Füsûs-ül Hikem

298. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ

ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi (şu halde) Mûsâ (a.s.)’ın sandık içine vaz' edilerek (konularak) denize atılması hakkındaki ihbâr-ı Kur'ânî (Kuran bildirisi) ile Allah Teâlâ, bak ki ne güzel ta'lîmde (öğretide) bulundu! Nitekim bâlâda (yukarıda) îzâh olundu (anlatıldı).  Eğer zevâhir-perestân (zahire tapanlar, zahirde kalmışlar) çıkıp da: "İhbâr-ı Kur'ân'dan (Kuran bildirisinden) yukarıda îzâh olunan (anlatılan) maânî (manalar) nasıl istihrâc olundu (çıkartıldı)? "Sandık"ın cism-i insânîye (insan bedenine) ve "su"yun ilme teşbîhi (benzetilmesi) sûretiyle (şekliyle) âyât-ı Kur'âniyyenin (Kuran ayetlerinin) tevsî-i tefsîri (genişletilmiş, detaylı açıklamaları), indî (kişinin kendi görüşüne dayanan) birtakım ma'nâlardan ibârettir"  diyecek olursa cevâp verilir ki: Allah Teâlâ hazretlerinin bu ta'lîm-i İlâhîsine (İlahi öğretisini) ıttılâ’ı (öğrenmek, bilmek) herkesin mazhar (nail)  olabileceği bir saâdet değildir. Husûsiyle (bilhassa) kendi akıllarının taht-ı tasarrufunda (tasarrufu altında) bulunan ehl-i zâhir (zahirde kalmış kimseler), bu maânîden (manalardan) aslâ nasîbdâr olamazlar (nasiplerini alamazlar). Bu maânî (manalar) verese-i Enbiyâ (Nebilerin mirasçısı) olan evliyânın (velilerin) kulûb-i sâfiyyelerine (temiz, pak kalplerine) min-indillâh (Allah tarafından) münzeldir (indirilmiştir). Bu maânîye (manalara) i'tirâz edenler kendi akılları dâiresinden (sınırları içersinden) hâriç (dışarıda) bir şey olamayacağını zannedenlerdir. Ukûl-i selîme (aklıselim) erbâbı (sahiplerinin) indinde (katında) bu zannın butlanı (batıl olduğu) zâhirdir (aşikârdır).

Vaktâki Âl-i Fir'avn onu denizde ağaç indinde buldu, Fir'avn onu "Mûsâ" tesmiye etti. Kıbtîce "mû"' su ve “sâ” dahi ağaçtır. Binâenâleyh onu / indinde bulunduğu  şeyle tesmiye etti. Zîrâ, sandık denizde ağaç indinde durdu. İmdi onun katlini murâd eyledi. Böyle olunca onun zevcesi Mûsâ hakkında söyledi. Ve Fir'avn'a söylediği sözde nutk-i İlâhi ile nâtık oldu. Zîrâ Allah Teâlâ onu kemâl için halk etti. Nitekim, Aleyhi's salâtü ve's-selâm onun için ve Meryem binti İmrân için, erkeklere mahsûs olan kemâl ile şehâdet ettiği haysiy­yetle ondan haber verdi. İmdi Mûsâ hakkında Fir'avn'a    قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ    (Kasas. 28/9) ya'nî "Muhakkak o, benim ve senin için göz nûrudur" dedi. Böyle olunca onun için hâsıl olan kemâl ile, onun "ayn"ı onunla nurlu oldu. Nitekim, biz dedik. Ve gark indinde Allah Teâlâ'nın ona i'tâ eylediği îmân ile, Fir’avn için de kurret-i ayn oldu. Binâenaleyh onu tâhir ve mutahhar olarak kabz eyledi; habesden onda bir şey kalmadı. Zîrâ Allah Teâlâ onu günahlardan bir şey iktisâb etmezden evvel îmânı indinde kabz etti. Ve halbuki İslâm mâ-kablini iskât eder. Ve onu dilediği kimseye Hak Sübhânehû kendi inâyetine bir âyet kıldı. Tâ ki hiçbir kimse rahmet-i İlâhiyyeden me'yûs olmaya! Zîrâ kavm-i kâfîrûnun gayri hiçbir kimse revhullahdan me'yûs olmaz. İmdi eğer Fir'avn me'yûs olanlardan ola idi, îmâna mübâderet etmez idi. İmdi Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın zevcesinin   onun  hakkında    قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ لَا تَقْتُلُوهُ عَسَى أَن يَنفَعَنَ    (Kasas. 28/9) ya'nî “O benim ve senin için kurret-i ayn olsun. Onu katletmeyin, an-karîb bize nef’ hâsıl olur” dediği gibi oldu ve böyle vâkı' oldu. Zîrâ her ne kadar onun, mülk-i Fir’'avn'ın helâki ve âlinin helâki, onun iki yedi üzere olan nebî olduğuna her ikisinin de şuûru yok ise de, Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.) ile onları nefi'lendirdi (7).

