[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Böyle olunca, Allah Teâlâ, sandık ile deryâya
(denize) atılması ile
cenâb-ı Mûsâ'ya şunu i'lâm etti
(anlattı) ki: Her ne
kadar melik (hükümdar)
olan rûh cismin müdebbiri
(tedbir edeni) ise
de, cismi yine cisim ile tedbîr
(yönetir, tasarruf)
eder. Zîrâ (çünkü)
kuvâ-yı zâhire ve bâtıne
(iç ve dış kuvveler) cisimdendir. Cisim
olmasa bu kuvânın
(kuvvelerin) zuhûru
(açığa çıkma)
ihtimâli yoktur. Halbuki cismin mûdebbiri,
(tedbir edeni) melik
(hükümdar)
mâhiyetinde (vasfında)
olan rûhdur, Velâkin
(fakat) âsâr-ı tedbîr
(tedbir eserleri)
zâhir olmaz (görülmez).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) müessir
(etkileyen) olan rûh,
müesserün-fîh (etkilenen)
olan cismi, ancak cisim vâsıtasıyla tedbîr
edebilir (yönetebilir, iş
gördürebilir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah Teâlâ hazretleri bâb-ı
işârette (işaret konusunda)
ve hikemde
(hikmetlerde) "tâbût" ta'bîr olunan
(denilen) bu nâsûtta
(mahlukiyette),
ya'nî cisimde, kâin olan
(bulunan) bu kuvâ-yı
zâhire ve bâtıneyi (iç ve dış
kuvveleri) o cisme, musâhip
(arkadaş)
kıldı.
İşte Hak Teâlâ'nın âlemi
(evreni) tedbîr buyurması
(tasarruf etmesi, yönetmesi)
dahi bunun gibidir. Ya'nî rûh nasıl cism-i
insânînin (insani cismin)
kayyûmu
(varlığının sebebi)
olup onu cisimden olan kuvâ-yı zâhire ve
bâtıne (iç ve dış kuvveleri)
ile tedbîr
(yönetir, tasarruf)
ederse, Kayyûm-i âlem
(evrenin varlığının sebebi) olan Hak Teâlâ dahi cism-i âlemi
(evrenin cismini),
âlemden (evrenden)
olan şeylerle ve sûretler ile tedbîr eyler
(kullanır, yönetir).Nitekim
evlâdın vücûdu, pederin îcâdına
(yaratılmasına) ve
müsebbebâtın (sebebe bağlı
olanların) husûlü
(meydana gelmesi) kendi sebeplerine ve
meşrûtâtın (şarta bağlı
olanların) vücûdu dahi kendi şartlarına ve
ma'lûlâtın (illete bağlı
olanların) zuhûru
(meydana çıkması) dahi kendi illetlerine ve
medlûlât (delalet olunan
şeyler) kendi delillerine ve muhakkakât
(hakikâte bağlı bulunanlar)
da kendi hakâyıkına
(hakikâtlerine)
mütevakkıftır (bağlıdır).
Ve evlâd ile peder ve müsebbebât
(sebebe bağlı olanlar)
ile esbâb (sebebler)
ve meşrûtât (şarta
bağlı olanlar) ile şurût
(şartlar) ve ma'lûlât
(illete bağlı olanlar)
ile ilel (illetler)
ve medlûlât
(delalet olunan şeyler) ile delâil
(deliller) ve
muhakkakât (hakikâte bağlı
bulunanlar) ile hakâyık
(hakikâtler) hep
âlemdendir (evrendendir).
Ve umûr-i âlem
(evrenin işleri) bu kâide dâiresinde
(sınırlar içersinde)
tedbîr olunmaktadır
(yönetilmektedir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak Teâlâ âlemi
(evreni) ancak âlem
(evren) ile ya'ni
âlemden (evrenden)
olan şeyler ile tedbîr buyurur
(yönetir, tasarruf eder).
İşte bu tedbîr
(tasarruf)
âlemde (evrende)
Hakk'ın tedbîridir
(tasarrufudur).Ve âlemi
(evreni) ancak yine
âlem (evren)
vâsıtasıyla tedbîr eyler
(kullanır, yönetir, tasarruf eder).
