Füsûs-ül Hikem

299. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İşte bu îmân sebebiyle Mûsâ (a.s.), Fir'avn'ın kurretü'l-ayni (göz nuru) oldu. Böyle olunca Cenâb-ı Hak Fir'avn'ı tâhir (temiz) ve mutahhar (temizlenmiş) olarak kabz (ruhunu teslim) etti. Ve onda habâset-i zâhiriyye ve bâtıniyyeden (iç ve dış kötülüklerden) bir şey kalmadı. Habâset-i bâtıneden (içindeki kötülüklerden) bir şey kalmadı; çünkü kalben îmân etmiş idi. Ve maâsîden (günahlardan) bir şey iktisâbına (kazanmasına) vakit kalmaksızın mağrûkan (boğularak) vefât etti. Ve bir kâfir îmâna gelince o dakîkaya kadar evvelce kendisinden sâdır olan (çıkan) küfür ve ma'sıyet (günahlar) levsiyyâtından (kirlerinden) tâhir olur (temizlenir).Ve onda habâset-i zâhiriyyeden (zahir günahlardan) bir şey kalmadı; çünkü bir kâfir îmâna gelince üzerine gusl etmek (su dökmesi, yıkanması) vâcib (zorunlu) olur. Halbuki Fir'avn su içinde helâk oldu (öldü). Bu ise onun için gusldür (boy aptestidir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Teâlâ onu mutahhar (temizlenmiş) olarak kabz (ruh teslim) eyledi.

İmdi (buna göre) Allah Teâlâ da'vâ-yı rubûbiyyet (rububiyet iddiasında bulunmak) gibi bir şenâate (kötülüğe) ictisâr (cesaret) eden Fir'avn'ın îmânını dilediği kimseler hakkında ibzâl buyuracağı (esirgemeden vereceği) inâyetine (lütfuna) bir alâmet (işaret) kıldı. /Tâ ki hiçbir kimse rahmet-i İlâhiyyesinden (İlahi rahmetinden) me'yûs (ümitsiz) olmaya! Zîrâ (çünkü)    إِنَّهُ لاَ يَيْأَسُ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ    (Yûsuf, 12/87) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) rahmetinden me'yûs olanlar (ümitsizliğe düşenler) ancak Allah'ı inkâr edenlerdir. Çünkü bir kimse Allah'ı inkârda musırr (ısrarlı) oldukça ona rahmet-i İlâhiyye (Allah’ın rahmeti) vâsıl olmaz (ulaşmaz). Bu ise pek tabîî (doğal) bir haldir. Zîrâ (çünkü) sâhib-i rahmet (rahmet sahibi) olan bir kerîmin (ulunun) vücûduna (varlığına) i'tikâd etmeyen (inanmayan) bir kimse, taleb-i rahmet (rahmet isteği) ve kerem (lütuf, bağış) için mürâcaat edecek bir kapı bulamaz ve kerîmin (ulunun,  kerem sahibinin) kapısı çalınıp ondan taleb-i rahmet (rahmet isteği) olunmadıkça o kerim (kerem sahibi) dahi ibzâl-i kerem etmez (keremini esirger, vermez). Ahvâl-i dünyeviyye (dünyadaki durum) bu hâlin şâhid-i beliğidir (apaçık örneğidir). Zîrâ (çünkü) bir sâil-i dünyevî (dünyadan bir dilenci) herhangi bir kerîmin (kerem sahibinin) vücûduna (varlığına) ve onun keremine (cömertliğine, asilliğine) îmân ve i'tikâd etmedikçe (inanmadıkça) onun kapısını çalmaz. Ve sâil (dilenci) kapıyı çalmadıkça o kerîmin (kerem sahibinin) atâsı (bağışı) da o sâile (dilenciye) vâsıl olmaz (ulaşmaz). İmdi (şu halde) Fir'avn eğer me'yûs olanlardan (ümitsizliğe düşenlerden) ya'nî Allah'ı inkârda musırr (ısrarlı) olan tâifeden (gruptan) olaydı îmâna mübâderet etmezdi (kalkışmazdı).  Demek ki Fir'avn o dakîkada kalben küfründen rücû' etmiş (geri dönmüş) idi. Ve bir kimse kalben küfründen rücû' etse (geri dönse) ve lisânen (diliyle) kelime-i şehâdet getirse rahmet-i İlâhiyyeye (İlahi rahmete) nâil (erer) ve îmânı makbûl (kabul) olur. Böyle olunca cenâb-ı Âsiye'nin nutk-ı İlâhi (Hakk’ın konuşturması) ile nâtık olduğu (konuştuğu)    قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ لَا تَقْتُلُوهُ عَسَى أَن يَنفَعَنَا    (kassas, 28/9) kelâmının (sözlerinin) hakîkati zuhûra geldi (açığa çıktı) ve Allah Teâlâ her ikisini de Mûsâ (a.s.) ile nefi’lendirdi (faydalandırttı).

Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki: Abdürrezzâk Kâşânî, Dâvûd-ı Kayserî, Ya'kûb Han ve Abdullah Bosnevî hazarâtı (hazretleri) gibi kümmelînden (olgun kâmillerden) olan zevât (zatlar), kendi şerhlerinde (açıklamalarında), Fir'avn'ın sıhhat-ı imânı (imanının doğruluğu, sağlamlığı) hakkında, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) tarafından gerek Fusûs'ta ve gerek Fütûhât-ı Mekkîyye'de tahrîr buyrulan (yazılan) ibârâtın (cümlelerin) kat'iyyet-i müfâdına (manasının kesinliğini) kâil olmuşlardır (söylemişlerdir). Bâli Efendi hazretleri ise kendi şerhinde (açıklamalarında) bu ibârâtı (cümleleri) cevâza (caiz olduğuna)  haml edip (atfedip) Fir'avn'ın âhirette saâdet (cennetlik) ve şekâveti (cehennemliği) hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de ve ahâdis-i şerîfede (hadisi şeriflerde) bir nass (kesin delil, açık ayet) vârid olmamış (gelmemiş) olduğundan, Hz. Şeyh'in Fir'avn hakkında tevakkufuna (tereddüt ettiği) zâhib olarak (fikrine kapılarak)    والامر فيه الى الله    dediğini ve Fütûhât-ı Mekkiyye'de "Fir'avn ve Nemrûd nârda (ateşte) müebbeddir" (ebedidir) buyurup (deyip) kendilerinin mezhebi (görüşü) ancak bu olduğunu ve Fusûs'un ibârâtında (cümlelerinde) Fir'avn'ın sıhhat-i îmânına (imanının doğruluğuna) delâlet-i kat'iyye (kesin, açık kanıt) olmayıp belki ibârâtın (cümlelerin) kâffesi (hepsi) zâhir-i Kur'ân'ın (Kuran’ın zahir manasının) cevâz-ı sıhhatine (doğruluğunun caiz olduğuna) delâlet (işaret) ettiğini ve bu mes'elede (konuda) Hz. Şeyh hakkında nâsın (insanların) dedikleri şeyin iftirâ olduğunu ve bu galat-ı âmmenin (halk arasındaki yaygın yalanın) dahi Hz. Şeyh'in rûhâniyyetine (ruh haline) / ittisâli olmayan (ulaşamayan) şârihlerin (şerhcilerin) kelâmından (sözlerinden) neş'et eylediğini (ileri geldiğini) ve onun Fir'avn hakkında    مات طاهرأ مطهرأ    kavlini (sözlerini) o hazretin murâdı hilâfında (zıddında, karşıtında) olarak beyân ettiklerini (söylediklerini) ve nitekim bu kelâmın (sözlerin) şerhinde (açıklamasında) Dâvûd-ı Kayserî'nin     لَا كان ايمان فر عون في البحر حيث رأى طريقأ واضحا عبر عليها بنو اسرائيل قبل التغر غر وقبل ظهور احكام الآخرة له بمايشاهده الناس عند الغرغرة جعل ايمانه معتدأ به فانه ايمان بالغيب    ya'nî “İmân-ı Fir'avn (Firavunun imanı), deryâda (denizde) Beni İsrâîl'in (İsrailoğullarının) geçtiği bir tarîk-ı vâzıhı (açık yolu) görmesi haysiyyetiyle (dolayısıyla) tegargurdan (boğulmadan) evvel ve inde'l-gargara (gargara esnasında) nâsın (insanların) müşâhede ettiği (gördüğü) ahvâlden (hallerden) kendisi için ahkâm-ı âhiretin (ahiret hükümlerinin) zuhûrundan (görünmesinden) mukaddem (önce) vâkı' olduğu (gerçekleştiği) cihetle (yönüyle) onun îmânı sahîh (doğru, sağlam) ve mu'teddûn-bihdir (makbuldur); zîrâ (çünkü) îmân-bi'l-gaybdir" (iman bilinmeyendir) dediğini; halbuki bunun sahîh (doğru) olmadığını beyân edip (bildirip) ibârât-ı Fusûs'un (Fusus’taki cümlelerin) cevâza (caiz olma, olabilir) mahmûl (üzerine kurulmuş) olduğuna dâir birtakım mütâlaât (düşünceler) serd etmiştir (söylemiştir). Fakir gibi ezillânın (zelilin, değersizin) ekâbirin (büyüklerin) mütâlaât (düşüncelerine) ve münâkaşâtına (münakaşalarına) karışması hande-âver (gülünç) bir hâl ise de,    لسان الخلق اقلام الحق    olduğundan istinbâtât-ı hakîrin (değersizin çıkardığı mana) dahi buraya dercinden (sıkıştırılmaktan) vazgeçilemedi: Şöyle ki:

