Füsûs-ül Hikem

306. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve ârif-i mükemmel, kendisine ibâdet olunan her bir ma’bûdu, Hak için meclâ gören kimsedir. Ve bunun için onların kâffesi taş, ya ağaç, ya hayvan, Ya insan, yâhut yıldız Ya melik ism-i hâssı ile berâber onu “ilâh” tesmiye ettiler. Bu, onun hakkında ism-i şahsiyyettir. Ve ulûhiyyet bir mertebedir ki, âbid onun için kendi ma'bûdunun mertebesi olduğunu tahayyül eder. Halbuki o, bu meclâ-yı muhtassta bu ma’bûd üzere mu'tekîf olan bu âbid-i hâssın basarı için hakîkat üzere Hakk'ın meclâsıdır.  Ve bunun için, ârif olan ba'zı kimse, makâle-i cehâlet bulunan    مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى    (Zümer, 39/3) ya'nî “Biz putlara ancak, bizi Hakk'a takrîb etmeleri için ibâdet ediyoruz” dediler. Maahâzâ onlara “âlihe” tesmiye ettiler. Hattâ    أَجَعَلَ الْآلِهَةَ إِلَهاً وَاحِداً إِنَّ هَذَا    (Sâd. 38/5) ya’nî “Muhammed (a.s.) bu ilâhları ilâh-ı vâhid mi yaptı? Muhakkak bu acîb şeydir!” dediler. İmdi onlar onu inkâr etmediler. Belki ondan müteaccib oldular. Zîrâ onlar kesret-i suver ile ve uluhiyyetin o suvere nisbeti ile vâkıf oldular. Binâenaleyh Resûl geldi ve onları onların bu sûretlerin hicâ­re olduğuna ilimlerinden nâşi    مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى    (Zümer, 39/3) kavillerinde i'tikâd ettikleri ve indlerinde isbât eyledikleri ve onların şehâdetleriyle bilinen ve meşhûd olmayan ilâh-i vâhide da'vet etti ve bundan dolayı   قُلْ سَمُّوهُمْ    (Ra'd. 13/33) ya'ni “Onları isimleriyle zikredin!'” kavliyle onları ibâdetlerinden men'de, onların üzerine hüccet kâim oldu. Binâenaleyh, onlar o suveri, ancak hakîkatten onlara mahsûs olduğunu bildikleri o esmâ ile tesmiye ederler (13).

Ya'nî mükemmel olan ârif (Hakk’ı bilen) o kimsedir ki, gerek ibâdet-i teellüh (hevesine tapmak) ve gerek ibâdet-i teshîr (nesneye tapmak) ile ibâdet olunan her bir ma'bûdu, (ilahı) Hakk'ın esmâ (isimler) ve sıfâtının (sıfatlarının) zâhir olduğu (açığa çıktığı, göründüğü) birer meclâ (ayna) ve mazhar (görüntü yeri) görür.  İşte her bir ma'bûd bir meclâ (ayna) ve mazhar-ı Hakk (Hakk’ın görüntü yeri) olduğu için, taşa, ağaca, hayvânâta (hayvanlara), insana, yıldıza ve melike (hükümdara) vesâir (ve diğer) eşyâya (şeylere) tapan kimselerin cümlesi (hepsi),  bu taptıkları şeylerin kendilerine mahsûs (ait) olan taş, ağaç gibi isimlerini zikretmekle (söylemekle) berâber, bir de "ilâh" tesmiye ettiler (dediler).Meselâ mecûsîlere (ateşe tapanlara) “Bu taptığın ne şeydir” denilse, "Ateştir" der. "O halde niçin buna taparsın?" denilse, "Ma'bûddur" (ilahtır) diye cevap verir. Bu taş, ağaç, ve ateş, onların şahsiyyetlerinin ve taayyünlerinin (görünen suretlerinin) ismidir. Ve ulûhet (ilahlık), eşyâ-yı muhtelifeye (çeşitli şeylere) tapan âbidlerin (kulların) o eşyâda (şeylerde) tahayyül (hayal) ettikleri ulûhet (ilahlık) mertebelerini câmi' olan (toplayan) bir mertebe-i refî'adır (yüksek mertebedir). Her bir ma'bûdun (ilahın) âbidi (kulu), ulûhet (ilahlık) mertebesi, kendi ma'bûdunun (ilahının) mertebesi olduğunu ve kendi ma'bûdu, o mertebede müteâyyin bulunduğunu (meydana çıktığını) ve mertebe-i ulûhet (ilahlık mertebesi), kendi ma'bûdunda (ilahında) müteayyin olduğunu (meydana çıktığını) tahayyül eder (düşünür). Halbuki o âbidin (kulun) tahayyül ettiği (düşündüğü) mertebe-i ulûhet (ilahlık mertebesi), hakîkatte (gerçekte) ulûhet-i mutlaka (salt, kayıtsız ilah) mertebesi değildir. Belki bu ma'bûd-ı mukayyed (kayıtlı ilah), o ma'bûd üzerine mu'tekif olan (ibadet eden) bu âbid-i hâssın (kendi kulunun) cism-i kesîfinin (madde bedeninin) gözü için Hakk'ın bir meclâsıdır (aynasıdır) ki, o âbid, (kul) eşyâ-yı kesîfe (yoğunlaşmış, katı şeyler) içinden bu meclâ (ayna) ve mazharı (görüntü yerini) intihâb edip (seçip) ona tapar.

