[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İşte bu îmân sebebiyle Mûsâ (a.s.), Fir'avn'ın kurretü'l-ayni
(göz nuru) oldu.
Böyle olunca Cenâb-ı Hak Fir'avn'ı tâhir
(temiz) ve mutahhar
(temizlenmiş)
olarak kabz (ruhunu teslim)
etti. Ve onda habâset-i zâhiriyye ve
bâtıniyyeden (iç ve dış
kötülüklerden) bir şey kalmadı. Habâset-i
bâtıneden (içindeki
kötülüklerden) bir şey kalmadı; çünkü kalben
îmân etmiş idi. Ve maâsîden
(günahlardan) bir şey iktisâbına
(kazanmasına) vakit
kalmaksızın mağrûkan
(boğularak) vefât etti. Ve bir kâfir îmâna
gelince o dakîkaya kadar evvelce kendisinden sâdır olan
(çıkan) küfür ve
ma'sıyet (günahlar)
levsiyyâtından
(kirlerinden) tâhir olur
(temizlenir).Ve onda
habâset-i zâhiriyyeden (zahir
günahlardan) bir şey kalmadı; çünkü bir kâfir
îmâna gelince üzerine gusl etmek
(su dökmesi, yıkanması)
vâcib (zorunlu)
olur. Halbuki Fir'avn su içinde helâk oldu
(öldü).
Bu ise onun için gusldür
(boy aptestidir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak Teâlâ onu mutahhar
(temizlenmiş) olarak
kabz (ruh teslim)
eyledi.
İmdi (buna göre)
Allah Teâlâ da'vâ-yı rubûbiyyet
(rububiyet iddiasında bulunmak)
gibi bir şenâate
(kötülüğe) ictisâr
(cesaret) eden
Fir'avn'ın îmânını dilediği kimseler hakkında ibzâl
buyuracağı (esirgemeden
vereceği) inâyetine
(lütfuna) bir alâmet
(işaret) kıldı.
/Tâ ki hiçbir kimse rahmet-i İlâhiyyesinden
(İlahi rahmetinden)
me'yûs (ümitsiz)
olmaya! Zîrâ (çünkü)
إِنَّهُ لاَ يَيْأَسُ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ
الْكَافِرُونَ
(Yûsuf, 12/87) âyet-i kerîmesi mûcibince
(gereğince)
rahmetinden me'yûs olanlar
(ümitsizliğe düşenler) ancak Allah'ı inkâr
edenlerdir. Çünkü bir kimse Allah'ı inkârda musırr
(ısrarlı) oldukça ona
rahmet-i İlâhiyye (Allah’ın
rahmeti) vâsıl olmaz
(ulaşmaz).
Bu ise pek tabîî
(doğal) bir haldir. Zîrâ
(çünkü) sâhib-i
rahmet (rahmet sahibi)
olan bir kerîmin (ulunun)
vücûduna
(varlığına) i'tikâd etmeyen
(inanmayan) bir
kimse, taleb-i rahmet (rahmet
isteği) ve kerem
(lütuf, bağış) için mürâcaat edecek bir kapı
bulamaz ve kerîmin (ulunun,
kerem sahibinin) kapısı çalınıp ondan taleb-i
rahmet (rahmet isteği)
olunmadıkça o kerim
(kerem sahibi) dahi ibzâl-i kerem etmez
(keremini esirger, vermez).
Ahvâl-i dünyeviyye
(dünyadaki durum) bu
hâlin şâhid-i beliğidir
(apaçık
örneğidir).
Zîrâ (çünkü)
bir sâil-i dünyevî
(dünyadan bir dilenci)
herhangi bir kerîmin
(kerem sahibinin) vücûduna
(varlığına) ve onun
keremine (cömertliğine,
asilliğine) îmân ve i'tikâd etmedikçe
(inanmadıkça) onun kapısını çalmaz. Ve sâil
(dilenci) kapıyı
çalmadıkça o kerîmin (kerem
sahibinin) atâsı
(bağışı) da o sâile
(dilenciye) vâsıl
olmaz (ulaşmaz).
