[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi (şu halde)
Mûsâ (a.s.)’ın sandık içine vaz' edilerek
(konularak) denize
atılması hakkındaki ihbâr-ı Kur'ânî
(Kuran bildirisi) ile
Allah Teâlâ, bak ki ne güzel ta'lîmde
(öğretide) bulundu!
Nitekim bâlâda
(yukarıda) îzâh olundu
(anlatıldı).
Eğer zevâhir-perestân
(zahire tapanlar, zahirde
kalmışlar) çıkıp da: "İhbâr-ı Kur'ân'dan
(Kuran bildirisinden)
yukarıda îzâh olunan
(anlatılan) maânî
(manalar) nasıl istihrâc olundu
(çıkartıldı)?
"Sandık"ın cism-i insânîye
(insan bedenine) ve "su"yun ilme teşbîhi
(benzetilmesi)
sûretiyle (şekliyle)
âyât-ı Kur'âniyyenin
(Kuran ayetlerinin) tevsî-i tefsîri
(genişletilmiş, detaylı
açıklamaları),
indî (kişinin
kendi görüşüne dayanan) birtakım ma'nâlardan
ibârettir" diyecek olursa cevâp verilir ki: Allah Teâlâ
hazretlerinin bu ta'lîm-i İlâhîsine
(İlahi öğretisini)
ıttılâ’ı (öğrenmek, bilmek)
herkesin mazhar
(nail) olabileceği bir saâdet değildir.
Husûsiyle (bilhassa)
kendi akıllarının taht-ı tasarrufunda
(tasarrufu altında)
bulunan ehl-i zâhir (zahirde
kalmış kimseler),
bu maânîden
(manalardan) aslâ nasîbdâr olamazlar
(nasiplerini alamazlar).
Bu maânî (manalar)
verese-i Enbiyâ
(Nebilerin mirasçısı) olan evliyânın
(velilerin) kulûb-i
sâfiyyelerine (temiz, pak
kalplerine) min-indillâh
(Allah tarafından)
münzeldir (indirilmiştir).
Bu maânîye
(manalara) i'tirâz edenler kendi akılları
dâiresinden (sınırları
içersinden) hâriç
(dışarıda) bir şey olamayacağını
zannedenlerdir. Ukûl-i selîme
(aklıselim) erbâbı
(sahiplerinin) indinde
(katında) bu zannın
butlanı (batıl
olduğu) zâhirdir
(aşikârdır).
Vaktâki Âl-i Fir'avn onu denizde ağaç indinde buldu,
Fir'avn onu "Mûsâ" tesmiye etti. Kıbtîce "mû"' su ve
“sâ” dahi ağaçtır. Binâenâleyh onu / indinde bulunduğu
şeyle tesmiye etti. Zîrâ, sandık denizde ağaç indinde
durdu. İmdi onun katlini murâd eyledi. Böyle olunca onun
zevcesi Mûsâ hakkında söyledi. Ve Fir'avn'a söylediği
sözde nutk-i İlâhi ile nâtık oldu. Zîrâ Allah Teâlâ onu
kemâl için halk etti. Nitekim, Aleyhi's salâtü ve's-selâm
onun için ve Meryem binti İmrân için, erkeklere mahsûs
olan kemâl ile şehâdet ettiği haysiyyetle ondan haber
verdi. İmdi Mûsâ hakkında Fir'avn'a
قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ
(Kasas. 28/9) ya'nî "Muhakkak o, benim ve senin için göz
nûrudur" dedi. Böyle olunca onun için hâsıl olan kemâl
ile, onun "ayn"ı onunla nurlu oldu. Nitekim, biz dedik.
Ve gark indinde Allah Teâlâ'nın ona i'tâ eylediği îmân
ile, Fir’avn için de kurret-i ayn oldu. Binâenaleyh onu
tâhir ve mutahhar olarak kabz eyledi; habesden onda bir
şey kalmadı. Zîrâ Allah Teâlâ onu günahlardan bir şey
iktisâb etmezden evvel îmânı indinde kabz etti. Ve
halbuki İslâm mâ-kablini iskât eder. Ve onu dilediği
kimseye Hak Sübhânehû kendi inâyetine bir âyet kıldı. Tâ
ki hiçbir kimse rahmet-i İlâhiyyeden me'yûs olmaya! Zîrâ
kavm-i kâfîrûnun gayri hiçbir kimse revhullahdan me'yûs
olmaz. İmdi eğer Fir'avn me'yûs olanlardan ola idi,
îmâna mübâderet etmez idi. İmdi Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın
zevcesinin onun hakkında
قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ لَا تَقْتُلُوهُ عَسَى أَن
يَنفَعَنَ
(Kasas. 28/9) ya'nî “O benim ve senin için kurret-i ayn
olsun. Onu katletmeyin, an-karîb bize nef’ hâsıl olur”
dediği gibi oldu ve böyle vâkı' oldu. Zîrâ her ne kadar
onun, mülk-i Fir’'avn'ın helâki ve âlinin helâki, onun
iki yedi üzere olan nebî olduğuna her ikisinin de şuûru
yok ise de, Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.) ile onları
nefi'lendirdi (7).
