[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ma'lûm (bilinmiş)
olsun ki: Abdürrezzâk Kâşânî, Dâvûd-ı Kayserî, Ya'kûb
Han ve Abdullah Bosnevî hazarâtı
(hazretleri) gibi
kümmelînden (olgun
kamillerden) olan zevât
(zatlar),
kendi şerhlerinde, Fir'avn'ın sıhhat-ı imânı
(imanının doğruluğu,
sağlamlığı) hakkında, cenâb-ı Şeyh-i Ekber
(r.a.) tarafından gerek Fusûs'ta ve gerek
Fütûhât-ı Mekkîyye'de tahrîr buyrulan
(yazılan) ibârâtın
(cümlelerin)
kat'iyyet-i müfâdına (mananın
kesinliğini) kâil olmuşlardır
(söylemişlerdir).
Bâli Efendi hazretleri ise kendi şerhinde bu
ibârâtı (cümleleri)
cevâza (caiz, uygun
olduğuna) haml edip
(yorup) Fir'avn'ın
âhirette saâdet (cennetlik)
ve şekâveti
(cehennemliği) hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de ve
ahâdis-i şerîfede (hadisi
şeriflerde) bir nass
(kesin delil, açık ayet)
vârid olmamış (gelmemiş)
olduğundan, Hz. Şeyh'in Fir'avn hakkında
tevakkufuna (tereddüd ettiği)
zâhib olarak
(fikrine kapılarak)
والامر فيه الى الله
dediğini ve Fütûhât-ı Mekkiyye'de "Fir'avn ve
Nemrûd nârda (ateşte)
müebbeddir" (ebedidir)
buyurup, kendilerinin mezhebi
(görüşü) ancak bu olduğunu ve Fusûs'un ibârâtında
(cümlelerinde)
Fir'avn'ın sıhhat-i îmânına
(imanının doğruluğuna) delâlet-i kat'iyye
(kesin, açık kanıt)
olmayıp, belki ibârâtın
(cümlelerin) kâffesi
(hepsi) zâhir-i
Kur'ân'ın (Kuran’ın zahir
manasının) cevâz-ı sıhhatine
(gerçeğine uygun olduğuna)
delâlet (işaret)
ettiğini ve bu mes'elede
(konuda) Hz. Şeyh
hakkında nâsın (insanların)
dedikleri şeyin iftirâ olduğunu ve bu galat-ı
âmmenin (halk arasındaki
yaygın yalanın) dahi Hz. Şeyh'in
rûhâniyyetine (ruh haline)
/ ittisâli olmayan
(ulaşamayan)
şârihlerin (şerhçilerin)
kelâmından
(sözlerinden) neş'et eylediğini
(ileri geldiğini) ve
onun Fir'avn hakkında مات
طاهرأ مطهرأ
kavlini (sözlerini)
o hazretin murâdı hilâfında
(zıddında, karşıtında)
olarak beyân ettiklerini
(söylediklerini) ve nitekim bu kelâmın
(sözlerin) şerhinde
(açıklamasında)
Dâvûd-ı Kayserî'nin
لَا
كان ايمان فر عون في البحر حيث رأى طريقأ واضحا عبر عليها
بنو اسرائيل قبل التغر غر وقبل ظهور احكام الآخرة له
بمايشاهده
الناس عند الغرغرة جعل ايمانه معتدأ به فانه ايمان بالغيب
ya'nî “İmân-ı Fir'avn
(Firavun’un imanı),
deryâda (denizde)
Beni İsrâîl'in (İsrailoğullarının)
geçtiği bir tarîk-ı vâzıhı
(açık yolu) görmesi
haysiyyetiyle (sebebiyle)
tegargurdan
(boğulmadan) evvel ve inde'l-gargara
(gargara esnasında)
nâsın (insanların)
müşâhede ettiği (gördüğü)
ahvâlden
(hallerden) kendisi için ahkâm-ı âhiretin
(ahiret hükümlerinin)
zuhûrundan
(görünmesinden) mukaddem
(önce) vâkı' olduğu
(gerçekleştiği)
cihetle, (dolayısıyle)
onun îmânı sahîh (doğru,
sağlam) ve mu'teddûn-bihdir
(makbuldur);
zîrâ (çünkü)
îmân-bi'l-gaybdir"
(iman bilinmeyendir)
dediğini; halbuki bunun sahîh
(doğru) olmadığını
beyân edip (bildirip)
ibârât-ı fusûs'un
(fusus’taki cümlelerin) cevâza
(caiz olmaya)
mahmûl olduğuna dâir bir takım mütâlaât
(düşünceler) serd
etmiştir (söylemiştir).
