[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İşte Hak âlemi (evreni)
yine âlem (evren)
ile tedbîr buyurduğu
(iş gördürdüğü, yönettiği)
için, (s.a.v.) Efendimiz Âdem
(insan) hakkında
ان الله خلق آدم على صورته
yâ'nî "Allah Teâlâ Âdem'i
(İnsanı) kendi sûreti üzere halk eyledi
(yarattı)"
buyurdu. Zîrâ
(çünkü) hazret-i ilâhiyye
(ilahi mertebe) Zât
ve sıfât (sıfatlar)
ve ef’âlin (fiillerin)
hey'et-i mecmûasını
(bütün hepsini) câmi'
olan (toplayan)
bir hazrettir (mertebedir).
Ve Âdem (İnsan)
ise hazret-i ilâhiyyenin
(ilahi mertebenin) bilcümle
(bütün) nuûtunu
(vasıflarını) câmi'
olan (toplayan, cem eden)
bir nümûnedir
(örneğidir).
Metn-i şerîf, ba'zı nüshalarda
(baskılarda)
هو البرنامج
ve ba'zılarında
هو الاغوذج
sûretinde (şeklinde)
vâkı'dir (olmuştur).
"Bernâmec", "bernâme" kelime-i Fârisîsinden
(Farsça kelimeden)
muarrebdir
(Arapçalaştırılmıştır).
'Bernâme" unvân-ı
kitâb (kitabın başlığı)
ma'nâsına gelir. Bu kitâbın unvânı
(başlığı) o kitâbın
câmi' (toplamış)
olduğu bilcümle (bütün)
efkâr (fikirler)
ve maânînin
(manaların) hülâsasıdır
(özüdür).
Ve âlem (evren)
sûret-i ilâhiyye
(ilahi suret) üzre mahlûktur
(yaratılmıştır).
Ve Âdem (İnsan)
ise, âlemin
(evrenin) câmi'
(toplamış) olduğu bilcümle
(bütün) maâniyi
(manaları) câmi'
(toplayan) bir zübde
(öz, özet)
olduğundan kitâb-ı âlemin
(evren kitabının) "bernâme"sidir
(başlığıdır).
Ve "enmûzec" dahi "nümûne" kelime-i
Fârisîsinden (Farsça
kelimeden) muarrebdir
(Arapçalaştırılmıştır).Ve nümûne
(örnek) mensûb
(ait) olduğu küllün
(bütünün) bilcümle
(bütün) evsâfını
(vasıflarını)
câmi' (toplamış)
bir cüz'dür (kısımdır,
parçadır).Binâenaleyh
(bundan dolayı) "bernâmec"
ile "enmûzec" kelimelerinin her ikisi de ma'nâ-yı
maksûdu (arzu edilen manayı)
ilhâm eder.
İşte Âdem (insan)
hazret-i ilâhiyyenin (ilahi
hazretin) bir "nümûne"si
(örneği, misali)
olduğundan, onun sûreti hazret-i ilâhiyye
(ilahi hazret)
sûretinin gayri (başkası)
değildir. Zîrâ
(çünkü) vücûd-i Âdem,
(İnsan’ın vücudu) Zât
ve sıfât (sıfatlar)
ve ef’âlin (fiillerin)
mecmû'una
(hepsini) câmi'dir
(kendinde toplamıştır, cem
etmiştir).
Demek ki Hak Teâlâ, insân-ı kâmilden
(tam, olgun insandan)
ibâret olan bu muhtasar-ı şerîfte
(mübarek özette),
cemî'-i esmâ-i ilâhiyyeyi
(bütün ilahi isimleri)
ve semâvât (gökler)
ve arzın (yerin)
hey'et-i mecmûasından
(hepsinin tamamından)
ibâret bulunan âlem-i kebîr-i münfasılda
(büyük detay aleminde (evrende)
) vâkı' (mevcut)
olup, bu muhtasar-ı şerîfin
(kutsal özetin (insanı kamilin)
vücûdundan
(varlığından) hâriç
(dışarı) kalan
sûretlerin hakâyıkını
(hakikatlerini) îcâd eyledi
(yarattı) ve o
insân-ı kâmili (tam mükemmel
insanı), âlemin
(evrenin) rûhu ve
zübdesi (özü)
kıldı (yaptı).
