[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Sâniyen (ikinci
olarak): Farz edelim
(diyelim)
ki Fir'avn'ın sıhhat-i imânı
(imanının doğruluğu)
hakkındaki ibârât-ı Fusûs
Fusus cümleleri)
kat'i (kesin)
olmayıp cevâz
(caiz olma) ve ihtimâle müstenid
(dayalı) olsun ve
bunun için Hz. Şeyh Fir'avn'ın sıhhat-i îmânı
(imanının doğruluğu)
hakkında tevakkuf (tereddüt)
edip âtîde
(aşağıda) gelecek
olan
ثم انا نقول بعد ذلك والامر فيه الى الله
kavlini (sözleri)
îrâd eylemiştir
(söylemiştir).
Şu halde, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin
altmış ikinci bâbında
(bölümünde) Fir’avn müebbed-fi'n-nâr
(cehennemde ebedi kalacak)
olduğunu beyân etmek
(açıklamak) bu
tevakkuf (tereddüt)
ve zehâba (zanna)
mugâyir (ters)
düşmez mi? Zîrâ (çünkü)
bir kimse bir mes'ele hakkındaki kanâat-i
kat'îsini (kesin görüşünü)
beyân ettikten
(açıkladıktan) sonra yine o mes'ele hakkında
tereddüd ve ihtimâl dâiresinde
(sınırları içinde)
beyân-ı mütâlaa etse
(düşüncelerini açıklasa),
bu iki hükûmden birisi zâid
(gereksiz) olur. Hz.
Şeyh'in âsâr-ı aliyyesiyle
(yüce eserleriyle) aslâ alâkası olmamakla ehl-i
zâhire (zahirde kalmış
kimselere) hitâben
şu nükteyi (ince
manayı) ihtâr edeyim
(hatırlatayım) ki:
Fütûhât-ı Mekkiyye 590 ve Fusûssu’l-Hikem ise
628 sene-i hicriyyelerinde
(hicri senesinde) ızhâr Buyrulmuştur
(meydana çıkarılmıştır).
Böyle olmaka berâber, her iki eser-i âli
(yüce eser) dahi kalb-i
Şeyh-i Ekber'e (Şeyhi
Ekber’in kalbine) hâtem-i velâyet
(velayetin son)
mişkâtinden (kandil yerinden)
münzel olduğu
(indirildiği) için ikinci bâbında
(kısmında) münderic
olan (bulunan)
şu:
اربع
طوائفَ في النار لا يخرجون منها وهم التكبرون على الله
كفرعون وامثاله ممن ادعى الربوبية لنفسه ونفاها عن الله
فقال يا ايها الملأ ما علمت لكم من اله غيري وقال انا ربكم
الاعلى يريد ما في السماء اله غيري وكذلك غرود وغيره
والطائفت الثانية الشركون وهم الذين يجعلون مع الله الهأ
آخر ... الخ.
Ma'nâ-yı şerîfi (yüce manası):
"Dört tâife nârdadır
(ateştedir), ondan
çıkmazlar. Ve onlar Allah Teâla üzerine mütekebbir
(kibirli) olanlardır;
Fir'avn ve emsâli
(benzerleri) gibi ki; rubûbiyyeti Allah
Teâlâ'dan nefy (atıp, yok)
edip kendi nefsi için iddiâ eden kimsedir.
Fir'avn:
يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ مَا عَلِمْتُ لَكُم مِّنْ إِلَهٍ
غَيْرِي
(Kasas. 28/38) dedi ki: "Semâda
(gökte) benim gayrim
olan (benden başka)
bir ilâh yoktur" demeği murâd eder
(diler).
Ve gurur ve onun gayri
(ondan başkası) dahi
bunun gibidir. Ve ikinci tâife müşriklerdir
(Allah’a şirk koşanlardır).
Ve onlar Allah
Teâlâ ile berâber İlâh-i âhar
(başka İlahlar)
ittihâz (kabul)
edenlerdir ilh..." ibâresi
(cümlesi) alınmakla iktifâ' olunursa
(yetinilirse),
efkâr
(fakir) Bâli Efendi
hazretlerinin mütâlaasına
(düşüncesine) meyleder
(yatkınlık duyar).
