| 
						 
						
						
						[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE" 
						BEYÂNINDA OLAN FASTIR] 
						
						
						
						İmdi Resûl (a.s.) ilâha da'vet etti ki, ona muhtâc 
						olunur ve icmâl haysiyyetinden bilinir ve müşâhede 
						olunmaz. Ve "Basarlar O'nu idrâk etmez" (En'âm, 6/ 103) 
						belki a'yân-ı eşyâda lutfundan ve sereyânından nâşî, "O 
						basarları idrâk eder. "(En'âm, 6/103). İmdi ebsâr, 
						kendilerinin eşbâhını ve suver-i zâhiresini / müdebbir 
						olan ervâhını idrâk etmediği gibi, onu idrâk etmez. 
						Binâenaleyh o latîftir. Bevâtın ve zevâhiri habîrdir ve 
						"hibret" zevktir ve "zevk" tecellîdir ve tecelî 
						suverdedir. Böyle olunca suver lâ-büddür. Ve Hak 
						lâbüddür ve onu gören kimsenin kendi hevâsıyla ona 
						ibâdet etmesi lâ-büddür, eğer anladın ise. Ve sebîlin 
						kasdı Allâh'adır (15). 
						
						
						Ya'nî Resûl (a.s.) ümmetini ilâh-ı mutlaka 
						(kayıtsız ilaha) 
						da'vet etti. Ve onun da'vet ettiği ilâh öyle bir ilâh-ı 
						mutlaktır, (kayıtsız, 
						sınırsız ilahtır) ki "Samed"dir, ya'nî her 
						şeyin vücûdu (varlığı) 
						ona muhtaçtır. Ve onun zâtı âlem-i tafsîl 
						(detay âlemi)
						ve takyîd 
						(kayıtlı) olan âlem-i mâddiyyâtta 
						(madde âleminde) 
						müşâhede olunmayıp 
						(görünmeyip) icmâl 
						(öz, özet) ve ıtlâk
						(kayıtsızlık) 
						cihetiyle (yönüyle) 
						bilinir. Ve onun kemâl-i letâfetinden 
						(nurunun şeffaflığından) 
						ve a'yân-ı eşyâda 
						(varlıkların hakikâtlerinde) bu letâfetiyle
						(şeffaflığıyla) 
						sereyânından (yayılmasından)
						dolayı. "Gözler O'nu idrâk etmez" (En'âm, 
						6/103) Belki her şeyde letâfetle 
						(şeffaflıkla) sârî 
						olduğu (yayıldığı) 
						için, "O gözleri idrâk eder." (En'âm, 6/103). 
						Nitekim, insanın kendi cesedini ve kesîf 
						(yoğun, katı) olan 
						sûret-i zâhiresini 
						(görünürdeki suretini) müdebbir olan 
						(tedbir eden, idare eden) 
						rûhu mevcûd iken, insanın gözü bu rûhu idrâk etmez. 
						İşte ebsârın (gözlerin)
						onu idrâk edememesi de böyledir. Binâenaleyh
						(bundan dolayı) 
						Hak latîftir (şeffaftır)
						ve zâhirleri 
						(dışta olanları) ve bâtınları 
						(içte olanları) 
						habîrdir (bilendir) 
						. Ve letâfet 
						(şeffaflık) ve 
						hibrete (bilgiye) 
						müteallik (ait, alakalı)
						izâhât (geniş 
						açıklama) Fass-ı Lokmânî'de 
						(Lokman bölümünde) 
						mûrür etti (geçti).
						Ve "hibret" zevk ile hâsıl olur; 
						(oluşur) ve "zevk" 
						ise tecellîdir; ve tecellî dahi sûretlerde hâsıl olur 
						(oluşur).
						Şu halde Hakk'ın tecellîsi 
						(görünmesi) için sûretlerin vücûdu 
						(varlığı) lâzımdır ve sûretlerde mütecellî 
						olmak (görünmek) 
						için Hakk'ın vûcüdu (varlığı)
						elzemdir. 
						(lüzumludur) Bu takdirde sûretlerde mütecellî 
						olan (görünen) 
						Hakk'ı onlarda müşâhede eden 
						(gören) kimsenin kendi hevâsı 
						(hevesleri) ve meyl-i 
						nefsîsi (nefsi yönelimi)
						ile Hakk'a ibâdet etmesi iktizâ eder 
						(gerekir).
						Ve'l-hâsıl  
						(kısaca) / 
						Latîfin müşâhedesi 
						(seyredilmesi) onun tecellîsi 
						(belirmesi) vâsıtası 
						ile olur. Ve tecellînin 
						(belirmenin) vukû'u 
						(meydana gelmesi) 
						için dahi bir mahall-i kesîf 
						(maddeleşmiş yer) lâzımdır. O mahall-i kesîf
						(maddeleşmiş mahal) 
						dahi sûrettir. 
						
