Füsûs-ül Hikem

313. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Böyle olunca, Allah Teâlâ, sandık ile deryâya (denize) atılması ile cenâb-ı Mûsâ'ya şunu i'lâm etti (anlattı) ki: Her ne kadar melik (hükümdar) olan rûh cismin müdebbiri (tedbir edeni) ise de, cismi yine cisim ile tedbîr (yönetir, tasarruf) eder. Zîrâ (çünkü) kuvâ-yı zâhire ve bâtıne (iç ve dış kuvveler) cisimdendir. Cisim olmasa bu kuvânın (kuvvelerin) zuhûru (açığa çıkma) ihtimâli yoktur. Halbuki cismin mûdebbiri, (tedbir edeni) melik (hükümdar) mâhiyetinde (vasfında) olan rûhdur, Velâkin (fakat) âsâr-ı tedbîr (tedbir eserleri) zâhir olmaz (görülmez). Binâenaleyh (bundan dolayı) müessir (etkileyen) olan rûh, müesserün-fîh (etkilenen) olan cismi, ancak cisim vâsıtasıyla tedbîr edebilir (yönetebilir, iş gördürebilir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ hazretleri bâb-ı işârette (işaret konusunda) ve hikemde (hikmetlerde) "tâbût" ta'bîr olunan (denilen) bu nâsûtta (mahlukiyette), ya'nî cisimde, kâin olan (bulunan) bu kuvâ-yı zâhire ve bâtıneyi (iç ve dış kuvveleri) o cisme, musâhip (arkadaş) kıldı. İşte Hak Teâlâ'nın âlemi (evreni) tedbîr buyurması (tasarruf etmesi, yönetmesi) dahi bunun gibidir. Ya'nî rûh nasıl cism-i insânînin (insani cismin) kayyûmu (varlığının sebebi) olup onu cisimden olan kuvâ-yı zâhire ve bâtıne (iç ve dış kuvveleri) ile tedbîr (yönetir, tasarruf) ederse, Kayyûm-i âlem (evrenin varlığının sebebi) olan Hak Teâlâ dahi cism-i âlemi (evrenin cismini), âlemden (evrenden) olan şeylerle ve sûretler ile tedbîr eyler (kullanır, yönetir).Nitekim evlâdın vücûdu, pederin îcâdına (yaratılmasına) ve müsebbebâtın (sebebe bağlı olanların) husûlü (meydana gelmesi) kendi sebeplerine ve meşrûtâtın (şarta bağlı olanların) vücûdu dahi kendi şartlarına ve ma'lûlâtın (illete bağlı olanların) zuhûru (meydana çıkması) dahi kendi illetlerine ve medlûlât (delalet olunan şeyler) kendi delillerine ve muhakkakât (hakikâte bağlı bulunanlar) da kendi hakâyıkına (hakikâtlerine) mütevakkıftır (bağlıdır). Ve evlâd ile peder ve müsebbebât (sebebe bağlı olanlar) ile esbâb (sebebler) ve meşrûtât (şarta bağlı olanlar) ile şurût (şartlar) ve ma'lûlât (illete bağlı olanlar) ile ilel (illetler) ve medlûlât (delalet olunan şeyler) ile delâil (deliller) ve muhakkakât (hakikâte bağlı bulunanlar) ile hakâyık (hakikâtler) hep âlemdendir (evrendendir). Ve umûr-i âlem (evrenin işleri) bu kâide dâiresinde (sınırlar içersinde) tedbîr olunmaktadır (yönetilmektedir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Teâlâ âlemi (evreni) ancak âlem (evren) ile ya'ni âlemden (evrenden) olan şeyler ile tedbîr buyurur (yönetir, tasarruf eder). İşte bu tedbîr (tasarruf) âlemde (evrende) Hakk'ın tedbîridir (tasarrufudur).Ve âlemi (evreni) ancak yine âlem (evren) vâsıtasıyla tedbîr eyler (kullanır, yönetir, tasarruf eder). Bu hakîkatten gâfil (habersiz) olan ehl-i hicâb (perdeli kimseler), âlemin (evrenin) yine âlem (evren) ile müdebber (tedbir olunmuş) olduğuna bakıp, mûcid-i âlemin (evrenin yaratıcısı), âlemi (evreni) îcâdından (yaratmasından) sonra, umûr-i âlemi (evrenin işlerini) vaz' ettiği (koyduğu) kânûn dâiresine (sınırları içersine) terk ederek, tasarruf etmediğini zannederler. Ne cehl-i azîm (büyük cahillik)!

Ve bizim    او بصورته    kavlimize gelince, sûret-i âlemi murâd ederim onunla da esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulyâyı murâd ederim ki, Hak onlar ile müsemmâ ve onlar ile muttasıftır. İmdi Hak Teâtâ"nın müsemmâ olduğu bir isim bize vâsıl olmadı. illâ ki muhakkak biz, o ismin ma'nâsını ve rûhunu âlemde gördük. Binaenaleyh âlemi, ancak yukarıdaki gibi, sûret-i âlemle tedbîr eder. İşte bunun için zât ve sıfât ve efâl olan hazret-i ilâhiyye nuûtunu câmi' enmûzec bulunan halk-ı Âdem hakkında    ان الله خلق آدم على صورته    ya'nî "Allah Teâlâ Âdem'i kendi sûreti üzere halk etti" buyurdu. Halbuki onun sûreti hazret-i ilâhiyyeden gayri değildir. Binâenaleyh insân-i kâmilden ibâret olan bu muhtasar-i şerîfte, cemî'-i esmâ-i ilâhiyyeyi ve âlem-i kebîr-i münfasılda kendisinden hâriç olan hakâyıkı icâd eyledi ve onu âlemin rûhu yaptı. Binâenâleyh kemâli sûretinden nâşi ona ulüvv ve süflü teshîr eyledi. Nitekim, âlemden Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbîh etmeyen bir şey yoktur. Kezâlik âlemden insana müsahhar olmayan bir şey yoktur. Çünkü sûretinin hakîkati onu i'tâ eder. Böyle olunca    مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعاً مِّنْهُ    (Câsiye, 45/13) ya'nî "Göklerde ve yerde olan şeylerin kâffesini size müsahhar kıldı" buyurdu. Binâenaleyh, âlemde olan şeylerin kâffesi insanın taht-ı teshîrindedir. Onu bilen kimse âlim oldu; o da insân-ı kâmildir. Ve onu bilmeyen kimse câhil oldu; o da insân-ı hayvândır / (4).

Ya'nî bundan evvelki metinde (konuda)    كذلك تدبير الحق العالم  فما دبره   الا به او بصورته    ibâresinde (cümlesinde) vâkı' (geçen)    او بصورته    kavlimize (sözlerimize) gelince, "sûret"ten murâdım "âlemin (evrenin) sûreti"dir. Şu halde bu ibârenin (cümlenin) ma'nâsı: "Kezâlik (böylece) Hakk'ın âlemi (evreni) tedbîr buyurması (yönetmesi, tasarruf etmesi), ancak alem (evren) ile yâhut âlemin (evrenin) sûreti iledir" demek olur. Nitekim, bâlâda (yukarda) metnin (konunun) şerhinde (açıklamasında) izâh olundu (anlatıldı). Binâenaleyh (bundan dolayı) "âlemin sûretiyle" kavliyle (sözleriyle) benim mûradım, Hakk'ın müsemmâ (isimlenmiş) olduğu ve muttasıf bulunduğu (vasıflandığı) esmâ-i hüsnâ (Hakk’ın güzel isimleri) ve sıfât-ı ulyâdır (yüce sıfatlarıdır). Fass-ı Âdemî'de (Adem bölümünde) ve diğer fasslarda (bölümlerde) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere (gibi),  âlem (evren) ve suver-i âlem (evren suretleri) Zât-ı mutlakın (kayıtsız zatın) esmâ (isimler) ve sıfâtının (sıfatlarının) mezâhirinden (görüntü yerlerinden) ve bu mezâhirin (görüntü yerlerinin) vücûdât-ı kesîfesi de (yoğunlaşmış vücutları da) zât-ı eltaf-ı Hakk'ın (nurların nuru olan Hakk’ın zatının) mertebe mertebe tenezzül (inmesi) ve tekâsüfünden (yoğunlaşmasından) başka bir şey değildir. Şu halde âlem (evren) ve suver-i âlem (evren suretleri), ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) sâbit (belirlenmiş) ve muhakkak (hakikâti belli) olan esmâ-i hûsnâ (güzel isimlerinin) ve sıfât-ı ulyâ (yüce sıfatlarının) sûretlerinden ibâret olur. Ve ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) sâbit (belirlenmiş, mevcut) olan sûret-i esmâiyye (esma suretleri) ile suver-i âlem (evren suretleri) arasında letâf'et (incelik, şeffaflık) ve kesâfet (koyuluk, katılık) nisbetlerinden (özelliklerinden) başka bir irtibât (ilişki) yoktur. Bu mezâhir (görüntü yerleri) o suver-i esmâiyyenin (esma suretlerinin) zılâlidir (gölgesidir).Böyle olunca Hakk'ın esmâsından (isimlerinden) herhangi bir isim bize vâsıl olmuş (ulaşmış) ise, biz o ismin ma'nâsını ve rûhunu mutlaka bu âlemde (evrende) buluruz.

Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de ve ahâdis-i şerîfede (hadisi şeriflerde) külliyyâtı (tümlük, bütünlük) i'tibâriyle bize doksan dokuz ism-i ilâhî (ilahi isim) vâsıl oldu (ulaştı). Bunlardan "Mürîd" ismini alalım. Bu ismin ma'nâsı ve rûhu kendisinin menşei (kökü, kaynağı) olan "İrâde" sıfatıdır. Zîrâ (çünkü) bu bir sıfattır ki Hayat, ilim ve Kudret gibi diğer sıfâta (sıfatlara) benzemez. Onlardan ayrı bir sıfattır. Menşe'de (kökte, kaynakta) temeyyüz (farklılık) olunca bittabi' (doğal olarak) onlardan sudûr eden (çıkan) isimler arasında da temâyüz (farklılık) sâbit (mevcut) olur. İşte âlemde (evrende) Mürid isminin ma'nâsı ve rûhu olan irâde sıfatının hükümrân olduğunu (hüküm sürdüğünü) biz zevkan (manevi zevkle) ve vicdânen buluruz. Zîrâ (çünkü) görürüz ki, biz insanlar suver-i âlemden (evren suretlerinden) birer sûretiz ve her birerlerimizin sûreti suver-i esmâiyyenin (esma suretlerinin) mezâhirinden (görüntü yerlerinden) başka bir şey değildir. Ve bizde, bize vâsıl olan (ulaşan) Hakk'ın Mürîd isminin ma'nâsı ve rûhu olan sıfat-ı "irâde" (irade sıfatı) mevcûddur. Binâenaleyh (bundan dolayı) kendi nefsimizde zevkan (manen zevk alarak) ve vicdânen Hâkk'ın Mürîd isminin ma'nâsı ve rûhu olan İrâde sıfatını buluruz. Ve diğer taraftan bizde mevcûd olan irâde ve kudret ve ilim gibi sıfatlarla toplar, tüfenkler (silahlar) ve tayyâreler yapar ve mebânî-i âliye (yüksek, büyük binalar) inşâ ederiz ve âlemde (dünyada) birçok şeyler vücûda getiririz. Bu ise Hakk'ın / âlemi, (evreni) âlemin (evrenin) sûreti ile tedbîr buyurmasından (yönetmesinden, tasarruf etmesinden, iş gördürmesinden) başka bir şey değildir.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -18.03.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com