Füsûs-ül Hikem

316. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

İmdi onunla nesnâ oldu ve ahadiyyet-i kesret ona muhâlif oldu. Halbuki, Hak Teâlâ zâtı haysiyyetiyle ahadiyyü'l-ayn idi. Nitekim, kendisinde zâhir olan suver ile kesîr olan cevher-i heyûlâni ahadiyyü'l-ayndır. Öyle ki o, onları bizâtihi hâmildir. Hak dahi suver-i tecellîden kendisinde zâhir olan şeyle böyledir. Binâenaleyh Hak ahadiyyet-i ma'kûliyyet ile berâber, âlem sûretlerinin meclâsı oldu. İmdi Allah Teâlâ'nın ibâdından dilediğini ıttılâ' ile muhtass kıldığı bu ta'lîm-i ilâhî ne güzeldir! (6) .

Şurrâh-ı kirâm (büyük şerhçiler) hazarâtı (hazretleri) metinde ihtilâf (uyumsuzluk, anlaşmazlık) etmişlerdir. Kâşânî nüshasında (yazısında)    فثنيت به و يخالفه احدية الكثرة    ve Ya'kûb Hân nüshasında (yazısında)    فثبتت به و يخالفه    ve Abdülganî Nâblusî nüshasında (yazısında)    فثبتت به و بخالقه    ve Mevlânâ Câmî nüshasında (yazısında)    فثبت به و تخالفه    ve Bâlî Efendi nüshasında (yazısında)    فثنيت به و يخالفه    vâkı'dir. Ve cenâb-ı Abdullah Bosnevî, Dâvûd-i Kayserî hazretlerinin tarz-ı ahzine (alış tarzına) birkaç vech (yönü) ile hatâ isnâd eylemiştir (olduğunu söylemiştir). Bâlî efendi    يخالفه    kelimesinin "fâ" ile olması fehme (anlayışa) akreb (daha yakın) ve makâma enseb (daha münasip, uygun) olduğunu beyân eder (bildirir). Fakîr, cenâb-ı Abdürrezzâk Kâşânî'nin ibâresini (cümlesini) siyâk-ı kelâma (sözün gelişine) ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin maksad-ı âlîlerine (yüce maksatlarına) daha muvâfık (uygun) gördüğümden bu ibâreyi (cümleyi) ahz ile (almakla) iktifâ eyledim (yetindim). Zîrâ (çünkü) yukarıda "Arz (yeryüzü) için şef’iyyetten (ikilikten) ibâret olan zevciyyet (eşlik) hâsıl oldu (oluştu)" buyurulmuş ve vücûd-i Hak (Hakk’ın varlığı) için dahi, âlemin (evrenin) kendisinden zuhûru (meydana çıkması) sebebiyle kesret (çokluk) sâbit (mevcut) olduğu zikr edilmiş (anlatılmış) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu beyânı (açıklamayı) ta'kîb eden ibâre (cümle)    فثنيت به     olur. Ve buna, "İmdi (buna göre) ferd (tek, eşsiz) olan vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) âlem (evren) ile mesnâ (iki) oldu. Ya’nî şef’ (çift) olup ikileşti" ma'nâsı verilirse zevk-âver (zevk verici) olur. Ve bu ma'nâyı müstemi' olan (dinleyen) kimse tarafından: "Pekâlâ, ferd (tek) olan vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) âlem (evren) ile şef’ (çift) olunca, bu âlemin (evrenin) vücûdu (varlığı) Hakk'a muvâfık mı (uygun mu) yoksa muhâlif mi (aykırı mı) olur?" suâli (sorusu) îrâd olunabileceğinden" (sorulabileceğinden) cenâb-ı Şeyh (r.a.) buna cevâben (cevap olarak) :    ويخالفه احدية الكثرة    ya’nî "Suver-i âlem (evren suretlerinin) kesretinin (çokluğunun) ahadiyyeti hey'et-i mecmûası, (bütün hepsi) ferd (tek) olan vücûd-i Hak'a (Hak’ın varlığına) muhâlif (aykırı) oldu" buyurur. Zîrâ (çünkü) "Suver-i âlem (evren suretlerinin) kesretinin (çokluğunun) ahadiyyeti" mertebe-i akılda (akıl mertebesinde) sâbit (mevcut) olan kesret-i esmâiyye (esma çokluklarının) ahadiyyetinin zıllidir (gölgesidir).  Ve gölge bir i'tibâr (husus) ile, gölge sâhibinin aynı ise de, bir i'tibâr (husus) ile gayridir (başkadır). Binâenaleyh (bundan dolayı) "suver-i âlem (evren suretlerinin) kesretinin (çokluğunun) ahadiyyeti" gayriyyet (başkalık) i'tibârınâ (değerine) göre ferd (eşsiz, tek) olan vücûd-i Hakk'a (Hakk’ın vücuduna) muhâlif (aykırı) olur. Halbûki Hak Teâlâ zâtı haysiyyetinden (bakımından) ahadiyyü'l-ayn (zatı ahad) idi. O ahadiyyet-i zâtiyyesi (zatının ahadiyyeti) i'tibâriyle, (bakımından) kesret-i vücûdiyye (vücut kalabalıklığı) ve kesret-i nisebiyye (sıfat kalabalıklığı) ahadiyyetinden (salt, sırf tekliğinden) münezzehtir (beridir, tenzih edilmiştir).  Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyye'nin (Nakşibendi tarikatının) pîri Mevlânâ Hâlid (k.A.s.) hazretlerinin Mevlânâ Câmî (k.A.s.) taraf-ı âlîlerinden (yüce taraflarından) tahmîs buyurulan (yazılmış beş mısralı şiir) âtîdeki (aşağıdaki) gazeli bu ma'nâyı müş'irdir (bildirir). Beyt:

