Füsûs-ül Hikem

310. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

İmdi (buna göre) her bir isimde iki delâlet (işaret) vardır. Birisi Zât'a, diğeri mevzû' (konu) olduğu ma'nâya aittir. Meselâ Semî' ismi mevzû' (konu) olduğu ma'nâ i'tibâriyle (bakımından) Basîr, Kadîr, Mürîd ilh.., isimlerinin hizmetini göremez. Ondan beklenen "işitmek" keyfîyyetidir (özelliğidir).  Bununla berâber sem'iyyet (işitmeklik) Zât'ın bir sıfâtı olduğundan Semî' ismi dahi Zât'ına delâlet (işaret) eder. Fakat, Allah ve Rahmân ve Hak gibi birtakım isimler vardır ki; onlar cemi'-i esmâyı (bütün isimleri) muhit olduklarından (ihata ettiklerinden, kuşattıklarından) ancak Zât'a delâlet (işaret) ederler. Şu halde esmâ (isimler) külliyyet (bütünlük, tümel oluş) ve cüz'iyyet (parça, kısım olmak) i'tibâriyle (hususiyeti) de yekdiğerinden (biri diğerinden) farklıdırlar. Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir ism-i küllînin (tümel ismin) tahtında (altında) birçok esmâ-i cüz'iyye (kısım, parça isimler) vardır ki, o ism-i küllî (tümel isim) bu esmâ-i cüz'iyyenin (kısım, parça isimlerin) imâmı (başı) ve hâkimidir (hükmedenidir). Ve esmâ-i cüz'iyye de (kısım, parça isimler de) tâbi' (bağlı) oldukları esmâ-i külliyyenin (tümel isimlerin) ümmetleri (halkı, taifesi) ve hâdimleri (hizmetkârları) mesâbesindedirler (derecesindedirler).  Ve bu esmâ-ı külliyye (tümel isimler) Kur'ân-ı Kerim'de ve ahâdîs-i şerîfede (hadisi şeriflerde) “(99) aded olarak mazbûttur (kaydedilmiştir). Esmâ-i cüziyye-i nâmütenâhiyye (sonsuz olan cüzi isimler) bunların taht-ı hîtasındadır (hükmü altındadır).

Meselâ bu doksan dokuz isimden birisi olan "Musavvir" ismini alalım./ Fezâdaki (uzaydaki) ecrâmdan (cisimlerden) tut da arzdaki (dünyadaki) eczâ-yı billûriyyeye (en küçük billur parçacıklarına) varıncaya kadar ne kadar suver (suretler) ve eşkâl (şekiller) varsa hepsi bu ism-i küllînin (tümel ismin) mazharıdır. (göründüğü mahaldir) Ve bu ism-i küllî (tümel isim) murabbi' (kare yapan) müsellis (üçlü yapan), mutavvil, (uzunluk veren) müdevvir (daire çember yapan), muhaddib, (dış bükey yapan) muka"ır (içbükey yapan), münakkıt (nokta yapan), muhattıt (tahtit eden, çizgi yapan) ilh..: esmâ-i nâmütenâhiyyenin (sonsuz isimlerin) reîsi (başkanı) ve hâkimidir (hükmedenidir).  Ve reîs olan ismi "Musavvir", bir sûret ızhâr edeceği (göstereceği) vakit kendi hâdimleri (hizmetkârları) mesâbesinde (derecesinde) bulunan bu isimlerden birine veyâ birkaçına emr eyler (emir verir). Diğer esmâ-i küllîyye de (tümel isimler de) buna kıyâs olunsun (bununla karşılaştırılsın).

