Füsûs-ül Hikem

300. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Sâniyen (ikinci olarak): Farz edelim (diyelim) ki Fir'avn'ın sıhhat-i imânı (imanının doğruluğu) hakkındaki ibârât-ı Fusûs Fusus cümleleri) kat'i (kesin) olmayıp cevâz (caiz olma) ve ihtimâle müstenid (dayalı) olsun ve bunun için Hz. Şeyh Fir'avn'ın sıhhat-i îmânı (imanının doğruluğu) hakkında tevakkuf (tereddüt) edip  âtîde (aşağıda) gelecek olan    ثم انا نقول بعد ذلك والامر فيه الى الله    kavlini (sözleri) îrâd eylemiştir (söylemiştir). Şu halde, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin altmış ikinci bâbında (bölümünde) Fir’avn müebbed-fi'n-nâr (cehennemde ebedi kalacak) olduğunu beyân etmek (açıklamak) bu tevakkuf (tereddüt) ve zehâba (zanna) mugâyir (ters) düşmez mi? Zîrâ (çünkü) bir kimse bir mes'ele hakkındaki kanâat-i kat'îsini (kesin görüşünü) beyân ettikten (açıkladıktan) sonra yine o mes'ele hakkında tereddüd ve ihtimâl dâiresinde (sınırları içinde) beyân-ı mütâlaa etse (düşüncelerini açıklasa), bu iki hükûmden birisi zâid (gereksiz) olur. Hz. Şeyh'in âsâr-ı aliyyesiyle (yüce eserleriyle) aslâ alâkası olmamakla ehl-i zâhire (zahirde kalmış kimselere) hitâben şu nükteyi (ince manayı) ihtâr edeyim (hatırlatayım) ki: Fütûhât-ı Mekkiyye 590 ve Fusûssu’l-Hikem ise 628 sene-i hicriyyelerinde (hicri senesinde) ızhâr Buyrulmuştur (meydana çıkarılmıştır). Böyle olmaka berâber, her iki eser-i âli (yüce eser) dahi kalb-i Şeyh-i Ekber'e (Şeyhi Ekber’in kalbine) hâtem-i velâyet (velayetin son) mişkâtinden (kandil yerinden) münzel olduğu (indirildiği) için ikinci bâbında (kısmında) münderic olan (bulunan) şu:       اربع طوائفَ  في النار لا  يخرجون منها وهم التكبرون على الله كفرعون وامثاله ممن ادعى الربوبية لنفسه ونفاها عن الله فقال يا ايها الملأ ما علمت لكم من اله غيري وقال انا ربكم الاعلى يريد ما في السماء اله غيري وكذلك غرود وغيره والطائفت الثانية الشركون وهم الذين يجعلون مع الله الهأ آخر ... الخ.    Ma'nâ-yı şerîfi (yüce manası): "Dört tâife nârdadır (ateştedir), ondan çıkmazlar. Ve onlar Allah Teâla üzerine mütekebbir (kibirli) olanlardır; Fir'avn ve emsâli (benzerleri) gibi ki; rubûbiyyeti Allah Teâlâ'dan nefy (atıp, yok) edip kendi nefsi için iddiâ eden kimsedir. Fir'avn:    يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ مَا عَلِمْتُ لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرِي    (Kasas. 28/38) dedi ki: "Semâda (gökte) benim gayrim olan (benden başka) bir ilâh yoktur" demeği murâd eder (diler). Ve gurur ve onun gayri (ondan başkası) dahi bunun gibidir. Ve ikinci tâife müşriklerdir (Allah’a şirk koşanlardır).  Ve onlar Allah Teâlâ ile berâber İlâh-i âhar (başka İlahlar) ittihâz (kabul) edenlerdir ilh..." ibâresi (cümlesi) alınmakla iktifâ' olunursa (yetinilirse),  efkâr (fakir) Bâli Efendi hazretlerinin mütâlaasına (düşüncesine) meyleder (yatkınlık duyar). Velâkin (fakat), Hz. Şeyh Fütuhât-ı Mekkiyye'nin otuz kadar mahallinde (yerinde) îmân-ı Fir'avn'ın (Firavun’un imanının) sıhhati (sağlamlığı) hakkında beyânâtta (açıklamalarda) bulunurlar. Ezcümle (esas olarak) Fütûhât'ın 198. bâbında (bölümünde) on ikinci tevhîdde şu ibâreler (cümleler) mündericdir (yer almaktadır):