Fakir gibi ezillânın
(zelilin, değersizin)
ekâbirin (büyüklerin)
mütâlaât
(düşüncelerine) ve münâkaşâtına
(münakaşalarına)
karışması hande-âver (gülünç)
bir hâl ise de,
لسان الخلق اقلام الحق
olduğundan istinbâtât-ı hakîrin
(değersizin çıkardığı mana)
dahi buraya dercinden
(sıkıştırılmaktan)
vazgeçilemedi, şöyle ki:
Evvelen (ilk
önce):
Fusûsi-Hikem te'lîfât-ı akliyyeden
(akla dayanarak yazılmış)
değildir ki, onun ibârâtı
(cümleleri)
istidlâlât-ı akliyyeye (akli
delillere) müstenid
(dayalı) mütâlaâta
(düşünceler) mahmûl
(üzerine kurulu)
olunabilsin. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) bu kitâbın
dibâcesinde (önsözünde)
فما القي الا ما ياقى الئ ولا انزل في هذا السطور الا ما
ينزل علئ
ya'nî "Ben ancak bana ilkâ
(ilham) olunan şeyi ilkâ
(telkin) ederim. Ve
ben bu mastûr (yazılmışların)
içinde ancak benim üzerime nâzil' olan
(inen) şeyi inzâl
ederim" (indiririm)
buyururlar. Binâenaleyh
(bundan dolayı) âtide
(aşağıda) gelecek
olan
هذا هو الظاهر الذي ورد به القرآن
kavline (sözlerine)
nazaran (göre),
imân-ı Fir'avn'ın
(Firavun’un imanının) sıhhati
(sağlamlığı)
hakkındaki bu muhâkemât
(yargılamalar) Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirinden
(Kuran’ın dış yüzünden,
olduğu gibi) muktebestir
(aynen alınmıştır,
aktarılmıştır).
Ve bu tarz tefsîr
(yorum) Hz. Şeyh'e ilkâ
(ilham) buyrulmuş
olan maânî (manalar)
zümresindendir
(sınıfındandır).
Şu halde kat'îdir
(kesindir).
Ve eğer Fir'avn'ın îmânı sahîh
(sağlam, doğru)
olmasa idi. Hz. Şeyh'e bu tarz
(şekilde) tefsîr
(yorumlama) ilkâ
(ilham) olunmaz ve
belki bu ma'nânın aksi inzâl olunur
(indirilir) idi. /
Sâniyen: (ikinci
olarak) Farz edelim
(diyelim)
ki Fir'avn'ın sıhhat-i imânı
(imanının doğruluğu)
hakkındaki ibârât-ı Fusûs
(Füsus cümleleri)
kat'i (kesin)
olmayıp cevâz
(olabilir, mümkün olmaya) ve ihtimâle
müstenid (dayalı)
olsun ve bunun için Hz. Şeyh Fir'avn'ın sıhhat-i îmânı
(imanının sağlamlığı)
hakkında tevakkuf (tereddüd)
edip âtîde
(aşağıda) gelecek olan
ثم انا نقول بعد ذلك والامر فيه الى الله
kavlini (sözlerini)
îrâd eylemiştir
(söylemiştir). Şu
halde Fütûhât-ı Mekkiyye’nin altmış ikinci
bâbında (bölümünde)
Fir’avn müebbed-fi'n-nâr
(cehennemde ebedi kalıcı) olduğunu beyân
etmek (bildirmek)
bu tevakkuf (tereddüd)
ve zehâba (zanna)
mugâyir (ters)
düşmez mi? Zîrâ (çünkü)
bir kimse bir mes'ele hakkındaki kanâat-i
kat'îsini (kesin görüşünü)
beyân ettikten
(açıkladıktan) sonra yine o mes'ele hakkında
tereddüd ve ihtimâl dâiresinde
(sınırları içinde)
beyân-ı mütâlaa etse
(düşüncelerini açıklasa),
bu iki hükûmden birisi zâid
(gereksiz) olur. Hz.