Ya'nî Fir'avn'ın havâssı (yanındaki saygın kimseler) , Mûsâ (a.s.)’ı deniz kenârında bir ağaç altında bulup da Fir'avn'a haber verdikleri vakit, Fir'avn o hazrete "Mûsâ" ismini verdi. Ve bu isim Mısır Kıbtîleri (Çingenelerinin) lisânında "su" ma'nâsına olan "mû"' ile "ağaç" ma'nâsına olan "sâ" kelimelerinden mürekkebdir (bileşiktir). Mûsâ (a.s.)’ı hâmil olan (taşıyan) sandık deniz kenârında bir ağaç altında tevakkuf ettiği (takılıp durduğu) için Fir'avn, o hazreti indinde (yanında) bulunduğu "mû"' ve "sâ", ya'nî "'su ve ağaç" isimleriyle tesmiye etti (isimlendirdi). Fir'avn zevâl-i mülkü (ülkesinin bozulacağı, sona ereceği) havfiyle (korkusuyla), etfâl-i Benî İsrâl'i (İsrailoğullarının çocuklarını) katletmekte (öldürmekte) / olduğundan, bunun dahi etfâl-i Benî İsrâl'den (İsrailoğularının çocuklarından) olması ihtimâline binâen (dayanarak), kat­lini (öldürülmesini) murâd etti (istedi).  Velâkin (fakat) Fir'avn'ın zevcesi (eşi) Âsiye (r.a.) intâk-ı Hak (Cenabı Hakk’ın söyletmesi) kabîlinden (türünden) olarak: "Bunu öldürmeyiniz; zîrâ (çünkü) benim ve senin için kurretü'l-ayndir (göz nurudur). An-karîb (yakında) bize menfaati (faydası) olur" (Kasâs, 28/9) dedi. Zîrâ (çünkü) Allah Teâlâ cenâb-ı Âsiye'yi kemâl-i insânî (olgun insan) için halk etmiş (yaratmış) idi. Nitekim (S.â.v.) Efendimiz şu    كمل من الرجال كثيرون وما كمل من النساه الا مريم بنت عمران وآسية امرأة فرعون و فاطمة بنت محمد صلى الله عليه و سلم وخديجة بنت خويلد     ya'nî "Erkeklerden birçokları kâmil oldu (tamlığa, mükemmelliğe erişti).  Ve kadınlardan ancak İmrân'ın kızı Meryem ve Fir'avn'ın zevcesi (eşi) Âsiye ve Muhammed (s.a.v.)’in kerîmeleri (kızı) Fâtıma ve Huveylîd'in kerîmesi (kızı) Hadîce (radıyallâhü anhünne)’dir." hadîs-i şerîfinde onun hakkında erkeklere mahsûs (özel) olan kemâl ile şehâdet buyurdu (işaret etti). İşte erkeklere mahsüs (özel) olan kemâl için halk olunduğu (yaratıldığı) cihetle (bakımdan) cenâb-ı Âsiye, Mûsâ (a.s.) hakkında Fir'avn'a "O, benim ve senin için göz nûrudur" dedi. Mûsâ (a.s.) cenâb-ı Âsiye'nin hakîkaten kurretü'l-aynı (göz nuru) oldu. Çünkü isti'dâdında mündemic olan (bulunan) kemâlât, (mükemmellikler) o hazretin nübüvveti (nebiliği) yüzünden inkişâf etti (açıldı). Kezâ (aynı şekilde) Fir'avn için de kurretü'l-ayn (göz nuru) oldu. Çünkü deryâya (denize) gark olurken (batarken)    آمَنتُ أَنَّهُ لا إِلِـهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَاْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ    (Yûnus, 10/90) dediği nass-ı Kur'ân (Kuran’da açık ayet) ile sâbittir. (mevcuttur.)

Devam edecek

 

 
 
İzmir -04.12.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com