[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Sâniyen (ikinci
olarak): Hz. Şeyh-i Ekber'in
لانه قبضه الله عند ايمانه kavli
(sözleri) îmânın
vücûdu (varlığı)
hakkında nasstır (açık
delildir). Bu kelâm
(sözler) onun
sıhhat-i îmânına, (imanının
sağlamlığına) ya'nî sübût-i imânın
(imanının gerçekliğinin)
cevâzından (caiz
olmasından) dolayı onun nef’ine
(faydalı olacağına)
ve vaktinde vâkı' olmamasından
(gerçekleşmediğinden)
dolayı adem-i nef’ine
(faydasızlığına) delâlet
(işaret) etmez. Zîrâ
(çünkü) imân
minindillâh (Allah
tarafından) gelen şeyi tasdîktir
(doğrulamaktır onaylamaktır).
Ve makbûliyyet
(kabul olmuşluk) dahi vakit hasebiyle kendisi
için lâzım olan tasdîk
(onaylama) mâhiyyetinden
(esasından)
hâriçtir.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur
يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْساً
إِيمَانُهَا
(En’âm, 6/158)
Cevap: Cen’ab-ı Şeyh’in
ايما نه
لانه قبضه الله عند
kavli
فان الله نفعهما به عليه السلام
kavl-i kat'îsine (kesin
sözlerine) nazaran
(göre) Fir'avn'ın
(Firavun’un) sıhhat-i
imânına (imanının
sağlamlığına) delâlet
(işaret) eder. Çünkü
Fir'avn'ın imânı sahîh
(doğru, sağlam) olmadığı takdirde bâlâdaki
(yukarıdaki) cevâpta îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere Mûsâ (a.s.)’ın ona aslâ /
nef’i (faydalı)
olmamış olur. Ve Fir'avn öyle bir günde îmân etti ki, o
gün
يَوْمَ
يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْساً
إِيمَانُهَا
(en’âm, 6/158) âyet-i kerîmesine mâ-sadak
(uygun) değildir.
Nitekim, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) âtîde
(aşağıda) gelecek
olan ibârât-ı kat'iyye (kati,
kesin cümleler) ile bu dakîkayı
(inceliği) izâh
buyurdukları (anlattıkları)
gibi Fütâhât-ı Mekkiyye'nin bâlâda
(yukarıda) zikrolunan
(anlatılan) yüz
doksan sekizinci bâbında
(kısmında) tasrîh buyururlar
(açıkça belirtirler).
Sâlisen (üçüncü
olarak):
Cenâb-ı Şeyh'in
وجعله آية على عنايته سبحانه و تعالى بمن يشاء
kavli (sözleri),
ihbârât-ı ilâhiyyede (ilahi
bildirilerde) Hakk Sübhânehû'nun inâyetine
(lûtfuna, ihsanına)
birçok delîller (kanıtlar)
bulunduğu için, Fir'avn'ın sıhhat-i îmânına
(imanının sağlamlığına)
delîl (kanıt)
değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
sıhhat-i îmânının (iman
sağlamlığının),
dilediği kimseye Hakk'ın inâyetine
(ihsanına) delîl
(kanıt) olmasına
ihtiyâç yoktur.
Cevap: Bu ibârenin
(cümlenin) mâ-kabli
(öncesi) ve mâ-ba'di
(sonrası) mütâlaa
(düşünerek tetkik)
ve muhâkeme
olunursa hey'et-i mecmûasından
(bütün hepsinden) Hz.
Şeyh'in Fir'avn'ın
(Firavun’un) sıhhat-i imânını
(imanının sağlamlığını)
sûret-i kat'iyyede (kesin
şekilde) murâd ettikleri
(istedikleri)
anlaşılır. Gerçi (her ne
kadar) Hak Tealâ'nın inâyetine
(lutfuna) delîller
(kanıtlar) pek çok
ise de, da’vâ-yı ulûhiyyet
(uluhiyet iddiasında bulunmak) gibi bir
şenâate (kötülüğe)
mûcâseret (cesaret)
eden Fir'avn gibi bir cebbâra
(zorbaya) âhir
vaktinde (son zamanında)
Hakk'ın îmân-ı sahîh
(sağlam, halis iman)
ve makbûl (beğenilen, geçerli
iman) nasîb etmesi, Hakk'ın inâyetine
(lutfuna) bir âyet-i
azîmedir (büyük delildir,
işarettir).
Zîrâ (çünkü)
Hakk'ın bu gibi mezâhiri
(şereflenmeleri)
nâdiren (seyrek olarak)
zâhirdir (görülür).
Râbian: (dördüncü
olarak) Hz: Şeyh'in
فلو كان ممن ييأس من رحمة الله ما بادر الى الايمان
kavline (sözlerine)
gelince ihtimâldir ki,
Fir'avn (Firavun)
Allah'ın rahmetinden me'yûs olmadığı,
(ümidini kesmediği)
velâkin (fakat)
rahmet-i ilâhiyyeyi (Allah’ın
rahmetini) recâ eylediği
(umduğu, arzuladığı)
halde imâna mübâderet etmiştir
(girişmiştir).
Halbuki recâ (ümit
etme, umma),
rahmet vaktinde vâkı'
olmadığı
(gerçekleşmediği) için kâfir olarak
kalmıştır. Nitekim, güneş mağribden
(batıdan) tulû'
ettiği (doğduğu)
vakitte nâsın (insanların)
kâffesi (hepsi)
îmân ederler. Bu îmân ise ancak recâdan
(ümit etmekten, istemekten)
neş'et eder (ileri
gelir). Zîrâ (çünkü) onlar me’yûs
(ümitsiz)
değillerdir ve îmâna mûbâderet ederler
(girişirler). Lâkin
(ancak) recâları
(istekleri)
ve îmânları vaktinde vâkı' olmadığı
(gerçekleşmediği)
için hepsi' kâfirdirler. İmdi
(şu halde) ihbârât-ı
ilâhiyyede (ilahi haberlerde)
va'd ve
vaid (mükafat ve ceza
hakkında) gelen şeylerin inkişâfından
(açılmasından) dolayı
îmân-ı Fir'avn (Firavun’un
imanı) ihtiyârdan
(kendi seçiminin) hâriç
(dışında) ve zarûrî (zorunlu)
olarak vâkı' oldu
(gerçekleşti) .
Devam edecek |