[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve ârif-i mükemmel, kendisine ibâdet olunan her bir
ma’bûdu, Hak için meclâ gören kimsedir. Ve bunun için
onların kâffesi taş, ya ağaç, ya hayvan, Ya insan, yâhut
yıldız Ya melik ism-i hâssı ile berâber onu “ilâh”
tesmiye ettiler. Bu, onun hakkında ism-i şahsiyyettir.
Ve ulûhiyyet bir mertebedir ki, âbid onun için kendi
ma'bûdunun mertebesi olduğunu tahayyül eder. Halbuki o,
bu meclâ-yı muhtassta bu ma’bûd üzere mu'tekîf olan bu
âbid-i hâssın basarı için hakîkat üzere Hakk'ın
meclâsıdır. Ve bunun için, ârif olan ba'zı kimse,
makâle-i cehâlet bulunan
مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ
زُلْفَى
(Zümer, 39/3) ya'nî “Biz putlara ancak, bizi Hakk'a
takrîb etmeleri için ibâdet ediyoruz” dediler. Maahâzâ
onlara “âlihe” tesmiye ettiler. Hattâ
أَجَعَلَ الْآلِهَةَ إِلَهاً وَاحِداً إِنَّ هَذَا
(Sâd. 38/5) ya’nî “Muhammed (a.s.) bu ilâhları ilâh-ı
vâhid mi yaptı? Muhakkak bu acîb şeydir!” dediler. İmdi
onlar onu inkâr etmediler. Belki ondan müteaccib
oldular. Zîrâ onlar kesret-i suver ile ve uluhiyyetin o
suvere nisbeti ile vâkıf oldular. Binâenaleyh Resûl
geldi ve onları onların bu sûretlerin hicâre olduğuna
ilimlerinden nâşi
مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ
زُلْفَى
(Zümer, 39/3) kavillerinde i'tikâd ettikleri ve
indlerinde isbât eyledikleri ve onların şehâdetleriyle
bilinen ve meşhûd olmayan ilâh-i vâhide da'vet etti ve
bundan dolayı
قُلْ سَمُّوهُمْ
(Ra'd. 13/33) ya'ni “Onları isimleriyle zikredin!'”
kavliyle onları ibâdetlerinden men'de, onların üzerine
hüccet kâim oldu. Binâenaleyh, onlar o suveri, ancak
hakîkatten onlara mahsûs olduğunu bildikleri o esmâ ile
tesmiye ederler (13).
Ya'nî mükemmel olan ârif
(Hakk’ı bilen) o kimsedir ki, gerek ibâdet-i
teellüh (hevesine tapmak)
ve gerek ibâdet-i teshîr
(nesneye tapmak)
ile ibâdet olunan her bir ma'bûdu,
(ilahı) Hakk'ın esmâ
(isimler) ve
sıfâtının (sıfatlarının)
zâhir olduğu
(açığa çıktığı, göründüğü) birer meclâ
(ayna) ve mazhar
(görüntü yeri)
görür. İşte her bir ma'bûd bir meclâ
(ayna) ve mazhar-ı
Hakk (Hakk’ın görüntü yeri)
olduğu için, taşa, ağaca, hayvânâta
(hayvanlara),
insana, yıldıza ve melike
(hükümdara) vesâir (ve diğer)
eşyâya (şeylere)
tapan kimselerin cümlesi
(hepsi), bu
taptıkları şeylerin kendilerine mahsûs
(ait) olan taş, ağaç
gibi isimlerini zikretmekle
(söylemekle) berâber, bir de "ilâh" tesmiye
ettiler (dediler).Meselâ
mecûsîlere (ateşe tapanlara)
“Bu taptığın ne şeydir” denilse, "Ateştir"
der. "O halde niçin buna taparsın?" denilse, "Ma'bûddur"
(ilahtır) diye
cevap verir. Bu taş, ağaç, ve ateş, onların
şahsiyyetlerinin ve taayyünlerinin
(görünen suretlerinin)
ismidir. Ve ulûhet
(ilahlık),
eşyâ-yı muhtelifeye
(çeşitli şeylere) tapan âbidlerin
(kulların) o eşyâda
(şeylerde)
tahayyül (hayal)
ettikleri ulûhet (ilahlık)
mertebelerini câmi' olan
(toplayan) bir
mertebe-i refî'adır (yüksek
mertebedir). Her bir ma'bûdun
(ilahın) âbidi
(kulu),
ulûhet (ilahlık)
mertebesi, kendi ma'bûdunun
(ilahının) mertebesi
olduğunu ve kendi ma'bûdu, o mertebede müteâyyin
bulunduğunu (meydana
çıktığını) ve mertebe-i ulûhet
(ilahlık mertebesi),
kendi ma'bûdunda
(ilahında) müteayyin olduğunu
(meydana çıktığını)
tahayyül eder (düşünür).