Evvelen (ilk önce): Fusûsi-Hikem te'lîfât-ı akliyyeden (akla dayanarak yazılmış) değildir ki, onun ibârâtı (cümleleri) istidlâlât-ı akliyyeye (akli delillere) müstenid (dayalı) mütâlaâta (düşünceler) mahmûl (üzerine kurulu) olunabilsin. Nitekim, Hz. Şeyh (r.a.) bu kitâbın dibâcesinde (önsözünde)    فما القي الا ما ياقى الئ ولا انزل في  هذا السطور الا ما ينزل علئ    ya'nî "Ben ancak bana ilkâ (ilham) olunan şeyi ilkâ (telkin) ederim. Ve ben bu mastûr (yazılmışların) içinde ancak benim üzerime nâzil' olan (inen) şeyi inzâl ederim" (indiririm) buyururlar. Binâenaleyh (bundan dolayı) âtide (aşağıda) gelecek olan    هذا هو الظاهر الذي ورد به القرآن    kavline (sözlerine) nazaran (göre), imân-ı Fir'avn'ın (Firavun’un imanının) sıhhati hakkındaki bu muhâkemât (yargılamalar) Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirinden (dış yüzünden, olduğu gibi) muktebestir (aynen alınmıştır, aktarılmıştır). Ve bu tarz (şekilde) tefsîr (yorum) Hz.  Şeyh'e ilkâ (ilham) buyrulmuş olan maânî (manalar) zümresindendir (sınıfındandır). Şu halde kat'îdir (kesindir). Ve eğer Fir'avn'ın îmânı sahîh (sağlam, doğru) olmasa idi, Hz. Şeyh'e bu tarz (şekilde) tefsîr (manası açıklamak) ilkâ (ilham) olunmaz ve belki bu ma'nânın aksi inzâl olunur (indirilir) idi. /

Devam edecek

 

 
 
İzmir -11.12.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com