ثم ان الله صدقه في ايمانه بقوله ءآلآن وَ قَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ فدل على اخلاصه في ايمانه ولو لم يكن مخلصأ لقال فيه تعالى كما قال في الاعراب الٌذِينَ قَالُوا   آمَنٌا  قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا ولًكِنْ قُولُوا آصْلَمْنا وَلَمًا يَدْخُلِ الإيمَنُ فِي قُلُوبِكُمْ فقد شهد الله بغرعون بالايمان وما كان الله يشهد لاحد بائصدق في توحيده الا ويجاز به / و بعد ايمانه فما عصى فقبله الله ان كان قبله طاهراً والكافر اذا اسلم وجب عليه ان يغتسل فكان غرقه غسلا له وتطهيرا ًحيث اخنه الله في تلك الحالة نكال الآخرة والاولى وجعل ذلك عبرة  لمن يخشى وما يشبه ايمانه من غر غر فان المغر غر موقن بانه مفارق قاطع بذلك وهذا الغرق هنا لم يكن كذلك لانه راًى البحريساً في حق المؤ منين فعلم ان ذلك لهم بايمانهم فما ايقن بالموت بل غلب على ظنه الحياة فليس منزلته منزلة من حضر الموت فقال اني تبت الآن ولا هو من الذين يموتون وهم كفار فامره الى الله تعالى

Ya’nî “Muhakkak Allah Teâlâ, Fir’avn’ın îmânını tasdîk buyurdu (doğruladı).     آلآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ    (Yûnus. 10/91) âyet-i kerîmesi onun îmânının ihlâsına (samimiliğine, halisliğine) delîldir (kanıttır). Eğer Fir'avn îmânında muhlis (samimi, içten) olmaya idi, Hak Teâlâ onun hakkında A'râb (çöl Arapları) hakkında buyurduğu gibi    قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ    (Hucurât, 49/14), der idi. Binâenaleyh (bundan dolayı), Allah Teâlâ muhakkak Fir'avn'ın îmânına şehâdet (şahitlik) eyledi. Halbuki cevâz (caiz) olmadıkça Allah Teâlâ hiçbir kimsenin tevhîdinde sıdkına (doğruluğuna) şehâdet buyurmaz (şahitlik yapmaz). Ve Fir'avn îmânından sonra isyân etmedi. Şu halde Allah Teâlâ onu tâhir (temiz, pak) olduğu halde kabz (ruhunu teslim) eyledi. Ve bir kâfir Müslüman olduğu vakit onun üzerine gusl (boy aptesti) vâcib (zorunlu) olup, Fir'avn'ın garkı (batması) ise kendisi için gusldür (boy aptestidir).Ve Allah Teâlâ'nın onu bu halde ahz etmesi (alması) haysiyyetiyle (dolayısıyla) âhiret ve dünyâ nekâlinden (azabından) tathîrdir (temizlemektir). Ve bunu haşyet (korku) sâhibi olan kimseler için ibret kıldı. Ve onun imânı gargara hâlinde bulunan bir kimsenin imânına benzemedi. Zîrâ (çünkü) gargara hâlinde bulunan kimse müfârık olduğuna (ayrılıp gideceğini) sûret-i kat'iyyede (kati, kesin bir şekilde) mûkındir (bilir). Halbuki bu gark (batma, boğulma), burada böyle değildir. Zîrâ (çünkü) Fir'avn deryâyı (denizi) mü'minler hakkında kuru bir halde gördü; bildi ki, bu hâl îmanları sebebiyle onlar için vâkı' oldu (gerçekleşti). Böyle olunca Fir'avn mevti (ölümü) mûkın olmadı (kesin bilemedi). Belki onun zannı üzerine hayât gâlib (üstün) geldi. Binâenaleyh (bundan dolayı) onun mertebesi    إِنِّي تُبْتُ الآنَ    (Nisâ, 4/18) diyen muhtezırın (ölmek üzere olup can çekişenlerin) mertebesi değildir. Ve Fir'avn küffârdan (kâfirlerden) olduğu halde ölen kimseler[den] değildir. İmdi (buna göre) onun emri (hususu) Allah Teâlâ'ya râci'dır (dönüktür)."

Devam edecek

 

 
 
İzmir -18.12.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com