Velâkin (fakat),
Hz. Şeyh Fütuhât-ı Mekkiyye'nin otuz
kadar mahallinde (yerinde)
îmân-ı Fir'avn'ın
(Firavun’un imanının) sıhhati
(sağlamlığı) hakkında
beyânâtta (açıklamalarda)
bulunurlar. Ezcümle
(esas olarak)
Fütûhât'ın 198. bâbında
(bölümünde) on ikinci tevhîdde şu ibâreler
(cümleler)
mündericdir (yer almaktadır):
ثم ان الله صدقه في ايمانه بقوله ءآلآن وَ قَدْ عَصَيْتَ
قَبْلُ فدل على اخلاصه في ايمانه ولو لم يكن مخلصأ لقال
فيه تعالى كما قال في الاعراب الٌذِينَ قَالُوا آمَنٌا
قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا ولًكِنْ قُولُوا آصْلَمْنا وَلَمًا
يَدْخُلِ الإيمَنُ فِي قُلُوبِكُمْ فقد شهد الله بغرعون
بالايمان وما كان الله يشهد لاحد بائصدق في توحيده الا
ويجاز به / و بعد ايمانه فما عصى فقبله الله ان كان قبله
طاهراً والكافر اذا اسلم وجب عليه ان يغتسل فكان غرقه غسلا
له وتطهيرا ًحيث اخنه الله في تلك الحالة نكال الآخرة
والاولى وجعل ذلك عبرة لمن يخشى وما يشبه ايمانه من غر غر
فان المغر غر موقن بانه مفارق قاطع بذلك وهذا الغرق هنا لم
يكن كذلك لانه راًى البحريساً في حق المؤ منين فعلم ان ذلك
لهم بايمانهم فما ايقن بالموت بل غلب على ظنه الحياة فليس
منزلته منزلة من حضر الموت فقال اني تبت الآن ولا هو من
الذين يموتون وهم كفار فامره الى الله تعالى
Ya’nî “Muhakkak Allah Teâlâ, Fir’avn’ın îmânını tasdîk
buyurdu (doğruladı).
آلآنَ
وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ
(Yûnus. 10/91) âyet-i kerîmesi onun îmânının ihlâsına
(samimiliğine, halisliğine)
delîldir
(kanıttır).
Eğer Fir'avn îmânında muhlis
(samimi, içten)
olmaya idi, Hak Teâlâ onun hakkında A'râb
(çöl Arapları)
hakkında buyurduğu gibi
قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا
وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ
الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ
(Hucurât, 49/14), der idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı),
Allah Teâlâ muhakkak Fir'avn'ın îmânına
şehâdet (şahitlik)
eyledi. Halbuki cevâz
(caiz)
olmadıkça Allah Teâlâ hiçbir kimsenin tevhîdinde sıdkına
(doğruluğuna)
şehâdet buyurmaz (şahitlik
yapmaz).
Ve Fir'avn îmânından sonra isyân etmedi. Şu halde
Allah Teâlâ onu tâhir (temiz,
pak) olduğu halde kabz
(ruhunu teslim)
eyledi. Ve bir kâfir Müslüman olduğu vakit onun üzerine
gusl (boy aptesti)
vâcib (zorunlu)
olup, Fir'avn'ın garkı
(batması) ise kendisi için gusldür
(boy aptestidir).Ve
Allah Teâlâ'nın onu bu halde ahz etmesi
(alması)
haysiyyetiyle (dolayısıyla)
âhiret ve dünyâ nekâlinden
(azabından) tathîrdir
(temizlemektir).
Ve bunu haşyet
(korku) sâhibi olan
kimseler için ibret kıldı. Ve onun imânı
gargara hâlinde bulunan bir kimsenin imânına benzemedi.
Zîrâ (çünkü)
gargara hâlinde bulunan kimse müfârık olduğuna
(ayrılıp gideceğini)
sûret-i kat'iyyede (kati,
kesin bir şekilde) mûkındir
(bilir). Halbuki bu
gark (batma, boğulma),
burada böyle değildir. Zîrâ
(çünkü) Fir'avn
deryâyı (denizi)
mü'minler hakkında kuru bir halde gördü; bildi ki, bu
hâl îmanları sebebiyle onlar için vâkı' oldu
(gerçekleşti). Böyle
olunca Fir'avn mevti (ölümü)
mûkın olmadı
(kesin bilemedi). Belki onun zannı üzerine
hayât gâlib (üstün)
geldi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) onun mertebesi
إِنِّي تُبْتُ الآنَ
(Nisâ,
4/18) diyen muhtezırın (ölmek
üzere olup can çekişenlerin) mertebesi
değildir. Ve Fir'avn küffârdan
(kâfirlerden) olduğu
halde ölen kimseler[den] değildir. İmdi
(buna göre) onun emri
(hususu) Allah
Teâlâ'ya râci'dır (dönüktür)."
Devam edecek |