Halbuki o âbidin
(kulun) tahayyül ettiği
(düşündüğü) mertebe-i
ulûhet (ilahlık mertebesi),
hakîkatte
(gerçekte) ulûhet-i mutlaka
(salt, kayıtsız ilah)
mertebesi değildir. Belki bu ma'bûd-ı mukayyed
(kayıtlı ilah),
o ma'bûd üzerine mu'tekif olan
(ibadet eden) bu âbid-i
hâssın (kendi kulunun)
cism-i kesîfinin (madde
bedeninin) gözü için Hakk'ın bir meclâsıdır
(aynasıdır) ki, o
âbid, (kul) eşyâ-yı
kesîfe (yoğunlaşmış, katı
şeyler) içinden bu meclâ
(ayna) ve mazharı
(görüntü yerini)
intihâb edip (seçip)
ona tapar.
İşte zikrolunan (anlatılan)
hakîkatten nâşî
(dolayı),
bunun böyle olduğunu idrâk eden ba'zı putperestler
"Biz taştan ve ağaçtan yaptığımız, putlara bizi Allâh'a
yaklaştırsın diye ibâdet ediyoruz" dediler ki, bu söz,
makâle-i cehâlettir
(bilgisizliklerinden dolayı söylenmiştir);
ya'nî emri
(hususu, işi) hakîkat üzere bilmeyen
kimselerin sözüdür. Zîrâ
(çünkü) puta tapan ukalâdan
(akıllı kişilerden)
ba'zıları, elleriyle yaptıkları esnâma
(putlara) "İlâhdır"
dedikten sonra düşündüler ki, âlemde
(evrende) "ilâh"
dedikleri şeyden başka birçok eşyâ
(şeyler) mevcûddur.
Eğer bu taptıkları şey münhasıran
(sadece, özellikle)
İlâh olsa, diğer eşyâ
(şeyler) nedir? Ve bunlarda mutassarrıf olan
(tasarruf eden, idare eden)
kimdir? Çünkü kendilerinin ilâhı muhîtinde
(çevresinde) tasarruf
edemez. Binâenaleyh (bundan
dolayı), karar verdiler ki, bir ilâh-ı hakîki
(gerçek bir ilah)
vardır. Bu taptıkları mabûd
(ilah) onun timsâlidir
(sembolüdür) ki,
kendilerini bu ilâh-ı hakîkîye
(gerçek ilaha) takrîb
eder (yaklaştırır).
Şu halde makâle-i cehâleti
(cahilce sözü) söylemekle berâber, o esnâma
(putlara) "ilâh"
tesmiye ettiler (dediler);
hattâ dediler ki: "Resûl
(Peygamber) müteaddid
(birçok) ilâhları
bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu acîb
(acaip, şaşılacak)
şeydir" (Sâd, 38/5). Binaenaleyh
(bundan dolayı) bu
sözleriyle onlar Resûl (a.s.)’ın da'vet ettiği ilâh-ı
vâhidi (tek ilahı)
inkâr etmediler. Belki bu ilâh-ı vâhide
(tek ilaha) da'vetten
müteaccib oldular
(şaşırdılar).
