır).  Artık çekirdek bâtın (gizli) olup nazar-ı hissî (beden gözü) ile görünmez; fakat akıl bilir ki, bu kesretin (çokluğun) menşei (kökü, çıktığı yer) bir tek çekirdektir. Binâenaleyh (bundan dolayı) çekirdeğin, ahadiyyet-i zâtiyyesi (zatının ahadiyyeti) ahadiyyet-i ma'kûliyyettir (akılda bilinen ahadlığıdır). Çekirdek bu ahadiyyet-i ma'kûliyyeti (akılda bilinen ahadlığı) ile berâber o kesîr (çok) olan dalların, yaprakların ve meyvelerin meclâsı (aynası) olur.

Hakk'ın ahadiyyeti (sırf, salt tekliği) ile keserât-ı âlem (âlemlerin çokluğu) arasındaki irtibât (bağlantı) Fass-ı Âdemî’de (Adem bölümünde) tafsîl olunduğundan, (geniş olarak anlatıldığından) burada tekrâr îzâha (anlatmaya) lüzûm yoktur.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -27.11.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com