İmdi (şu halde)
Fir'avn eğer me'yûs olanlardan
(ümitsizliğe düşenlerden)
ya'nî Allah'ı inkârda musırr
(ısrarlı) olan
tâifeden (gruptan)
olaydı îmâna mübâderet etmezdi
(kalkışmazdı).
Demek ki Fir'avn o
dakîkada kalben küfründen rücû' etmiş
(geri dönmüş) idi. Ve
bir kimse kalben küfründen rücû' etse
(geri dönse) ve
lisânen (diliyle)
kelime-i şehâdet getirse rahmet-i İlâhiyyeye
(İlahi rahmete) nâil
(erer) ve îmânı
makbûl (kabul)
olur. Böyle olunca cenâb-ı Âsiye'nin nutk-ı İlâhi
(Hakk’ın konuşturması)
ile nâtık olduğu
(konuştuğu)
قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ لَا تَقْتُلُوهُ عَسَى أَن
يَنفَعَنَا
(kassas, 28/9) kelâmının
(sözlerinin) hakîkati
zuhûra geldi
(açığa çıktı) ve Allah Teâlâ her ikisini de
Mûsâ (a.s.) ile nefi’lendirdi
(faydalandırttı).
Ma'lûm (bilinmiş)
olsun ki: Abdürrezzâk Kâşânî, Dâvûd-ı Kayserî, Ya'kûb
Han ve Abdullah Bosnevî hazarâtı
(hazretleri) gibi
kümmelînden (olgun
kâmillerden) olan zevât
(zatlar),
kendi şerhlerinde
(açıklamalarında),
Fir'avn'ın sıhhat-ı imânı
(imanının doğruluğu, sağlamlığı)
hakkında, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)
tarafından gerek Fusûs'ta ve gerek Fütûhât-ı
Mekkîyye'de tahrîr buyrulan
(yazılan) ibârâtın
(cümlelerin)
kat'iyyet-i müfâdına
(manasının kesinliğini) kâil olmuşlardır
(söylemişlerdir).
Bâli Efendi hazretleri ise kendi şerhinde
(açıklamalarında) bu
ibârâtı (cümleleri)
cevâza (caiz olduğuna)
haml edip
(atfedip) Fir'avn'ın âhirette saâdet
(cennetlik) ve
şekâveti (cehennemliği)
hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de ve ahâdis-i
şerîfede (hadisi şeriflerde)
bir nass (kesin
delil, açık ayet) vârid olmamış
(gelmemiş)
olduğundan, Hz. Şeyh'in Fir'avn hakkında tevakkufuna
(tereddüt ettiği)
zâhib olarak (fikrine
kapılarak)
والامر فيه الى الله
dediğini ve Fütûhât-ı Mekkiyye'de "Fir'avn ve
Nemrûd nârda (ateşte)
müebbeddir" (ebedidir)
buyurup (deyip)
kendilerinin mezhebi
(görüşü) ancak
bu olduğunu ve Fusûs'un ibârâtında
(cümlelerinde)
Fir'avn'ın sıhhat-i îmânına
(imanının doğruluğuna) delâlet-i kat'iyye
(kesin, açık kanıt)
olmayıp belki ibârâtın
(cümlelerin) kâffesi
(hepsi) zâhir-i
Kur'ân'ın (Kuran’ın zahir
manasının) cevâz-ı sıhhatine
(doğruluğunun caiz olduğuna)
delâlet (işaret)
ettiğini ve bu mes'elede
(konuda) Hz. Şeyh
hakkında nâsın (insanların)
dedikleri şeyin iftirâ olduğunu ve bu galat-ı
âmmenin (halk arasındaki
yaygın yalanın) dahi Hz. Şeyh'in
rûhâniyyetine (ruh haline)
/ ittisâli olmayan
(ulaşamayan)
şârihlerin (şerhcilerin)
kelâmından
(sözlerinden) neş'et eylediğini
(ileri geldiğini) ve
onun Fir'avn hakkında مات
طاهرأ مطهرأ
kavlini (sözlerini)
o hazretin murâdı hilâfında
(zıddında, karşıtında)
olarak beyân ettiklerini