Çünkü sanem-perestân
(putperestler)
kesret-i suver (birçok suret)
ile ve ulûhet
(ilahlık) mertebesinin o suver-i kesîreye
(çokluk suretlerine)
nisbeti (bağıntısı, ilişkisi)
ile vâkıf oldular (bildiler).
Zîrâ
(çünkü)
putperestlerden her bir tâifenin
(grubun) taptığı
sanem (putlar)
başka başkadır. Kiminin putu insan ve kiminin putu
hayvan şeklinde ve kiminin putu ağaçtan ve kiminin
taştandır. Ve her tâife
(grup) diğerinin "ilâh" ittihâz ettiği
(kabullendiği) sanemi
(putu) kabûl etmeyip onun ulûhiyyetini inkâr eder. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
meydanda ilâh ittihâz olunan
(kabul edilen) bu kadar ma'bûdlar
(ilahlar) mevcûd iken
Resûl (a.s.)’ın ilâh-ı vâhide
(tek ilaha)
da'vetinden müteaccib oldular
(şaşırdılar).Fîlhakîka
da (gerçekte de)
müteaddid (birden çok)
olan bu ilâhlar bir ilâh olmaz; çünkü ilâh-ı vâhid,
(tek ilah)
müteaddid (birçok)
ilâhlardan müttehaz
(edinilmiş) değildir. Bu da'vet ilâh-ı
mutlaka (sınırsız, kayıtsız
ilaha) da'vet idi.
İmdi (buna göre)
Resûl (Peygamber)
geldi ve onları bu ilâh-ı vâhide
(tek ilaha) da'vet
etti. Bu öyle bir ilâh-ı vâhid
(tek ilah) idi ki,
sanem-perestân
(putperestlerin) taptıkları sûretlerin taştan
ma'mûl olduğunu (yapıldığını)
bildikleri için "Biz onlara bizi Allâh'a
yaklaştırsın diye tapıyoruz" (Zümer, 39/3) sözleriyle
ona i'tikâd ettiklerini
(inandıklarını) beyân etmişler
(bildirmişler) ve
indlerinde (kendi
taraflarından) onu isbât eylemişlerdi. Ve bu
ilâh-ı vâhid (tek ilah)
onların bu şehâdetleriyle
(şahitliğiyle) bilinmiş ve fakat meşhûd olmamış
(gözle görülmemiş)
idi. Ve işte bu âbidler
(kullar),
putlarının taştan ma'mûl olduğunu
(yapıldığını)
bildikleri için Hak Teâlâ
قُلْ سَمُّوهُم
(Ra'd, 13/33) ya'nî "Ey Resûlüm, sen onlara de ki,
ilâhlarınızı isimleriyle yâd ediniz
(anınız)! " buyurdu.
Ve bu kavl (söz)
ile taştan ma'mûl olan
(yapılan) esnâma
(putlara) ibâdetten men' etmekte
(yasaklamakta),
Hak tarafından onlar üzerine hüccet
(delil) kâim
(mevcut) oldu. Zîrâ
(çünkü) onlar
ma'bûdlarını (ilahlarını)
isimleriyle yâd etseler
(ansalar),
taş, ağaç, ay, yıldız, güneş, âteş ilh...
gibi kendilerine mahsûs (ait,
özel) olan esâmîyi
(isimleri)
zikretmeleri (söylemeleri)
iktizâ eder
(gerekir).
Bunlar ise bi't-tabi'
(doğal olarak) ibâdete lâyık değildirler. Bu
bahis (konu)
hakkında Fass-ı Nûhî'de (Nuh
bölümünde) de îzâhât
(açıklamalar) mevcûd
olduğundan oraya da mürâcaat buyurulsun. /
Devam edecek |