Ve insân-ı kâmil
(tam mükemmel insan) âlemin
(evrenin) rûhu olduğu
ve onun sûretinde zikrolunan
(anlatılan) kemâlât
(olgunluklar, mükemmellikler)
bulunduğu için, Hak Teâlâ ona, semâvât ve
ervâh-ı ulviyye (gökler ve
yüce ruhlar) gibi avâlim-i ulviyyeyi
(yüce alemleri) ve
arz ve ervâh-ı süfliyye (yer
ve alçak ruhlar) gibi avâlim-i süfliyyeyi
(aşağı alemleri)
teshîr (tasarruf)
eyledi. Ve nasıl ki eczâ-yı âlemden
(alem parçacıklarından)
Hakk'ı hamd ile tesbîh etmeyen bir şey yok ise,
kezâlik (aynı biçimde)
âlemde (evrende)
insân-ı kâmilin taht-ı teshîrinde
(teshiri altında (tasarrufu,
idaresi altında) ) bulunmayan hiçbir şey
yoktur. Zîrâ (çünkü)
insân-ı kâmilin hakîkati olan "Allah" ism-i
şerîfinin (mübarek isminin)
muktezâsı (icap
edeni) bu ismin taht-ı tasarrufunda
(tasarrufu altında)
bulunan bilcümle (bütün)
eczâ-yı âlemin
(alem parçacıklarının) onun taht-ı teshîrinde
(teshiri altında)
bulunmasını îcâb eyler
(gerektirir).
Ve her bir şeyin Hakk'ı hamd ile tesbîh
etmesi hakkındaki izâhât
(geniş açıklama) Fass-ı Muhammedî
(Muhammedi bölümünün)
nihâyetlerinde
(sonlarında) gelecektir. İşte bu hakîkate
mebnî (dayalı),
Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de
وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي
الْأَرْضِ جَمِيعاً مِّنْهُ
(Câsiye, 45/13) buyurdu. Şu halde ulvî
(yüksek) olsun, süflî
(alçak) olsun
âlemde (evrende)
olan şeylerin kâffesi, (bütün hepsi) insanın taht-ı teshîrindedir
(teshiri altındadır,
tasarrufundadır).
Velâkin (fakat)
bunun böyle olduğunu ancak insân-ı kâmil
(tam olgun insan)
bilir. İnsân-ı hayvân
(hayvansı insan) ise ne kendinden ve ne de
muhîtinden (çevresinden)
haberdâr değildir. Nazar-ı fikrînin
(fikri görüşün) îcâd-gerdesi
(icadı) olan
felsefe, insanı hayvâniyyetten
(hayvanlıktan)
kurtaramaz. Bunların efkâr
(düşünceleri) ve ef’âli
(fiilleri) Âdemî
ile Fass-ı İdrîsî' de
(Adem ve İdris bölümünde)
biraz îzâh edilmiş
(anlatılmış) idi.
İmdi Mûsâ'nın tâbût içinde deryâya ilkâsının sûreti,
sûıret-i helâk idi. Zâhirde ve bâtında onun için katlden
necât oldu. Binâenaleyh nüfûs, ilim ile mevt-i cehilden
dirildiği gibi diri oldu. Nitekim, Hak Teâlâ buyurdu:
أَوَ
مَن كَانَ مَيْتاً
(En'âm, 6/ 122) "O kimse ölü idi', ya'nî (cehil ile):
فَأَحْيَيْنَاهُ
"Biz onu dirilttik", ya'nî (ilim ile);
وَجَعَلْنَا لَهُ نُوراً يَمْشِي بِهِ فِي
النَّاسِ
كَمَن مَّثَلُهُ فِي
"Ve biz ona bir nûr yarattık ki nâs içinde onunla yürür"
(o da hidâyettir):
كَمَن
مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ
"Acabâ karanlıklarda olan kimseye benzer mi?" (o da
dalâlettir):
لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا
"Ondan hâriç değildir" ya'nî (ebeden doğru yolu
bulamaz). Zîrâ emrin kendi nefsinde gâyesi yoktur ki
onun indinde tevakkuf olunsun. Böyle olunca hüdâ insanın
hayrete mühtedi olmasıdır. Şu halde ma'lûm olur ki,
muhakkak emr, "hayret"tir. Ve hayret, kalat ve
harekettir ve hareket dahi hayattır. Binâenaleyh sükûn
yoktur; şu halde mevt yoktur ve vücûddur, binâenaleyh
adem yoktur. Ve suda dahi böyledir ki, hayât-ı arz onun
sebebiyledir. Ve onun hareketi Hakk’ın
اهْتَزَّتْ
ya'ni "İhtizâz eyledi" (Hac, 22/5) kavlidir. Ve onun
hamli Hakk'ın
وَرَبَتْ
(Hac, 22/5) ya'nî "Ziyâdeleşti" kavlidir. Ve onun
vilâdeti Hakk'ın
وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ
(Hac, 22/5) ya'ni "Her bir zevc-i behîcden inbât eyledi"
kavlidir. O ancak kendisine benzeyeni, ya'nî kendi gibi
tabîî olan şeyi doğurdu, demektir. Binâenaleyh arzdan
doğan ve ondan zâhir olan şey ile arz için şef’iyyetten
ibâret olan zevciyyet hâsıl oldu. Ve kezâ vücûd-ı Hak
için dahi, neş'esiyle esmâ-i ilâhiyyenin hakâyıkını
taleb eden âlem cinsinden ondan zâhir olan şep sebebiyle
kesret; ve muhakkak o şöyledir ve böyledir, diye ta'dâd-ı
esmâ sâbit oldu (5).
Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın sandık içinde olduğu halde vâlidesi
tarafından denize bırakılması sûreti
(şekli),
helâk (ölüm)
sûreti (şekli) idi. Zîrâ (çünkü)
tıfl-ı nevzâdı, (yeni doğmuş
bir çocuğu) bir sandık içine koyup denizin
dalgaları arasına tevdî' etmek,
(bırakmak) onun
helâkine (ölmesine)
sa'y (gayret)
etmektir. İşte bu sûret-i ilkâ
(bırakma şekli)
sûret-i helâk (öldürme şekli)
olmakla berâber zâhir
(dışta) ve bâtında
(içte) cenâb-ı
Mûsâ'nın (Musa a.s.’ın)
katlden
(öldürülmekten) necâtının
(kurtuluşunun) sûreti
oldu, Nüfûs-i beşer (beşer
nefisler),
nasıl ki ilim ile mevt-i cehilden
(cahillikten ölmekle)
dirilir ve halâs olursa
(kurtulursa),
Mûsâ (a.s.) dahi öylece diri oldu. Zîrâ
(çünkü) tahsil-i ilim
(ilim öğrenme)
sûreti, (şekli)
iz'âc-ı nefs (nefsi rahatsız
etme) sûretidir
(şeklidir).
İz'âc-ı nefis (nefsi
rahatsız etmek) ise ihtilâl-i sıhhati
(sağlık bozukluğunu)
ve ihtilâl-i sıhhat (sağlık
bozukluğu) dahi helâki
(ölümü) dâîdir
(davet eder).
Halbuki bu sûret zımnında
(içinde) nüfûs-i beşer, (beşer
nefisler) zâhirde
(dışta) ve bâtında
(içte) mevt-i
cehilden (cahillikten
ölmekle) diri olur. Ve nüfûsun
(nefislerin) ilim ile
hayat bulduğu sûre-i En'âm'da
(En’am suresinde)
vâkı' (geçen) şu
âyet-i kerîmede beyân buyrulur
(anlatılır).
Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.) âyet-i kerîmeyi
tefsîren (açıklayarak)
ityân buyururlar (delil
gösterirler):
"O kimse ki cehil
(cahillik) ile ölü idi. Biz onu ilim ile ihyâ
eyledik (dirilttik).
Ve ona bir nûr icâd ettik
(yarattık) ki, nâs
(insanlar) içinde o
nûr ile gezer. O nûr da hidâyettir
(Hak yoludur).
O kimse acabâ
karanlıklarda olan kimseye benzer mi? O zulumât
(karanlık) dahi
dalâlettir (doğru yaldan
sapmadır) ki, o kimse dalâletten
(yanlış yoldan)
ibâret olan o zulumâttan (karanlıklardan) hâriç (dışarda)
değildir, ya'nî ebeden
(hiçbir zaman) doğru
yolu bulamaz." (En'âm, 6/122) Deniz vâsıtasıyla bakâ
(bakilik, devamlılık)
bulan hayât-ı hissiyye-i mûseviyye
(Musevi hissi hayat (dünya
yaşamı), "ilim"
ile hâsıl olan (oluşan)
hayât-ı akliyyeye
(akli yaşama) teşbîh olunmuştur
(benzetilmiştir).
"Su"yun ilim sûreti olduğuna tenbîh olunur
(dikkat çekilir).
Zîrâ (çünkü)
kendisinden her şey hayat bulan "su" ile
ebdân (cisimler, bedenler),
nasıl hayat bulursa, "ilim" ile dahi nüfûs-i
beşeriyye (beşer nefisler)
öylece hayât-ı ma'neviyye
(manevi hayat) bulur
ve dalâletten (yanlış yoldan)
ibâret olan zulumâttan
(karanlıktan)
kurtulur ve zulumâtta
(karanlıkta) kalanlar ise ebeden
(asla) doğru yolu
bulamazlar.
Devam edecek |