Şeyh'in âsâr-ı aliyyesiyle
(yüce eserleriyle) aslâ alâkası olmamakla ehl-i
zâhire (zahirde kalmış
kimselere) hitâben şu nükteyi
(ince manayı) ihtâr
edeyim (hatırlatayım)
ki: Fütûhât-ı Mekkiyye 590 ve Fusûssu’l-Hikem
ise 628 sene-i hicriyyelerinde
(hicri senesinde)
ızhâr Buyrulmuştur (meydana
çıkarılmıştır). Böyle olmakla berâber her iki eser-i âli
(yüce eser) dahi kalb-i
Şeyh-i Ekber'e (Büyük Şeyh’in
kalbine) hâtem-i velâyet
(velayetin son)
mişkâtinden (kandil yerinden
(nurundan) münzel olduğu
(indirildiği) için
ikinci bâbında (kısmında)
münderic olan
(bulunan) şu:
اربع طوائفَ في النار لا يخرجون منها وهم التكبرون
على الله كفرعون وامثاله ممن ادعى الربوبية لنفسه ونفاها
عن الله فقال يا ايها الملأ ما علمت لكم من اله غيري وقال
انا ربكم الاعلى يريد ما في السماء اله غيري وكذلك غرود
وغيره والطائفت الثانية الشركون وهم الذين يجعلون مع الله
الهأ آخر ... الخ.
Ma'nâ-yı şerîfi (yüce manası):
"Dört tâife (grup)
nârdadır
(ateştedir),
ondan çıkmazlar. Ve onlar Allah Teâla üzerine
mütekebbir (kibirli)
olanlardır; Fir'avn ve emsâli
(benzerleri) gibi ki;
rubûbiyyeti Allah Teâlâ'dan nefy
(atıp, yok) edip
kendi nefsi için iddiâ eden kimsedir. Fir'avn:
يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ مَا عَلِمْتُ لَكُم مِّنْ إِلَهٍ
غَيْرِي
(Kasas. 28/38) dedi ki: "Semâda
(gökte) benim gayrim
olan (benden başka)
bir ilâh yoktur" demeği murâd eder
(diler).Ve gurur ve
onun gayri (ondan başkası)
dahi bunun gibidir. Ve ikinci tâife
(grup) müşriklerdir
(Allah’a şirk koşanlardır).
Ve onlar Allah Teâlâ ile berâber ilâh-i âhar
(başka ilahlar)
ittihâz (kabul)
edenlerdir ilh..." ibâresi
(cümlesi) alınmakla iktifâ' olunursa
(yetinilirse),
efkâr (fakir)
Bâli Efendi hazretlerinin mütâlaasına
(düşüncesine) meyl
eder (yatkınlık duyar).
Velâkin (fakat)
Hz. Şeyh Fütuhât-ı Mekkiyye'nin otuz
kadar mahallinde (yerinde)
îmân-ı Fir'avn'ın
(Firavun’un imanının) sıhhati
(sağlamlığı) hakkında
beyânâtta (açıklamalarda)
bulunurlar Ezcümle
(esas olarak)
Fütûhât'ın 198. bâbında
(bölümünde) on ikinci tevhîdde şu ibâreler
(cümleler)
mündericdir (yer almaktadır).
Devam edecek |