						
						
						Misâl: 
						
						Zihne mütebâdir olan (bir 
						anda gelen) 
						bir ma'nâ latîf (şeffaf)
						olduğu için basar-ı hissî 
						(beden gözü) ile 
						müşâhede olunmaz (görünmez);
						 o ma'nâ bir 
						mahall-i kesîfde (madde olan 
						bir yerde) mütecellî olmak 
						(görünmesi) lâzımdır. 
						O mahall-i kesîf (madde yer)
						dahi kağıt üzerine mürekkeble nakşolunan 
						(işlenen (yazılan) 
						suver-i hurûf (harf 
						şekilleri) ve kelimâttır 
						(kelimelerdir).
						Suver-i kesîfe-i kelimât 
						(kelimelerin koyu şekilleri)
						ecsâd (madde 
						bedenler) ve maâni 
						(manalar) dahi 
						onların ervâhı (ruhları)
						menzilesindedir 
						(derecesindedir).
						Mesnevî: 
						
						
						              
						
						حبس آن صافي درين جاي كدر             
						
						
						كفت يا عمر چه حكمت بود سر     
						 
						
						
						                    
						
						جان صافي بستهء ابدان شده                
						
						
						آب صافي در گلي پنهان شده   
						 
						
						
						                      
						
						معنئ را بند حرفي ميكني                  
						
						
						كفت تو بحث شكرفي ميكني      
						 
						
						
						                     
						
						بند حرفي كردهء تو باد را                    
						
						
						حبس كردي معنئ آزاد را       
						
						
						Tercüme: "Rûm elçisi dedi: Ey Hz. Ömer, ne hikmet ve ne 
						sır idi ki, o sâfî (arı, 
						temiz, katıksız) olan rûh bu münkedir 
						(bulanık) olan 
						mahalde (yerde) 
						habs (hapis) oldu. 
						Saf olan su, çamurun içinde gizlenmiş, cân-ı sâfi 
						(saf can) bedenlere 
						bağlanmıştır. Hz. Ömer (r.a.) buyurdu: Sen derin bahs 
						(konu) açıyorsun. 
						Ma'nâyı hurûfa (harflere)
						rabt ediyorsun 
						(bağlıyorsun).  Âzâd
						(bağımsız, hür) 
						olan ma'nâyı harf ve savt 
						(ses) ile habsettin. Rüzgârı sen harfe 
						bağladın". 
						
						
						İmdi (buna göre) 
						mâdem ki sûret olmayınca latîf 
						(şeffaf (nur) olan 
						Hakk'ın müşâhedesi 
						(görünmesi) mümkün değildir, o halde sûrete 
						bir meyl (eğilim, yönelme)
						lâzımdır ve o meyl ise hevâdır 
						(hevestir).
						Binâenaleyh 
						(bundan dolayı) ibâdet-i şuhûdiyye 
						(görünen ibadet) 
						ancak meyl-i nefsî (nefsin 
						eğilimi) ile olur. Binâenaleyh 
						(bundan dolayı) bir 
						şeye ancak hevâ (heves istek)
						ile ibâdet olunmuş olur. 
						
						
						Eğer bizim bu fass-ı münifte 
						(kıymetli eserde) / beyân ettiğimiz 
						(anlattığımız) 
						hakâiki (hakikâtleri) 
						anladın ise, bu böyledir İzâh-ı tarîk 
						(yolu açıklamak)
						ve beyân-ı tahkîk 
						(gerçeği bildirme)
						Allah üzerinedir. Ve yolun nihâyeti 
						(sonu) cemi'-i esmâ-i 
						ilâhiyyeyi (bütün ilahi isimleri) câmi' olan 
						(toplayan) mertebe-i ulûhiyyete 
						(uluhiyet mertebesine (Allah’a)
						çıkar. 
						
						
						
						Cümâde'l-ülâ 336. 18 Şubat 334. Pazartesi gecesi sâat-i  
						ezânî 5. 
						
						
						Devam edecek  |