Ya'nî Fir'avn'ın havâssı
(yanındaki saygın kimseler) ,
Mûsâ (a.s.)’ı deniz kenârında bir ağaç
altında bulup da Fir'avn'a haber verdikleri vakit,
Fir'avn o hazrete "Mûsâ" ismini verdi. Ve bu isim Mısır
Kıbtîleri (Çingenelerinin)
lisânında "su" ma'nâsına olan "mû"' ile
"ağaç" ma'nâsına olan "sâ" kelimelerinden mürekkebdir
(bileşiktir).
Mûsâ (a.s.)’ı hâmil olan
(taşıyan) sandık
deniz kenârında bir ağaç altında tevakkuf ettiği
(takılıp durduğu)
için Fir'avn, o hazreti indinde
(yanında) bulunduğu
"mû"' ve "sâ",
ya'nî "'su ve ağaç" isimleriyle tesmiye etti
(isimlendirdi).
Fir'avn zevâl-i mülkü
(ülkesinin bozulacağı, sona
ereceği) havfiyle
(korkusuyla),
etfâl-i Benî İsrâl'i
(İsrailoğullarının çocuklarını)
katletmekte
(öldürmekte) / olduğundan, bunun dahi etfâl-i
Benî İsrâl'den (İsrailoğularının
çocuklarından) olması ihtimâline binâen
(dayanarak),
katlini
(öldürülmesini) murâd etti
(istedi).
Velâkin
(fakat) Fir'avn'ın
zevcesi (eşi)
Âsiye (r.a.) intâk-ı Hak
(Cenabı Hakk’ın söyletmesi) kabîlinden
(türünden) olarak:
"Bunu öldürmeyiniz; zîrâ
(çünkü) benim ve senin için kurretü'l-ayndir
(göz nurudur).
An-karîb (yakında)
bize menfaati
(faydası) olur" (Kasâs, 28/9) dedi. Zîrâ
(çünkü) Allah Teâlâ
cenâb-ı Âsiye'yi kemâl-i insânî
(olgun insan)
için
halk etmiş (yaratmış)
idi. Nitekim (S.â.v.) Efendimiz şu كمل
من الرجال كثيرون وما كمل من النساه الا مريم بنت عمران
وآسية امرأة
فرعون و فاطمة بنت محمد صلى الله عليه و سلم وخديجة بنت
خويلد
ya'nî
"Erkeklerden birçokları kâmil oldu
(tamlığa, mükemmelliğe erişti).
Ve kadınlardan
ancak İmrân'ın kızı Meryem ve Fir'avn'ın zevcesi
(eşi) Âsiye ve
Muhammed (s.a.v.)’in kerîmeleri
(kızı) Fâtıma ve
Huveylîd'in kerîmesi (kızı)
Hadîce (radıyallâhü anhünne)’dir." hadîs-i
şerîfinde onun hakkında erkeklere mahsûs
(özel) olan kemâl ile
şehâdet buyurdu (işaret etti).
İşte erkeklere mahsüs
(özel) olan kemâl
için halk olunduğu
(yaratıldığı) cihetle
(bakımdan) cenâb-ı
Âsiye, Mûsâ (a.s.) hakkında Fir'avn'a "O, benim ve senin
için göz nûrudur" dedi. Mûsâ (a.s.) cenâb-ı Âsiye'nin
hakîkaten kurretü'l-aynı (göz
nuru) oldu. Çünkü isti'dâdında mündemic olan
(bulunan) kemâlât,
(mükemmellikler) o
hazretin nübüvveti (nebiliği)
yüzünden inkişâf etti
(açıldı).
Kezâ (aynı
şekilde) Fir'avn için de kurretü'l-ayn
(göz nuru) oldu.
Çünkü deryâya (denize)
gark olurken (batarken)
آمَنتُ أَنَّهُ لا إِلِـهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ
بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَاْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
(Yûnus, 10/90) dediği nass-ı Kur'ân
(Kuran’da açık ayet)
ile sâbittir. (mevcuttur.)
Devam edecek |