Füsûs-ül Hikem

318. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki: Abdürrezzâk Kâşânî, Dâvûd-ı Kayserî, Ya'kûb Han ve Abdullah Bosnevî hazarâtı (hazretleri) gibi kümmelînden (olgun kamillerden) olan zevât (zatlar), kendi şerhlerinde, Fir'avn'ın sıhhat-ı imânı (imanının doğruluğu, sağlamlığı) hakkında, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) tarafından gerek Fusûs'ta ve gerek Fütûhât-ı Mekkîyye'de tahrîr buyrulan (yazılan) ibârâtın (cümlelerin) kat'iyyet-i müfâdına (mananın kesinliğini) kâil olmuşlardır (söylemişlerdir). Bâli Efendi hazretleri ise kendi şerhinde bu ibârâtı (cümleleri) cevâza (caiz, uygun olduğuna) haml edip (yorup) Fir'avn'ın âhirette saâdet (cennetlik) ve şekâveti (cehennemliği) hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de ve ahâdis-i şerîfede (hadisi şeriflerde) bir nass (kesin delil, açık ayet) vârid olmamış (gelmemiş) olduğundan, Hz. Şeyh'in Fir'avn hakkında tevakkufuna (tereddüd ettiği) zâhib olarak (fikrine kapılarak)    والامر فيه الى الله    dediğini ve Fütûhât-ı Mekkiyye'de "Fir'avn ve Nemrûd nârda (ateşte) müebbeddir" (ebedidir) buyurup, kendilerinin mezhebi (görüşü) ancak bu olduğunu ve Fusûs'un ibârâtında (cümlelerinde) Fir'avn'ın sıhhat-i îmânına (imanının doğruluğuna) delâlet-i kat'iyye (kesin, açık kanıt) olmayıp, belki ibârâtın (cümlelerin) kâffesi (hepsi) zâhir-i Kur'ân'ın (Kuran’ın zahir manasının) cevâz-ı sıhhatine (gerçeğine uygun olduğuna) delâlet (işaret) ettiğini ve bu mes'elede (konuda) Hz. Şeyh hakkında nâsın (insanların) dedikleri şeyin iftirâ olduğunu ve bu galat-ı âmmenin (halk arasındaki yaygın yalanın) dahi Hz. Şeyh'in rûhâniyyetine (ruh haline) / ittisâli olmayan (ulaşamayan) şârihlerin (şerhçilerin) kelâmından (sözlerinden) neş'et eylediğini (ileri geldiğini) ve onun Fir'avn hakkında    مات طاهرأ مطهرأ    kavlini (sözlerini) o hazretin murâdı hilâfında (zıddında, karşıtında) olarak beyân ettiklerini (söylediklerini) ve nitekim bu kelâmın (sözlerin) şerhinde (açıklamasında) Dâvûd-ı Kayserî'nin      لَا كان ايمان فر عون في البحر حيث رأى طريقأ واضحا عبر عليها بنو اسرائيل قبل التغر غر وقبل ظهور احكام الآخرة له بمايشاهده الناس عند الغرغرة جعل ايمانه معتدأ به فانه ايمان بالغيب    ya'nî “İmân-ı Fir'avn (Firavun’un imanı), deryâda (denizde) Beni İsrâîl'in (İsrailoğullarının) geçtiği bir tarîk-ı vâzıhı (açık yolu) görmesi haysiyyetiyle (sebebiyle) tegargurdan (boğulmadan) evvel ve inde'l-gargara (gargara esnasında) nâsın (insanların) müşâhede ettiği (gördüğü) ahvâlden (hallerden) kendisi için ahkâm-ı âhiretin (ahiret hükümlerinin) zuhûrundan (görünmesinden) mukaddem (önce) vâkı' olduğu (gerçekleştiği) cihetle, (dolayısıyle) onun îmânı sahîh (doğru, sağlam) ve mu'teddûn-bihdir (makbuldur); zîrâ (çünkü) îmân-bi'l-gaybdir" (iman bilinmeyendir) dediğini; halbuki bunun sahîh (doğru) olmadığını beyân edip (bildirip) ibârât-ı fusûs'un (fusus’taki cümlelerin) cevâza (caiz olmaya) mahmûl olduğuna dâir bir takım mütâlaât (düşünceler) serd etmiştir (söylemiştir). Fakir gibi ezillânın (zelilin, değersizin) ekâbirin (büyüklerin) mütâlaât (düşüncelerine) ve münâkaşâtına (münakaşalarına) karışması hande-âver (gülünç) bir hâl ise de,    لسان الخلق اقلام الحق    olduğundan istinbâtât-ı hakîrin (değersizin çıkardığı mana) dahi buraya dercinden (sıkıştırılmaktan) vazgeçilemedi, şöyle ki:

 