(söylediklerini) ve nitekim bu kelâmın
(sözlerin) şerhinde
(açıklamasında)
Dâvûd-ı Kayserî'nin
لَا
كان ايمان فر عون في البحر حيث رأى طريقأ واضحا عبر عليها
بنو اسرائيل قبل التغر غر وقبل ظهور احكام الآخرة له
بمايشاهده
الناس عند الغرغرة جعل ايمانه معتدأ به فانه ايمان بالغيب
ya'nî
“İmân-ı Fir'avn (Firavunun
imanı), deryâda (denizde) Beni
İsrâîl'in (İsrailoğullarının)
geçtiği bir tarîk-ı vâzıhı
(açık yolu) görmesi
haysiyyetiyle (dolayısıyla)
tegargurdan
(boğulmadan) evvel ve inde'l-gargara
(gargara esnasında)
nâsın (insanların)
müşâhede ettiği (gördüğü)
ahvâlden
(hallerden) kendisi için ahkâm-ı âhiretin
(ahiret hükümlerinin)
zuhûrundan
(görünmesinden) mukaddem
(önce) vâkı' olduğu
(gerçekleştiği)
cihetle (yönüyle)
onun îmânı sahîh (doğru,
sağlam) ve mu'teddûn-bihdir
(makbuldur);
zîrâ (çünkü)
îmân-bi'l-gaybdir"
(iman bilinmeyendir)
dediğini; halbuki bunun sahîh
(doğru) olmadığını
beyân edip (bildirip)
ibârât-ı Fusûs'un
(Fusus’taki cümlelerin) cevâza
(caiz olma, olabilir)
mahmûl (üzerine kurulmuş)
olduğuna dâir birtakım mütâlaât
(düşünceler) serd
etmiştir (söylemiştir).
Fakir gibi ezillânın
(zelilin, değersizin)
ekâbirin (büyüklerin)
mütâlaât
(düşüncelerine) ve münâkaşâtına
(münakaşalarına)
karışması hande-âver (gülünç)
bir hâl ise de,
لسان الخلق اقلام الحق
olduğundan istinbâtât-ı hakîrin
(değersizin çıkardığı mana)
dahi buraya dercinden
(sıkıştırılmaktan)
vazgeçilemedi: Şöyle ki:
Evvelen (ilk önce):
Fusûsi-Hikem te'lîfât-ı akliyyeden
(akla dayanarak yazılmış)
değildir ki, onun ibârâtı
(cümleleri)
istidlâlât-ı akliyyeye (akli
delillere) müstenid
(dayalı) mütâlaâta
(düşünceler) mahmûl
(üzerine kurulu)
olunabilsin. Nitekim, Hz. Şeyh (r.a.) bu kitâbın
dibâcesinde (önsözünde)
فما القي الا ما ياقى الئ ولا انزل في هذا السطور الا ما
ينزل علئ
ya'nî "Ben ancak bana ilkâ
(ilham) olunan şeyi ilkâ
(telkin) ederim. Ve
ben bu mastûr (yazılmışların)
içinde ancak benim üzerime nâzil' olan
(inen) şeyi inzâl
ederim" (indiririm)
buyururlar. Binâenaleyh
(bundan dolayı) âtide
(aşağıda) gelecek
olan
هذا هو الظاهر الذي ورد به القرآن
kavline (sözlerine)
nazaran (göre),
imân-ı Fir'avn'ın
(Firavun’un imanının) sıhhati hakkındaki bu
muhâkemât (yargılamalar)
Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirinden
(dış yüzünden, olduğu gibi)
muktebestir (aynen
alınmıştır, aktarılmıştır).
Ve bu tarz
(şekilde) tefsîr
(yorum) Hz. Şeyh'e ilkâ
(ilham) buyrulmuş
olan maânî (manalar)
zümresindendir
(sınıfındandır).
Şu halde kat'îdir
(kesindir).
Ve eğer Fir'avn'ın îmânı sahîh
(sağlam, doğru)
olmasa idi, Hz. Şeyh'e bu tarz
(şekilde) tefsîr
(manası açıklamak)
ilkâ (ilham)
olunmaz ve belki bu ma'nânın aksi inzâl olunur
(indirilir) idi. /
Devam edecek |