[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi onunla nesnâ oldu ve ahadiyyet-i kesret ona muhâlif
oldu. Halbuki, Hak Teâlâ zâtı haysiyyetiyle ahadiyyü'l-ayn
idi. Nitekim, kendisinde zâhir olan suver ile kesîr olan
cevher-i heyûlâni ahadiyyü'l-ayndır. Öyle ki o, onları
bizâtihi hâmildir. Hak dahi suver-i tecellîden
kendisinde zâhir olan şeyle böyledir. Binâenaleyh Hak
ahadiyyet-i ma'kûliyyet ile berâber, âlem sûretlerinin
meclâsı oldu. İmdi Allah Teâlâ'nın ibâdından dilediğini
ıttılâ' ile muhtass kıldığı bu ta'lîm-i ilâhî ne
güzeldir! (6) .
Şurrâh-ı kirâm (büyük
şerhçiler) hazarâtı
(hazretleri) metinde
ihtilâf (uyumsuzluk,
anlaşmazlık) etmişlerdir. Kâşânî nüshasında
(yazısında)
فثنيت به و يخالفه احدية الكثرة
ve Ya'kûb Hân nüshasında
(yazısında)
فثبتت به و يخالفه
ve Abdülganî Nâblusî nüshasında
(yazısında)
فثبتت به و بخالقه
ve
Mevlânâ Câmî nüshasında
(yazısında)
فثبت
به و تخالفه
ve Bâlî Efendi nüshasında
(yazısında)
فثنيت به و يخالفه
vâkı'dir. Ve cenâb-ı Abdullah Bosnevî, Dâvûd-i Kayserî
hazretlerinin
tarz-ı ahzine (alış tarzına)
birkaç vech (yönü)
ile hatâ isnâd eylemiştir
(olduğunu söylemiştir).
Bâlî efendi
يخالفه
kelimesinin "fâ" ile olması fehme
(anlayışa) akreb
(daha yakın) ve
makâma enseb (daha münasip,
uygun) olduğunu beyân eder
(bildirir).
Fakîr, cenâb-ı Abdürrezzâk Kâşânî'nin
ibâresini (cümlesini)
siyâk-ı kelâma (sözün
gelişine) ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)
hazretlerinin maksad-ı âlîlerine
(yüce maksatlarına)
daha muvâfık (uygun)
gördüğümden bu ibâreyi
(cümleyi) ahz ile
(almakla) iktifâ eyledim
(yetindim).
Zîrâ (çünkü)
yukarıda "Arz
(yeryüzü) için şef’iyyetten
(ikilikten) ibâret
olan zevciyyet (eşlik)
hâsıl oldu (oluştu)"
buyurulmuş ve vücûd-i Hak
(Hakk’ın varlığı)
için dahi, âlemin (evrenin)
kendisinden zuhûru
(meydana çıkması)
sebebiyle kesret (çokluk)
sâbit (mevcut)
olduğu zikr edilmiş
(anlatılmış) idi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
bu beyânı
(açıklamayı) ta'kîb eden ibâre
(cümle)
فثنيت به
olur. Ve buna, "İmdi (buna
göre) ferd (tek,
eşsiz) olan vücûd-i Hak
(Hakk’ın vücudu)
kendisinden zâhir olan (açığa
çıkan) âlem
(evren) ile mesnâ
(iki) oldu. Ya’nî şef’
(çift) olup ikileşti"
ma'nâsı verilirse zevk-âver
(zevk verici) olur. Ve bu ma'nâyı müstemi'
olan (dinleyen)
kimse tarafından: "Pekâlâ, ferd
(tek) olan vücûd-i
Hak (Hakk’ın vücudu)
kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan) âlem
(evren) ile şef’
(çift) olunca, bu
âlemin (evrenin)
vücûdu (varlığı)
Hakk'a muvâfık mı (uygun mu)
yoksa muhâlif mi
(aykırı mı) olur?" suâli
(sorusu) îrâd
olunabileceğinden"
(sorulabileceğinden) cenâb-ı Şeyh (r.a.) buna
cevâben (cevap olarak)
:
ويخالفه
احدية الكثرة
ya’nî "Suver-i âlem (evren
suretlerinin) kesretinin
(çokluğunun)
ahadiyyeti hey'et-i mecmûası,
(bütün hepsi) ferd
(tek) olan vücûd-i
Hak'a (Hak’ın varlığına)
muhâlif (aykırı)
oldu" buyurur. Zîrâ
(çünkü) "Suver-i âlem
(evren suretlerinin)
kesretinin (çokluğunun)
ahadiyyeti" mertebe-i akılda
(akıl mertebesinde)
sâbit (mevcut)
olan kesret-i esmâiyye (esma
çokluklarının) ahadiyyetinin zıllidir
(gölgesidir).