İmdi (buna göre) her bir nebî (peygamber) bir ism-i küllînin (tümel ismin) mazharıdır (görüntü yeridir). Meselâ İsmâil (a.s.)’ın mazhar (görüntü yeri) olduğu ism-i küllî (tümel isim) "Aliyy" ve Sâlih (a.s.)’ın ism-i küllîsi (tümel ismi) dahi "Fettâh" ism-i şerîfleridir (mübarek ismidir). Her ne kadar enbiyâ-i zî-şân (şerefli, ulu nebiler), insân-ı kâmil (noksansız, tam insan) olmak i'tibâriyle (bakımından) câmî-i esmâ olan (bütün isimleri kendinde toplayan) Allah ism-i küllîsinin (tümel isminin) mazhârı (görüntü mahalli) iseler de, bunlardaki ism-i kûllî-i gâlib (üstün, baskın olan tümel isim), kendi Rabb-i hâssları (has rabları) olan ism-i şerîftir (kutsal isimdir). Binâenaleyh (bundan dolayı) onlardan zâhir olan (görülen) ahkâmda (hükümlerde) bu esmânın (isimlerin) galebesi (üstünlüğü) görülür. "Allah" ism-i câmi'nin (bütün isimleri kendinde toplamış olan Allah isminin) taht-ı hîtâsında (hükmü altında) bulunan kâffe-i esmâ (bütün isimlerin) âhkâmının (hükümlerinin) i'tidâl üzere (ölçülü, dengeli biçimde) zuhûru (meydana çıkması) ancak hâtem-i enbiyâ (nebilerin sonuncusu) (s.a.v.) Efendimiz'de vâkı' olmuştur (gerçekleşmiştir).  Şu halde her bir nebî (peygamber) mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) kendi Rabb-i hâssı (has rabbi (güçlü ismi) ) olan ism-i küllînin (tümel ismin) zımnındaki (dolayısıyla) esmâ-i şerîfenin (kutsal isimlerin) imâm (başı) ve hâkimi (hükmedeni) olduğu gibi, mertebe-i şehâdette (dünya aleminde) dahi, kendi taayyünü (açığa çıkmış sureti) ile bu esmâ taayyünâtına (suretlerine) imâm (baş) ve hâkim ve bu mezâhir-i müteayyine (açığa çıkmış görüntü yerleri) dahi, o nebînin (peygamberin) ümmeti (kavmi, halkı) olur. Ve Mukaddime'de (konunun başında) dahi beyân olunduğu (anlatıldığı) üzere. Mûsâ (a.s.)’ın cem'iyyet-i esmâiyyeye (isimler topluluğunun) nisbeti (oranı), (S.a.v.) Efendimiz'in cem'iyyetine (topluluğuna) karîbdir (yakındır). Bu hüküm enbiyâ-i zî-şân (şerefli nebiler) haklarında böyle olduğu gibi, selâtîn-i sûriyye (siyasi saltanat sahipleri (hükümdarlar)) haklarında dahi böyledir. Zîrâ (çünkü) pâdişâh "Müdebbir" ism-i küllîsinin (tümel isminin) mazharı (görüntü yeri) olup, o ismin taht-ı hîtasında (hükmü altında) olan esmânın (isimlerin) mazharı (görüntü yeri) olmak ve ona tâbi' (bağlı) olan efrâd-ı kesîrede, (birçok kimsede) o ism-i küllînin (tümel isminin) taht-ı hîtasında (hükmü altında) bulunan esmâ-i cüz'iyyenin (kısım, parça isimlerin) mezâhiri (görüntü mahalli) bulunmak i'tibâriyle (bakımından) Mûsâ (a.s.)’a mukâbelede bulundu (karşı geldi). Ve Fir'avn'ın a'vân (yardımcıları) ve ensârı (koruyucuları) olan mezâhir-i celâliyye ve kahriyye (celal ve kahır görüntü yerleri) âlem-i a’râz (gelip geçici alem) olan âlem-i şehâdette (dünyada) zâhir olduğu (açığa çıktığı) halde, Mûsâ (a.s.)’