كاه در خود غاينده و گه  دربشرى            كرچه درصورت  ذرات جهان جلوه گي     

       نه بشر خوانمت اي دوست نه حور ونه پري         ليك چون ذات تو از زنك حدوث است بري    اي همه برتو حجابست تو چيزي ديكري                  

Tercüme: "Gerçi (gerçekten) sen zerrât-ı cihân (cihanın zerreleri) sûretinde (şeklinde) cilve-gersin (cilvelisin). Gâh (bazen) kendini gösterirsin ve gâh (bazen) beşer (insan) nikâbına (örtüsüne) bürünürsün. Fakat mâdemki senin zâtın jeng-i hudûsden (sonradan meydan gelmiş kirlerden) berîdir (temizdir);  ey dost, sana ne beşer (insan), ne hûr (huri) ve ne de perîsin diyebilirim! Ey zât-ı pâk (temiz zat), bütün bunların hepsi sana hicâbdır (perdedir). Sen başka bir şeysin!

Hak Teâlâ cevher-i heyûlânî (cevherin özü) gibidir. Zîrâ (çünkü) cevher-i heyûlânî (cevherin özü) zâtı cihetinden (bakımından) ahadiyyü'l-ayn (tek, sırf hakikat) ve kendisinde zâhir olan (açığa çıkan) sûretlerin kesreti (çokluğu) hasebiyle, (dolayısıyle) kesîrdir (çoktur). Onun vücûdu (varlığı) âlem-i histe (hissedilir alemde (dünyada) sâbit (mevcut) olmayıp  mertebe-i akılda (akıl mertebesinde) mevcûddur. Ve cevher-i heyûlâni (cevherin özü) vücûd-i aynî (kesif suret) ile mevcûd olmamakla berâber, zâtı ile cemî'-i suveri (bütün suretleri) hâmildir (yüklenmiştir, taşır).  İşte Hak dahi, suver-i tecellîden (tecelli eden suretlerden) kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) şeyle cevher-i heyûlânîye (cevherin özüne) benzer. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak ahadiyyet-i ma'kûliyyet (akılda bilinen ahadlığı) üzere sâbit (mevcut) olmakla berâber, âlem (evren) sûretlerinin meclâsı (aynası) oldu. Şu halde Hak, zât-ı ahadiyyetinde (ahad olan zatında) bi'l-kuvve (kuvve, güç olarak) mevcûd olan esmâsı (isimleri) sûretiyle tecellîsi (belirmesi, görünmesi) hasebiyle (dolayısıyle) kesîrdir (çoktur) . Ve Hak bi'l-kuvve (kuvve, güç olarak) zâtında mündemic olan (bulunan) suver-i âleme (evren suretlerine) âyînedir (aynadır). Zîrâ (çünkü) feyz-ı akdesle (zatından zatına olan tecellisiyle), bilcümle (bütün) esmâ sûretleri vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın varlığında) zâhir olur (açığa çıkar). Ve Hakk'ın ahadiyyet-i zâtiyyesi (zatının ahadlığı) mertebe-i akılda (akıl mertebesinde) kalır, ya'nî bu ahadiyyeti (sırf tekliği) akıl idrâk eder (anlar).

Bir kiraz çekirdeği içinde nâmütenâhî (sonsuz) ağaçlar, dallar ve yapraklar bi'l-kuvve (güc, kuvve olarak) mündemicdir (bulunur).Halbuki çekirdek ahadiyyü'l-ayndır (zatı bakımdan ahaddır).Nazar-ı hissî (beden gözü) ile bakıldıkda (bakıldığında) bu kesret (çokluk) görünmez. Vaktâki (ne zamanki) çekirdek arza (yere) dikilip terbiye olunur (beslenip büyür), içindeki ağaç tedrîcen (yavaş yavaş) zuhûr etmeğe (kendini göstermeye) başlar; bir kaç sene sora dalları, budakları yaprakları ve meyveleri kesîr olur (çoğalır). Artık çekirdek bâtın (gizli) olup nazar-ı hissî (beden gözü) ile görünmez; fakat akıl bilir ki, bu kesretin (çokluğun) menşei (kökü, çıktığı yer) bir tek çekirdektir. Binâenaleyh (bundan dolayı) çekirdeğin, ahadiyyet-i zâtiyyesi (zatının ahadiyyeti) ahadiyyet-i ma'kûliyyettir (akılda bilinen ahadlığıdır) . Çekirdek bu ahadiyyet-i ma'kûliyyeti (akılda bilinen ahadlığı) ile berâber o kesîr (çok) olan dalların, yaprakların ve meyvelerin meclâsı (aynası) olur.

Hakk'ın ahadiyyeti (sırf, salt tekliği) ile keserât-ı âlem (alemin çokluğu) arasındaki irtibât. (bağlantı) Fass-ı Âdemî’de (adem bölümünde) tafsîl olunduğundan, (geniş olarak anlatıldığından) burada tekrâr îzâha (anlatmaya) lüzûm yoktur.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -08.04.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com