Ve gölge bir i'tibâr
(husus) ile,
gölge sâhibinin aynı ise de, bir i'tibâr
(husus) ile gayridir
(başkadır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) "suver-i âlem
(evren suretlerinin)
kesretinin (çokluğunun)
ahadiyyeti" gayriyyet
(başkalık) i'tibârınâ
(değerine) göre
ferd (eşsiz, tek)
olan vücûd-i Hakk'a (Hakk’ın
vücuduna) muhâlif
(aykırı) olur. Halbûki Hak Teâlâ zâtı
haysiyyetinden (bakımından)
ahadiyyü'l-ayn
(zatı ahad)
idi. O ahadiyyet-i zâtiyyesi
(zatının ahadiyyeti) i'tibâriyle,
(bakımından) kesret-i
vücûdiyye (vücut
kalabalıklığı) ve kesret-i nisebiyye
(sıfat kalabalıklığı)
ahadiyyetinden (salt,
sırf tekliğinden) münezzehtir
(beridir, tenzih edilmiştir).
Tarîkat-i
Nakşibendiyye-i Hâlidiyye'nin
(Nakşibendi tarikatının)
pîri Mevlânâ Hâlid (k.A.s.) hazretlerinin Mevlânâ
Câmî (k.A.s.) taraf-ı âlîlerinden
(yüce taraflarından)
tahmîs buyurulan (yazılmış
beş mısralı şiir) âtîdeki
(aşağıdaki) gazeli bu
ma'nâyı müş'irdir (bildirir).
Beyt:
كاه در خود غاينده و گه دربشرى
كرچه درصورت ذرات جهان جلوه گي
نه بشر خوانمت اي دوست نه حور ونه پري
ليك چون ذات تو از زنك حدوث است بري
اي همه برتو حجابست تو چيزي ديكري
Tercüme: "Gerçi (gerçekten)
sen zerrât-ı cihân
(cihanın zerreleri)
sûretinde (şeklinde)
cilve-gersin (cilvelisin).
Gâh (bazen)
kendini gösterirsin ve gâh
(bazen) beşer
(insan) nikâbına
(örtüsüne)
bürünürsün. Fakat mâdemki senin zâtın jeng-i hudûsden
(sonradan meydan gelmiş
kirlerden) berîdir
(temizdir);
ey dost, sana ne
beşer (insan),
ne hûr (huri)
ve ne de perîsin diyebilirim! Ey zât-ı pâk
(temiz zat),
bütün bunların hepsi sana hicâbdır
(perdedir).
Sen başka bir şeysin!
Hak Teâlâ cevher-i heyûlânî
(cevherin özü) gibidir. Zîrâ
(çünkü) cevher-i
heyûlânî (cevherin özü)
zâtı cihetinden
(bakımından) ahadiyyü'l-ayn
(tek, sırf hakikat)
ve kendisinde zâhir olan
(açığa çıkan) sûretlerin kesreti
(çokluğu) hasebiyle,
(dolayısıyle)
kesîrdir (çoktur).