Bu hakîkatten gâfil
(habersiz) olan ehl-i
hicâb (perdeli kimseler),
âlemin (evrenin)
yine âlem (evren)
ile müdebber
(tedbir olunmuş)
olduğuna bakıp, mûcid-i âlemin
(evrenin yaratıcısı),
âlemi (evreni)
îcâdından
(yaratmasından) sonra, umûr-i âlemi
(evrenin işlerini)
vaz' ettiği (koyduğu)
kânûn dâiresine
(sınırları içersine) terk ederek, tasarruf
etmediğini zannederler. Ne cehl-i azîm
(büyük cahillik)!
Ve bizim
او بصورته
kavlimize gelince, sûret-i âlemi murâd ederim onunla da
esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulyâyı murâd ederim ki, Hak
onlar ile müsemmâ ve onlar ile muttasıftır. İmdi Hak
Teâtâ"nın müsemmâ olduğu bir isim bize vâsıl olmadı.
illâ ki muhakkak biz, o ismin ma'nâsını ve rûhunu âlemde
gördük. Binaenaleyh âlemi, ancak yukarıdaki gibi,
sûret-i âlemle tedbîr eder. İşte bunun için zât ve sıfât
ve efâl olan hazret-i ilâhiyye nuûtunu câmi' enmûzec
bulunan halk-ı Âdem hakkında
ان الله
خلق آدم على صورته
ya'nî "Allah Teâlâ Âdem'i kendi sûreti üzere halk etti"
buyurdu. Halbuki onun sûreti hazret-i ilâhiyyeden gayri
değildir. Binâenaleyh insân-i kâmilden ibâret olan bu
muhtasar-i şerîfte, cemî'-i esmâ-i ilâhiyyeyi ve âlem-i
kebîr-i münfasılda kendisinden hâriç olan hakâyıkı icâd
eyledi ve onu âlemin rûhu yaptı. Binâenâleyh kemâli
sûretinden nâşi ona ulüvv ve süflü teshîr eyledi.
Nitekim, âlemden Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbîh etmeyen
bir şey yoktur. Kezâlik âlemden insana müsahhar olmayan
bir şey yoktur. Çünkü sûretinin hakîkati onu i'tâ eder.
Böyle olunca
مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعاً
مِّنْهُ
(Câsiye, 45/13) ya'nî "Göklerde ve yerde olan şeylerin
kâffesini size müsahhar kıldı" buyurdu. Binâenaleyh,
âlemde olan şeylerin kâffesi insanın taht-ı
teshîrindedir. Onu bilen kimse âlim oldu; o da insân-ı
kâmildir. Ve onu bilmeyen kimse câhil oldu; o da insân-ı
hayvândır / (4).
Ya'nî bundan evvelki metinde
(konuda)
كذلك تدبير الحق العالم فما دبره الا به او بصورته
ibâresinde (cümlesinde) vâkı' (geçen)
او بصورته
kavlimize (sözlerimize)
gelince, "sûret"ten murâdım "âlemin
(evrenin) sûreti"dir.
Şu halde bu ibârenin
(cümlenin) ma'nâsı: "Kezâlik
(böylece) Hakk'ın
âlemi (evreni)
tedbîr buyurması (yönetmesi,
tasarruf etmesi),
ancak alem (evren)
ile yâhut âlemin
(evrenin) sûreti iledir" demek olur. Nitekim,
bâlâda (yukarda)
metnin (konunun)
şerhinde (açıklamasında)
izâh olundu
(anlatıldı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) "âlemin sûretiyle" kavliyle
(sözleriyle) benim
mûradım, Hakk'ın müsemmâ
(isimlenmiş) olduğu ve muttasıf bulunduğu
(vasıflandığı) esmâ-i
hüsnâ (Hakk’ın güzel
isimleri) ve sıfât-ı ulyâdır
(yüce sıfatlarıdır).