     Evvelen (ilk önce): Fusûsi-Hikem te'lîfât-ı akliyyeden (akla dayanarak yazılmış) değildir ki, onun ibârâtı (cümleleri) istidlâlât-ı akliyyeye (akli delillere) müstenid (dayalı) mütâlaâta (düşünceler) mahmûl (üzerine kurulu) olunabilsin. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) bu kitâbın dibâcesinde (önsözünde)    فما القي الا ما ياقى الئ ولا انزل في  هذا السطور الا ما ينزل علئ    ya'nî "Ben ancak bana ilkâ (ilham) olunan şeyi ilkâ (telkin) ederim. Ve ben bu mastûr (yazılmışların) içinde ancak benim üzerime nâzil' olan (inen) şeyi inzâl ederim" (indiririm) buyururlar. Binâenaleyh (bundan dolayı) âtide (aşağıda) gelecek olan    هذا هو الظاهر الذي ورد به القرآن    kavline (sözlerine) nazaran (göre), imân-ı Fir'avn'ın (Firavun’un imanının) sıhhati (sağlamlığı) hakkındaki bu muhâkemât (yargılamalar) Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirinden (Kuran’ın dış yüzünden, olduğu gibi) muktebestir (aynen alınmıştır, aktarılmıştır). Ve bu tarz tefsîr (yorum) Hz. Şeyh'e ilkâ (ilham) buyrulmuş olan maânî (manalar) zümresindendir (sınıfındandır). Şu halde kat'îdir (kesindir). Ve eğer Fir'avn'ın îmânı sahîh (sağlam, doğru) olmasa idi. Hz. Şeyh'e bu tarz (şekilde) tefsîr (yorumlama) ilkâ (ilham) olunmaz ve belki bu ma'nânın aksi inzâl olunur (indirilir) idi. /

Sâniyen: (ikinci olarak) Farz edelim (diyelim) ki Fir'avn'ın sıhhat-i imânı (imanının doğruluğu) hakkındaki ibârât-ı Fusûs (Füsus cümleleri) kat'i (kesin) olmayıp cevâz (olabilir, mümkün olmaya) ve ihtimâle müstenid (dayalı) olsun ve bunun için Hz. Şeyh Fir'avn'ın sıhhat-i îmânı (imanının sağlamlığı) hakkında tevakkuf (tereddüd) edip âtîde (aşağıda) gelecek olan    ثم انا نقول بعد ذلك والامر فيه الى الله    kavlini (sözlerini) îrâd eylemiştir (söylemiştir).  Şu halde Fütûhât-ı Mekkiyye’nin altmış ikinci bâbında (bölümünde) Fir’avn müebbed-fi'n-nâr (cehennemde ebedi kalıcı) olduğunu beyân etmek (bildirmek) bu tevakkuf (tereddüd) ve zehâba (zanna) mugâyir (ters) düşmez mi? Zîrâ (çünkü) bir kimse bir mes'ele hakkındaki kanâat-i kat'îsini (kesin görüşünü) beyân ettikten (açıkladıktan) sonra yine o mes'ele hakkında tereddüd ve ihtimâl dâiresinde (sınırları içinde) beyân-ı mütâlaa etse (düşüncelerini açıklasa), bu iki hükûmden birisi zâid (gereksiz) olur. Hz. Şeyh'in âsâr-ı aliyyesiyle (yüce eserleriyle) aslâ alâkası olmamakla ehl-i zâhire (zahirde kalmış kimselere) hitâben şu nükteyi (ince manayı) ihtâr edeyim (hatırlatayım) ki: Fütûhât-ı Mekkiyye 590 ve Fusûssu’l-Hikem ise 628 sene-i hicriyyelerinde (hicri senesinde) ızhâr Buyrulmuştur (meydana çıkarılmıştır). Böyle olmakla berâber her iki eser-i âli (yüce eser) dahi kalb-i Şeyh-i Ekber'e (Büyük Şeyh’in kalbine) hâtem-i velâyet (velayetin son) mişkâtinden (kandil yerinden (nurundan) münzel olduğu (indirildiği) için ikinci bâbında (kısmında) münderic olan (bulunan) şu:       اربع طوائفَ  في النار لا  يخرجون منها وهم التكبرون على الله كفرعون وامثاله ممن ادعى الربوبية لنفسه ونفاها عن الله فقال يا ايها الملأ ما علمت لكم من اله غيري وقال انا ربكم الاعلى يريد ما في السماء اله غيري وكذلك غرود وغيره والطائفت الثانية الشركون وهم الذين يجعلون مع الله الهأ آخر ... الخ.    Ma'nâ-yı şerîfi (yüce manası): "Dört tâife (grup) nârdadır (ateştedir), ondan çıkmazlar. Ve onlar Allah Teâla üzerine mütekebbir (kibirli) olanlardır; Fir'avn ve emsâli (benzerleri) gibi ki; rubûbiyyeti Allah Teâlâ'dan nefy (atıp, yok) edip kendi nefsi için iddiâ eden kimsedir. Fir'avn:    يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ مَا عَلِمْتُ لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرِي    (Kasas. 28/38) dedi ki: "Semâda (gökte) benim gayrim olan (benden başka) bir ilâh yoktur" demeği murâd eder (diler).Ve gurur ve onun gayri (ondan başkası) dahi bunun gibidir. Ve ikinci tâife (grup) müşriklerdir (Allah’a şirk koşanlardır). Ve onlar Allah Teâlâ ile berâber ilâh-i âhar (başka ilahlar) ittihâz (kabul) edenlerdir ilh..." ibâresi (cümlesi) alınmakla iktifâ' olunursa (yetinilirse), efkâr (fakir) Bâli Efendi hazretlerinin mütâlaasına (düşüncesine) meyl eder (yatkınlık duyar). Velâkin (fakat) Hz. Şeyh Fütuhât-ı Mekkiyye'nin otuz kadar mahallinde (yerinde) îmân-ı Fir'avn'ın (Firavun’un imanının) sıhhati (sağlamlığı) hakkında beyânâtta (açıklamalarda) bulunurlar Ezcümle (esas olarak) Fütûhât'ın 198. bâbında (bölümünde) on ikinci tevhîdde şu ibâreler (cümleler) mündericdir (yer almaktadır).

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 22.04.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com