Onun vücûdu
(varlığı) âlem-i histe
(hissedilir alemde (dünyada)
sâbit (mevcut)
olmayıp mertebe-i akılda
(akıl mertebesinde)
mevcûddur. Ve cevher-i heyûlâni
(cevherin özü) vücûd-i
aynî (kesif suret)
ile mevcûd olmamakla berâber, zâtı ile cemî'-i
suveri (bütün suretleri)
hâmildir
(yüklenmiştir, taşır).
İşte Hak dahi, suver-i
tecellîden (tecelli eden
suretlerden)
kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan) şeyle cevher-i heyûlânîye
(cevherin özüne)
benzer. Binâenaleyh (bundan
dolayı) Hak ahadiyyet-i ma'kûliyyet
(akılda bilinen ahadlığı)
üzere sâbit
(mevcut) olmakla berâber, âlem
(evren) sûretlerinin
meclâsı (aynası)
oldu. Şu halde Hak, zât-ı ahadiyyetinde
(ahad olan zatında)
bi'l-kuvve (kuvve, güç
olarak) mevcûd olan esmâsı
(isimleri) sûretiyle
tecellîsi (belirmesi,
görünmesi) hasebiyle
(dolayısıyle)
kesîrdir (çoktur)
. Ve Hak bi'l-kuvve (kuvve, güç olarak) zâtında mündemic olan
(bulunan) suver-i
âleme (evren suretlerine)
âyînedir (aynadır).
Zîrâ (çünkü) feyz-ı
akdesle (zatından zatına olan
tecellisiyle),
bilcümle (bütün)
esmâ sûretleri vücûd-i Hak'ta
(Hakk’ın varlığında)
zâhir olur (açığa çıkar).
Ve Hakk'ın ahadiyyet-i zâtiyyesi
(zatının ahadlığı)
mertebe-i akılda (akıl
mertebesinde) kalır, ya'nî bu ahadiyyeti
(sırf tekliği) akıl
idrâk eder (anlar).
Bir kiraz çekirdeği içinde nâmütenâhî
(sonsuz) ağaçlar, dallar ve yapraklar bi'l-kuvve
(güc, kuvve olarak)
mündemicdir (bulunur).Halbuki
çekirdek ahadiyyü'l-ayndır
(zatı bakımdan ahaddır).Nazar-ı hissî
(beden gözü) ile
bakıldıkda (bakıldığında)
bu kesret (çokluk)
görünmez. Vaktâki
(ne zamanki) çekirdek arza
(yere) dikilip
terbiye olunur (beslenip
büyür), içindeki ağaç tedrîcen (yavaş yavaş)
zuhûr etmeğe
(kendini göstermeye) başlar; bir kaç sene
sora dalları, budakları yaprakları ve meyveleri kesîr
olur (çoğalır).
Artık çekirdek bâtın
(gizli) olup nazar-ı
hissî (beden gözü)
ile görünmez; fakat akıl bilir ki, bu kesretin
(çokluğun) menşei
(kökü, çıktığı yer) bir tek çekirdektir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
çekirdeğin, ahadiyyet-i zâtiyyesi
(zatının ahadiyyeti)
ahadiyyet-i ma'kûliyyettir
(akılda bilinen ahadlığıdır) .
Çekirdek bu ahadiyyet-i ma'kûliyyeti
(akılda bilinen ahadlığı)
ile berâber o kesîr (çok)
olan dalların, yaprakların ve meyvelerin
meclâsı (aynası)
olur.
Hakk'ın ahadiyyeti (sırf,
salt tekliği) ile keserât-ı âlem
(alemin çokluğu)
arasındaki irtibât.
(bağlantı) Fass-ı Âdemî’de
(adem bölümünde)
tafsîl olunduğundan, (geniş
olarak anlatıldığından) burada tekrâr îzâha
(anlatmaya) lüzûm
yoktur.
Devam edecek |