Fass-ı Âdemî'de
(Adem bölümünde) ve
diğer fasslarda (bölümlerde)
îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere
(gibi),
âlem
(evren) ve suver-i
âlem (evren suretleri)
Zât-ı mutlakın (kayıtsız
zatın) esmâ
(isimler) ve sıfâtının
(sıfatlarının)
mezâhirinden (görüntü
yerlerinden) ve bu mezâhirin
(görüntü yerlerinin)
vücûdât-ı kesîfesi de
(yoğunlaşmış vücutları da) zât-ı eltaf-ı
Hakk'ın (nurların nuru olan
Hakk’ın zatının) mertebe mertebe tenezzül
(inmesi) ve
tekâsüfünden
(yoğunlaşmasından) başka bir şey değildir. Şu
halde âlem (evren)
ve suver-i âlem (evren
suretleri),
ilm-i ilâhîde (Allah’ın
ilminde) sâbit
(belirlenmiş) ve muhakkak
(hakikâti belli) olan
esmâ-i hûsnâ (güzel
isimlerinin) ve sıfât-ı ulyâ
(yüce sıfatlarının)
sûretlerinden ibâret olur. Ve ilm-i ilâhîde
(Allah’ın ilminde)
sâbit (belirlenmiş, mevcut)
olan sûret-i esmâiyye
(esma suretleri) ile
suver-i âlem (evren
suretleri) arasında letâf'et
(incelik, şeffaflık)
ve kesâfet (koyuluk, katılık)
nisbetlerinden
(özelliklerinden) başka bir irtibât
(ilişki) yoktur. Bu
mezâhir (görüntü yerleri)
o suver-i esmâiyyenin
(esma suretlerinin)
zılâlidir (gölgesidir).Böyle
olunca Hakk'ın esmâsından
(isimlerinden) herhangi bir isim bize vâsıl
olmuş (ulaşmış)
ise, biz o ismin ma'nâsını ve rûhunu mutlaka bu âlemde
(evrende) buluruz.
Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de ve ahâdis-i şerîfede
(hadisi şeriflerde)
külliyyâtı (tümlük, bütünlük)
i'tibâriyle bize doksan dokuz ism-i ilâhî
(ilahi isim) vâsıl
oldu (ulaştı).
Bunlardan "Mürîd" ismini alalım. Bu ismin ma'nâsı ve
rûhu kendisinin menşei (kökü,
kaynağı) olan "İrâde" sıfatıdır. Zîrâ
(çünkü) bu bir
sıfattır ki Hayat, ilim ve Kudret gibi diğer sıfâta
(sıfatlara) benzemez.
Onlardan ayrı bir sıfattır. Menşe'de
(kökte, kaynakta)
temeyyüz (farklılık)
olunca bittabi' (doğal
olarak) onlardan sudûr eden
(çıkan) isimler
arasında da temâyüz
(farklılık) sâbit
(mevcut) olur. İşte âlemde
(evrende) Mürid
isminin ma'nâsı ve rûhu olan irâde sıfatının hükümrân
olduğunu (hüküm sürdüğünü)
biz zevkan (manevi
zevkle) ve vicdânen buluruz. Zîrâ
(çünkü) görürüz ki,
biz insanlar suver-i âlemden
(evren suretlerinden) birer sûretiz ve her
birerlerimizin sûreti suver-i esmâiyyenin
(esma suretlerinin)
mezâhirinden (görüntü
yerlerinden) başka bir şey değildir. Ve
bizde, bize vâsıl olan
(ulaşan) Hakk'ın Mürîd isminin ma'nâsı ve
rûhu olan sıfat-ı "irâde"
(irade sıfatı) mevcûddur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) kendi
nefsimizde zevkan (manen zevk
alarak) ve vicdânen Hâkk'ın Mürîd isminin
ma'nâsı ve rûhu olan İrâde sıfatını buluruz. Ve diğer
taraftan bizde mevcûd olan irâde ve kudret ve ilim gibi
sıfatlarla toplar, tüfenkler
(silahlar) ve tayyâreler yapar ve mebânî-i
âliye (yüksek, büyük binalar)
inşâ ederiz ve âlemde
(dünyada) birçok
şeyler vücûda getiririz. Bu ise Hakk'ın / âlemi,
(evreni) âlemin
(evrenin) sûreti ile
tedbîr buyurmasından
(yönetmesinden, tasarruf etmesinden, iş gördürmesinden)
başka bir şey değildir.
Devam edecek |