ın tâbi'leri bulunan (uyanları itaat edenleri) mezâhir-i-cemâliyye ve lutfiyye, (cemal ve lutûf görüntü yerleri) âlem-i şehâdette (dünyada) henüz meblağ-i ricâlde (yetişkin erkekler derecesinde) müteayyin olmadığından (meydana çıkmadığından),  kuvvet-i arazıyyede (harici güçlerle) Fir'avn tarafı gâlib (üstün) idi. Zîrâ (çünkü) Fass-ı Lûtî'de (Lut bölümünde) görüldüğü vech ile (şekilde), Hakk'ın ef’âli (fiilleri) mezâhir (görüntü yerleri) hasebiyle (dolayısıyla) vâkı' olur (gerçekleşir).  Ve mezâhirin (görüntü yerlerinin) kuvvet ve şiddeti hasebiyle (dolayısıyla) Hakk'ın fiili dahi kavî (güçlü) ve şedîd (şiddetli) olur. Böyle olunca Fir'avn'a karşı Mûsâ (a.s.)’ın bâtınen (iç olarak) ve zâhiren (dış olarak) kavî (güçlü) olması / lâzım idi. Onun bâtınen (ruhen) iktisâb-ı kuvvet etmesi (kuvvet kazanması) bu idi ki; Rûh-i mûsevînin (Musevi ruhun) taht-ı hîtasında (hükmü altında) bulunup, rûh-i Mûsevî (Musevi ruh) âleminden ayrılarak merâtib-i ervâhın (ruhlar mertebesinin) sonuncusu olan rûh-i insâni (insan ruhu) mertebesine vâsıl (ulaşmak) ve sûret-i ilâhiyye (Hakk’ın sureti) üzere bulunan insan suretinde zâhir olan (açığa çıkan) ve mertebe-i insana (insan mertebesine) gelinceye kadar cemâd (maden), nebât (bitki) ve hayvan merâtibini (mertebelerini) kat' ederek (hallederek, geçerek) merâtib-i vücûdda (vücut mertebelerinde) kemâlât-ı zâide (ek, fazla olgunluklar) iktisâb eden (kazanan) etfâl-i' Benî İsrâîl (İsrail oğullarının çocukları) ervâhının (ruhlarının), kendilerinde bilkuvve (potansiyel güç olarak) mevcûd olan fıtrât-ı asliyye (asli yaratılışı) ve tahâret-i ezeliyye (ezeli temizliği) ile insan suretinde zâhir olduktan (açığa çıktıktan) sonra, a'râz-ı nefsiyye (nefsi sıfatlar) ile kirlenmeksizin, Fir'avn'ın kıtâli (öldürmesi) sebebiyle kendi asılları olan rûh-i mûsevi (Musevi ruh) âlemine rücû’larıdır (geri dönmeleridir). Ve eğer bu ervâh-ı etfâl (çocukların ruhları) kat'-ı merâtib ile (mertebeleri hallederek, bitirerek) âlem-i şehâdete (dünya âlemine) tenezzül edip (inip) ba'dehû (daha sonra) rûcû’' etmemiş (geri dönmemiş) olsalar idi, rûh-i Mûsevînin (Musevi ruhun) taht-ı hîtasında (hükmü altında) olmakla berâber rûh-i Mûsâ'ya (Musa’nın ruhuna) imdâd-ı bâtıneleri (ruhi yardımları) kavî (güçlü) olmaz idi. Zîrâ (çünkü) ba'de't-tenezzül (indikten sonra) hâsıl olan (oluşan) kemâlât-ı zâide (ek olgunluklar, yetkinlikler) kable't-tenezzül (inmezden önce) kendilerinde mevcûd değil idi. Mûsâ (a.s.)’ın zâhiren (görünürde, dış olarak) kavî (güçlü) olması dahi, etfâl-i maktûle (öldürülmüş çoçukların) ervâhının (ruhlarının) zikr olunan (anlatılan) imdâdı (yardımı) hasebiyle (dolayısıyla) Mûsâ (a.s.)’da asâ (değnek) ve yed-i beyzâ (beyaz el (Hz. Musa’nın mucize olarak gösterdiği beyaz el) gibi, birçok mu'cizât-ı kaviyye (güçlü mucizeler) zuhûru (göstermesi) ve onun rûhunun taht-ı hîtasında (hükmü altında) bulunup âlem-i şehâdette (dünyada) dahi ona tâbi' (bağlı) bulunan mezâhirin (görüntü yerlerinin) kesreti (çokluğu) sûretiyle vâkı' oldu (gerçekleşti). Zîrâ (çünkü) bâlâda (yukarıda) zikrolunduğu (anlatıldığı) üzere onun ümmeti (taifesi, kavmi) rusül-i kesîrenin (birçok resulün) ümmetlerinden çok idi. Bu mukaddimeden (başlangıçtan) sonra metn-i şerîfin (kıymetli konunun) îzâhına (açıklamasına) şurû' edelim (başlayalım).

Ma'lûm olduğu (bilindiği) üzere müneccimler (yıldız falına bakan kimseler) ve kâhinler (gaipten haber verme iddiasında bulunanlar (falcılar)) Fir'avn'a, falan zamanda Beni İsrâîl'den (İsrail oğullarından) bir çocuk doğacak, senin saltanatının zevâli (sona ermesi) onun yediyle (eliyle) olacaktır, diye haber vermişler idi. Tafsîli (geniş açıklaması) tafâsîr-i şerîfede (Kuran tefsirlerinde) ve tevârîh-i enbiyâda (peygamberler tarihinde) mastûrdur (yazılıdır). Fir'avn bu haberden bîzâr (rahatsız) olup o yılda doğan Beni İsrâil (İsrail oğullarının) çocuklarının katlini (öldürülmesini) emretmiş idi. Katolunan (öldürülen) etfâl-i Beni İsrâil'in (İsrail oğullarının çocuklarının) adedi yetmiş bin olduğu rivâyet olunur (söylenir). Vâkıâ (gerçi) bu kadar eftâlin (çocukların) hepsi Mûsâ olamaz idi. Bittabi' (doğal olarak) içlerinden birisi Mûsâ idi. Fakat hepsi, Mûsâ'dır, diye katolundu (öldürüldü). Her ne kadar bu yetmiş bin çocuktan hangisinin Mûsâ olduğu Fir'avn'ca meçhûl (bilinmez) ise de hakîkatte ya'ni hazret-i ilâhiyyede (ilahi mertebede), cehil (bilmemezlik) yoktur. Çünkü bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu üzere (anlatıldığı gibi) etfâl-i maktûle (öldürülmüş çocuklar) Mûsâ'nın suver-i tafsîliyyesidir (detay, teferruat suretleridir). Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir çocuğun katlinde (öldürülüşünde) "Bu Mûsâ'dır" diye Fir'avn ve avene-i havenesince (hain yardakçıları tarafından) hükm edilmesi, (karar verilmesi) zâhirde (görünüşte) eğri ve hakîkatte doğru idi.

İşte Mûsâ (a.s.)’ın yüzünden katlolunan (öldürülen) çocukların hikmet-i kıtâli (öldürülmesinin sebebi) Onlardan / her birinin hayâtı cenâb-ı Mûsâ'ya yardım için rûh-i' mûsevi (Musevi ruh) âlemine rücû' etmesi (geri dönmesi) içindir. Ve ruh-i mûsevî (Musevi ruh) âlemine rücû’ eden (geri dönen) hayât, a'râz-ı nefsâniyye (nefsi sıfatlar) ile kirlenmemiş ve sıfât-ı beşeriyye (beşeri sıfatlar) ile mülevves olmamış (karışmamış) olup, fıtrat-ı asliyye (asıl yaratılış) üzere zâhir olan (açığa çıkan) hayâttır. Nitekim hadis-i şerîfte o hakîkate işâret buyurulur:    مامن مولود الا يولد على فطرة الاسلام ثم ابواه ئهوادنه او عيجسا نه    Ya'ni "Fıtrat-ı İslâmiyye (İslam fıtratı) üzere doğmayan hiçbir çocuk yoktur. Bu fıtrat-ı İslâmdan (İslam fıtratından) sonra ebeveyni (annesi, babası) onu Yahûdi, Nasrânî (Hıristiyan) ve Mecûsi (ateşe tapan) yaparlar:" Mûsâ (a.s.), Mûsâ olmak üzere katlolunan (öldürülen) çocuklar hayât-ı sâfiyyesinin (temiz, pak hayatların) mecmû'u (toplamı, tümü) oldu. Binâenaleyh (bundan dolayı) katlolunan (öldürülen) her bir çocuğun isti'dâd-ı rûhuna (ruhunun istidadına) tahsîs olunan (ayrılan) kemâlâttan (yetkinliklerden) tehiyye (hazır) edilmiş olan her bir şey cenâb-ı Mûsû'da mevcûd idi. Zîrâ (çünkü) etfâl-i maktûleden (öldürülen çocuklardan) her birisinin mazhar (görüntü mahalli) olduğu ism-i ilâhînin (ilahi ismin) sûreti ilm-i ilâhide (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut, belirlenmiş) oldu. Onların hakâyıkı (hakikâtleri) olan bu esmânın (isimlerin) kemâlâtı (olgunlukları, mükemmellikleri) âlem-i kevnde (evrende) ânen-fe-ânen (sürekli olarak) zuhûr edecek (meydana çıkacak) idi. Velâkin (fakat) her biri tıfl (çocuk) iken katolunmakla (öldürülmekle), meblağ-i ricâle (yetişkin erkekler derecesine) vâsıl olmak (ulaşmak) sûretiyle isti'dâdât-i mec'ûleleri (yapılmış istidatları (istidatlarında var olanlar)) inkişâf edemedi (açılamadı). Bu isti'dâdları inkişâf edemeyince (açılamayınca), ist'idâdât-ı gayr-i mec'ûlelerinin (potansiyel güç olarak mevcut olup açığa çıkmamış istidatlarının) ahkâmı (hükümleri) da inkişâf' edemedi. (açılamadı) İsti'dâdât-ı gayr-i mec'ûlelerinin (yapılmamış istidatlarının) ahkâmı da (hükümlerini de) in'ikâs edecek (yansıtacak) bir mir'ât-i vücûd (ayna olacak vücut) bulamadı; o kemâlât (kemaller, mükemmellikler) kuvvvede (batında) kaldı. Ba'de'l-katl (öldürüldükten sonra) rûh-i Mûsevî (Musevi ruh) âlemine rücû' etmekle (geri dönmekle) o kemâlâtın (kemallerin) hey'et-i mecmûası (bütün hepsi) cenâb-ı Mûsâ'da zâhir oldu (açığa çıktı, görüldü).

Suâl: Hak Teâlâ hazretlerinin kudretinde acz (acizlik) mutasavver değildir (düşünülemez). Bu kadar etfâl-i bi-günâhın (günahsız çocukların) katline (öldürülmesine) hâcet (ihtiyaç) kalmaksızın, Nemrûd ve sâire (diğerleri) gibi muârızlarına (karşı gelenlere, muhaliflere) karşı diğer enbiyâya (nebilere) verdiği kudret-i mukâbele (karşı gelme kudreti) gibi, Mûsâ (a.s.)’a da Fir'avn'a karşı, kudret-i mukâvemet (karşı koyma, direnme kuvveti) ihsân edebilir (verebilir) idi. Onu bu tarz-ı acîbde (acaip şekilde) takviye eylemesindeki (kuvvetlendirilmesindeki) hikmet (sebep) nedir?

Cavap: Bu mes'ele isti'dâd-ı ezelîye (ezelde kazanılan istidatla) taalluk eder (bağıntılıdır). Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ hazretlerine, ilm-i ilâhisinde (ilahi ilminde) sâbit (mevcut, belirlenmiş) olan / a'yân (hakikâtler),  lisân-ı isti'dâdiyle (kendi istidatlarının diliyle) taleb ettikleri (istedikleri) ahvâli (halleri) i'tâ eder (verir). Ve bir şeye isti'dâdının iktizâ ettiği (gerektirdiği) şeyin gayrisini (başkasını) vermek hikmete mugâyirdir (aykırıdır). Hak Teâlâ ise Hakîm'dir. Binâenaleyh (bundan dolayı) mahal (yer) hasebiyle (dolayısıyla) tecellî eder (görünür). Etfâl-i Beni İsrâîl'in (İsrailli çocukların) a'yân-ı sâbiteleri (ilmi suretleri), feyyâz-ı mutlaktan (kayıtsız feyzden) lisân-ı isti'dâd (kendi istidatlarının dili) ile, katolunarak (öldürülerek) rûh-i mûsevî (Musevi ruh) âlemine rücû'u (dönmeleri) ve ona o sûretle imdâdı (yardımı) taleb ettikleri (istedikleri) gibi, Mûsâ (a.s.)ın isti'dâd-ı âlisi (yüce istidadı) dahi bu hâli (oluşu) iktizâ eylemiş (gerektirmiş) idi. Ve Fir'avn ile ensârının (yardımcılarının) isti'dâdât-ı gayr-i mec’ûleleri de (yapılmamış istidatları da) üzerlerine bu tecellîyi celb etti (çekti). Yoksa bu tarz-ı acîbin (acaip tarzın) vukû’una (meydana gelmesine) hâcet (ihtiyaç) kalmaksızın dahi Hak Teâlâ cenâb-ı Mûsâ'ya kuvvet ihsân edebilir (verebilir) idi.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -26.02.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com