İşte zikrolunan (anlatılan) hakîkatten nâşî (dolayı), bunun böyle olduğunu idrâk eden ba'zı putperestler "Biz taştan ve ağaçtan yaptığımız, putlara bizi Allâh'a yaklaştırsın diye ibâdet ediyoruz" dediler ki, bu söz, makâle-i cehâlettir (bilgisizliklerinden dolayı söylenmiştir); ya'nî emri (hususu, işi) hakîkat üzere bilmeyen kimselerin sözüdür. Zîrâ (çünkü) puta tapan ukalâdan (akıllı kişilerden) ba'zıları, elleriyle yaptıkları esnâma (putlara) "İlâhdır" dedikten sonra düşündüler ki, âlemde (evrende) "ilâh" dedikleri şeyden başka birçok eşyâ (şeyler) mevcûddur. Eğer bu taptıkları şey münhasıran (sadece, özellikle) İlâh olsa, diğer eşyâ (şeyler) nedir? Ve bunlarda mutassarrıf olan (tasarruf eden, idare eden) kimdir? Çünkü kendilerinin ilâhı muhîtinde (çevresinde) tasarruf edemez. Binâenaleyh (bundan dolayı), karar verdiler ki, bir ilâh-ı hakîki (gerçek bir ilah) vardır. Bu taptıkları mabûd (ilah) onun timsâlidir (sembolüdür) ki, kendilerini bu ilâh-ı hakîkîye (gerçek ilaha) takrîb eder (yaklaştırır). Şu halde makâle-i cehâleti (cahilce sözü) söylemekle berâber, o esnâma (putlara) "ilâh" tesmiye ettiler (dediler); hattâ dediler ki: "Resûl (Peygamber) müteaddid (birçok) ilâhları bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu acîb (acaip, şaşılacak) şeydir" (Sâd, 38/5). Binaenaleyh (bundan dolayı) bu sözleriyle onlar Resûl (a.s.)’ın da'vet ettiği ilâh-ı vâhidi (tek ilahı) inkâr etmediler. Belki bu ilâh-ı vâhide (tek ilaha) da'vetten müteaccib oldular (şaşırdılar). Çünkü sanem-perestân (putperestler) kesret-i suver (birçok suret) ile ve ulûhet (ilahlık) mertebesinin o suver-i kesîreye (çokluk suretlerine) nisbeti (bağıntısı, ilişkisi) ile vâkıf oldular (bildiler).  Zîrâ (çünkü) putperestlerden her bir tâifenin (grubun) taptığı sanem (putlar) başka başkadır. Kiminin putu insan ve kiminin putu hayvan şeklinde ve kiminin putu ağaçtan ve kiminin taştandır. Ve her tâife (grup) diğerinin "ilâh" ittihâz ettiği (kabullendiği) sanemi (putu) kabûl etmeyip onun ulûhiyyetini inkâr eder. Binâenaleyh (bundan dolayı) meydanda ilâh ittihâz olunan (kabul edilen) bu kadar ma'bûdlar (ilahlar) mevcûd iken Resûl (a.s.)’ın ilâh-ı vâhide (tek ilaha) da'vetinden müteaccib oldular (şaşırdılar).Fîlhakîka da (gerçekte de) müteaddid (birden çok) olan bu ilâhlar bir ilâh olmaz; çünkü ilâh-ı vâhid, (tek ilah) müteaddid (birçok) ilâhlardan müttehaz (edinilmiş) değildir. Bu da'vet ilâh-ı mutlaka (sınırsız, kayıtsız ilaha) da'vet idi.

İmdi (buna göre) Resûl (Peygamber) geldi ve onları bu ilâh-ı vâhide (tek ilaha) da'vet etti. Bu öyle bir ilâh-ı vâhid (tek ilah) idi ki, sanem-perestân (putperestlerin) taptıkları sûretlerin taştan ma'mûl olduğunu (yapıldığını) bildikleri için "Biz onlara bizi Allâh'a yaklaştırsın diye tapıyoruz" (Zümer, 39/3) sözleriyle ona i'tikâd ettiklerini (inandıklarını) beyân etmişler (bildirmişler) ve indlerinde (kendi taraflarından) onu isbât eylemişlerdi. Ve bu ilâh-ı vâhid (tek ilah) onların bu şehâdetleriyle (şahitliğiyle) bilinmiş ve fakat meşhûd olmamış (gözle görülmemiş) idi. Ve işte bu âbidler (kullar),  putlarının taştan ma'mûl olduğunu (yapıldığını) bildikleri için Hak Teâlâ    قُلْ سَمُّوهُم    (Ra'd, 13/33) ya'nî "Ey Resûlüm, sen onlara de ki, ilâhlarınızı isimleriyle yâd ediniz (anınız)! " buyurdu. Ve bu kavl (söz) ile taştan ma'mûl olan (yapılan) esnâma (putlara) ibâdetten men' etmekte (yasaklamakta), Hak tarafından onlar üzerine hüccet (delil) kâim (mevcut) oldu. Zîrâ (çünkü) onlar ma'bûdlarını (ilahlarını) isimleriyle yâd etseler (ansalar), taş, ağaç, ay, yıldız, güneş, âteş ilh... gibi kendilerine mahsûs (ait, özel) olan esâmîyi (isimleri) zikretmeleri (söylemeleri) iktizâ eder (gerekir). Bunlar ise bi't-tabi' (doğal olarak) ibâdete lâyık değildirler. Bu bahis (konu) hakkında Fass-ı Nûhî'de (Nuh bölümünde) de îzâhât (açıklamalar) mevcûd olduğundan oraya da mürâcaat buyurulsun. /

Devam edecek

 

 
 
İzmir -29.01.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com