75. Bölüm

VIII
BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ RÜHİYYE"   BEYÂNINDADIR
75

Ve bu, âhâd-ı nâsa, ba'zan evkatte vâkı olur; müstashiben olmaz. Hak Teâlâ: / …………………………………… (Ahkaf, 46/9) Ya'nî "Sen de ki: Ben, benim ile ve sizin ile ne işlenir ol­duğunu bilmem" buyurdu. Böyle olunca hicâbı tasrîh ey­ledi. Ve maksûd, ancak emr-i hâsta muttali' olmaktır, başka değil (14).

       Ya'ni bu, hükm-i irâdeyi (ilmi suretlerdeki istidadı) murâdın vukuundan (olmasından) evvel bilmek husû­su, âhâd-ı nâsa (insanlardan bazılarına) vakit vakit vâkı' olur (gerçekleşir). Cemî'-i evkâtı (her vakit) müstashiben (beraber, birlikte olarak) vâkı' olmaz (gerçekleşmez). Burada "âhâd-ı nas"tan (insanların bazılarından) murâd, Enbiyâ (Peygamber) (a.s) ile kümmel-i Evliyâdır (büyük Velilerdir). Zîrâ, cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in nazarında (görüşünde) insan onlardır. Diğer efrâd-ı beşer (kişiler), her ne kadar sûrette (şekil olarak) insan iseler de, sîrette (iç hali) hayvan olduklarından, bu gibi ulûm (ilimler) onlardan mestûrdur (örtülmüş, gizli kalmıştır).  Ve insân-ı kâmile vâkı' olan bu keşif dahî, ale'd-devâm (devamlı şekilde) olmaz. Onun için "Müşâhedetü'l-ebrâr (ulu, dindar kişilerin görüşlerinde) beyne't-tecellî ve'l-istitâr"; ya'nî "Ebrâr-ı kirâmın (ulu kişilerin) müşâhedesi (görüşleri) tecellî (görünme) ve istitâr (gizlenme) beynindedir." (arasındadır) buyurulmuştur. Ve bu hâli beyânen (bildirerek) cenâb-ı Sa'dî buyurur: Manzûme:

Tercüme: "Biri o oğlunu gâib edenden, (kaybedenden) ya'nî Ya'kûb (a.s)dan sor­du ki: Ey rûşen-güher (cevheri aydınlık) olan pir-i hıredmend! (akıllı, anlayışlı ihtiyar) Mısır'dan Yûsuf (a.s)’un gömleğinin kokusunu duyardın. Niçin arz-ı Ken'ân'daki (Filistin’deki) kuyunun için­de onu görmez idin? Cevâben buyurdu ki: Bizim ahvâlimiz (hallerimiz) berk-ı ci­hândır (İlahi tecellilere mazhar olmaktır).  Bir dem (an) zâhir (aşikâr, görünür) ve diğer dem (an) nihândır (gizlidir, sırdır).  Ba'zan târem-i a'lâda, ya'nî semâda otururuz; ba'zan da bastığımız yeri görmeyiz. Eğer dervîş bir hâl üzere kala idi, iki âlem elden giderdi, Ya'nî dünyâ ve ukbâ (ahiret) ahkâmına (hükümlerine) tebaiyyet (uymak) mümkin olmaz idi."

       İşte bunun için Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de Habîb-i Ekrem'ine hitâben ……………………………………… (Ahkâf', 49/9) ya'nî "Yâ Habîbim, sen de ki: Benim ile ve sizin ile ne işlenir olduğunu bilmem" buyur­du. Ve bu hitâb-ı şerîf ile hicâbı (perdelenmeyi) tasrîh eyledi (açık açık söyledi).  Ya'nî âhâd-ı nâsın (insanlardan bazılarının) hükm-i irâdeden (Hakk’ın kul hakkındaki batıni hükmünden (ilmi suretlerin istidadından) hicâb içinde (perdeli) olduklarını açıktan açığa beyân buyur­du (bildirdi). Ve bu hâli te'yîd eden (kuvvetlendiren, sağlamlaştıran) delâil-i sarîhadan (açık, aşikâr delillerden) biri de budur ki:

     Bir seferde (S.a.v) Efendimiz'in "Kusvâ" nâmındaki develeri gâib olmuş (kaybolmuş) ve aranmasını emir buyurmuşlardı. Münâfıklar güft ü güya (dedikoduya) başlayıp dediler ki: "Bize gâibden (bilinmeyenden) haber verdiği hâlde devesinin ne­rede olduğunu bilemiyor!" Hak (celle ve alâ) Hazretleri bu hâli, Nebiyy-i zîşân'ınına (Nebisine, Peygamberine) i'lâm buyurdu (bildirdi, öğretti) . Bunun üzerine' (S.a.v) Efendimiz nâsa (insanlara) hitâben dediler ki: "Ben dahî Hak Teâlâ Hazretlerinin kulla­rından bir kulum. Bana bildirdiğini bilir ve bildirmediğini bilemem. Şimdi Hak Teâlâ bana ihbâr buyurdu (haber verdi) ki, devem fılân mahalde, yu­ları bir ağaca takılmış olduğu hâlde duruyor. Oradan alıp getiriniz!" Bu ihbâr-ı Nebevî (Peygamberin bu haberi) üzerine deveyi bulup getirdiler.

       İmdi ârif-i kâmil vahdeti (tekliği) müşâhede ettiği (gördüğü, seyrettiği) vakit, kesretten (çokluklardan) hicâba düşer (perdelenir) ,  ya'nî kesreti (çokları, yaratılmışları) görmez ve kesreti (çokluğu) müşâhede ettiği (gördüğü, seyrettiği) vakit de, vah­deti (tekliği) müşâhededen (seyirden) hicâba düşer (perdelenir),  ya'nî / vahdeti (teki) görmez. Maahâzâ (bununla beraber) bi­zim, "Bu keşif âhâd-ı nâsa (insanların bazılarına) ba'zan ve vakit vakit vâkı' olur" (olagelir) demek­ten maksûdumuz (maksadımız), ilm-i İlâhi’de (Hakk’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) cümlesi­nin (bütün hepsinin) mecmû'-ı ahvâline (bütün hallerini, oluşlarını) muttali' olmak (bilmek) demek değildir. Belki bir emr-i mahsûsa (özel hususu) muttali' olmaktır (haberli olmak, bilmektir). Bundan başkası değildir. Zîrâ bilcümle â'yân-ı sâbitenin (bütün ilmi suretlerin hepsinin) ahvâline (hallerine) ve onlar hakkındaki hükm-i irâdeye (ilmi suretlerin istidatlarına) alâ­tarîkı'l-ihâta (kuşatma, kavrama, ihata yoluyla) ilim, ancak Allah Teâla'ya mahsûstur (aittir). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyurulur: ……………………………………….. (Bakara, 2/255) kezâ (Talâk, 65/12) Ve alâ­tarîkı'l-ihâta (ihata yoluyla) olan ilim, Hakk'ın kendi nefsine olan ilmidir ki, bu ilim ilm-i mutlaktır (sınırsız, kayıtsız ilimdir) .  Ve ilm-i mutlakın zevki, yine Zât-ı Mutlak’a (Hakk’ın Zât’ına) mah­sûstur (aittir). "İnsân-ı Kâmil" ise, Zât-ı Mutlak’ın (Hakk’ın Zât’ının) mukayyeden (kayıtlı olarak) zuhûrundan (açığa çıkışından) ibârettir. Ve mukayyedin (kayıtlı olanın)  "Mutlak"ı (kayıtsızı, sınırsızı) ihâtası (kuşatması, kavraması) mümkün değildir. İşte bu sırra mebnî (dayalı) , Zât-ı Mutlak (kayıtsız, sınırsız zat) ilm-i mutlakından (sınırsız, kayıtsız ilminden) ba'zılarına İnsân-ı Kâmil’i muttali' (bilir, haberli) kılar.  

Beyit:
Tercüme:

        Bezm-i meyde bir iki câma kanâat et, git!
Dâim olmaz bu visâl, etme tama' beyhûde!

İlk tesvîdin intihâsı: 12 Kânûn-i evvel 331 ve   Safer 334 Cumartesi sabâhı; ilâve sûretiyle  tekrâr tesvîd: 1 Tesrîn-i sâni 336 ve Safer 339.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-22.08.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail