VIII
BU
FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ
RÜHİYYE"
BEYÂNINDADIR
Mesnevî:
Tercüme:
"O ahmağın dâğı olan şeyi o mühürlemiştir. O mührün
üzerine çâre etmeğe el kadir değildir."
Şerh:
Ebyât-ı sâbıka (önceki
beytin) şerhinde (açıklamasında)
beyân olunduğu (açıklandığı)
üzere, mâdemki Hakk'ın irâdesi, o kimsenin şekâvetine
(mutsuzluğuna) taalluk
etmiştir (bağlanmıştır)
ve onlar hakkında da ……………………………………………
(Bakara, 2/7) buyurulmuştur; artık Enbiyâ (Peygamberler)
ve onların veresesi (mirasçıları)
olan Evliyânın (Velilerin)
nasâyihi (nasihatları)
onlara te'sir etmez (etkilemez).
Zîrâ Resul (Peygamber)
ve vâris (mirasçısı
Veliler) / "emr-i teklîfi’ye (teklif
edilen emirlere, hususlara) hâdim olup (hizmet
edip) sûret-i umumiyyede (genel
surette, herkese eşit biçimde),
Hakk'ın emrini teblîğ ederler (ulaştırırlar);
yoksa
onlar, "emr-i irâdi"ye (ilmi
suretin istidadına) hâdim değildirler (hizmet etmezler).
Mesnevî:
Tercüme:
"Ahmaklardan kaç; çünkü Îsâ (a.s) kaçtı. Ahmağın
sohbeti çok kanlar döktü. Hava suyu azar azar sirkat eder
(çalar).
İşte ahmak dahî sizden böyle çalar. O ahmak
harâreti çalar ve bürûdet (soğukluk)
verir. Altına bir taş koyan kimse gibi."
Şerh:
(Sa.v.) Efendimiz, ahmağın sohbetinden nehy (yasak)
ettiği ve İsâ (a.s) da kaçtığı için, sen de
ahmaklardan kaç! Zîrâ seni mâ’nen öldürür. Hava,
tebahhur eden (buharlaşan)
suyu nasıl ki yavaş yavaş ve azar azar çalarsa,
ahmak şakî (bedbaht,
cehennemlik olan ahmak) dahî sendeki nûr-i imânı
(iman
nurunu) öylece yavaş yavaş çalar. Ve kezâ, altına
taş koyup oturan kimsenin harâretini o taş nasıl çalıp
kendi bürûdetini (soğukluğunu) verirse,
ahmak da sendeki harâret-i aşk-ı İlâhî’yi (Allah
aşkının hararetini) ve imânı öylece çalar.
Ve bürûdet-i küfrünü (küfrün
soğukluğunu) ve inkârını verir. Nitekim her gün
bu hâlin binlerce misâlini görüyoruz. Ebeveyni sulehâdan (anne
ve babası saliha kişilerden) olup, onların
terbiyelerini alan nice zeki evlâdlar, birkaç sene Avrupa'da
imrâr-ı hayat etmekle (hayat geçirmekle)
onların zulmet-i küfr (imansızlık)
ve inkârlarına bürünüp gelmişlerdir. Ve
bunlarla musâhabet (arkadaşlık)
eden birçok îmân sâhiblerinin kulûbunda (kalplerinde)
mürûr-ı eyyâm (günlerin geçmesi)
ile onların küfür ve inkârları yavaş yavaş /
cây-gîr olmuştur (yerleşmiştir).
Dîde-ı akılları (akıl gözleri) kör,
ve kuvve-i muhâkemeleri (muhakeme
güçleri) sakim (sağlamlığını
yetirmiş) ve meşâmm-ı temyîzleri (temyiz
etme, ayırt edebilme duygusu) bâtıl olup
(gerçekçi olmayıp) ma'nâsına ve derece-i belâgatine
(güzel
konuşma, güzel söz söyleme derecesine) aslâ vâkıf
(elde edemedikleri,
sahip olamadıkları ) olamadıkları Kur'ân-ı
Mecîd'e "Zekî bir Arab’ın ihtilâkıdır (uydurmasıdır) "
demekten çekinmemişlerdir. O Kur'ân-ı Mecîd ise bunları
muhâkemeye da'vet ediyor. Kulakları işitmediğinden
……………………………. (A'râf 7/179) buyuruyor.
Tedebbüre (hakikâti
düşünmeye) da'vet edip
……………………………….
(Muhammed, 47/24) buyuruyor: Onlar tedebbüre (gerçeği
görmeye) yaklaşmıyorlar:
……………………………….. (A'râf, 7/179)
buyuruyor. Ve nihâyet onların hayvanlardan daha şaşkın
bir halde bulunduklarını ihbâren (haber
vererek) …………………………… (A'râf,
7/179) hükmünü veriyor.
Suâl:
Enbiyâ (Peygamberler)
ve Evliyâ (Veliler),
"irâde-i İlâhiyye"ye (İlâhi
iradeye) hâdim olmadıklarından, (hizmet
etmediklerinden) ahmak-ı şakîye (bedbaht
yaratılmış ahmağa) hidâyet-bahş değildirler (hidayet
veremezler, doğru yolu gösteremezler) denilmiş
idi. Enbiyâ'nın (Peygamber’in)
bunlara te'sîri (etkisi)
olmadığı halde, eşkıyânın hidâyet-i ezeliyye
ile mühtedî olan (ezelde hidayet
ihsan edilen) mü'minîne ne te'sîri olur ki, onların
sohbetlerinden ictinâb (kaçınması) tavsiye
olunur? Bakılırsa Enbiyâ (Peygamber)
eşkıyâ-yı ezeliyyeyi muhtedî (ezelde
eşkıyalığı kabul) etmedikleri gibi, eşkıyâ
da, hidâyet-i ezeliyye ashâbını (ezelde
hidayete ermek üzere yaratılmış kişileri) ıdlâl
edememek (yoldan
çıkarmaması, şaşırtmaması) lâzım idi.
Cevap:
Şüphe
yoktur ki, şekâvet-i ezeliyye ashâbı, (ezelde
bedbaht olarak yaratılmış kimseler) saâdet-i
ezeliyye sâhiplerini (ezelde
saadetli yaratılmış kimseleri) bu dâire-i saâdetten
(saadet
dairesinden) ihrâc edemezler (dışarı
çıkaramazlar).
Fakat, bir mü’min bu gibi kefere (kâfirler)
ve fecerenin (günahkârların)
sohbetiyle imrâr-ı evkât ederse (vakitlerini
geçirirse) onların rengine boyanıp, muvakkaten (belli
bir zaman, geçici olarak) ba'zı esmâ-i celâliyyenin
(bazı
Celal esmasının) te'sîri tahtına (etkisi
altına) dâhil olur (girerler). İşte
bu vakit ondan envâ’-ı inkâr (çeşitli
inkârlar) ve maâsî (isyanlar,
günahlar) zuhûra gelir. Halbuki efâl-i kabîhadan (çirkin
fiillerin) her birisinin birer sûret-i kabîhası (çirkin
sureti) peydâ olup
………………………………….. (Müddessîr, 74/38)
âyet-i kerîmesi mucibince (gereğince), bu
suver (suretler) a'mâl
sâhibini (o
işi yapan kişiyi) bi'l-ihâta (kuşatarak)
habs eder ve onu âlemi ulvîye (yüksek
âlemlere) urûcdan (yükselmekten)
men' eder (alıkoyar).
Ve eğer Hak afv / ve tecâvüzle (aleyhine
hareketle) muâmele buyurmaz ise, bu suver-i kabîha (çirkin
suretler) vâsıtasıyla muazzeb (azapta)
olur ve Hak ona ukubetle (cezalandırma,
azap vermeyle) inkıyâd eder (boyun
eğer).
Zîrâ Fass-ı
Ya'kûbî'de beyân edilmiş (açıklaması
yapılmış) idi ki, abdin (kulların)
her bir hâlini hâl-i diğer (diğer
hali) ta'kîb eder. Ve hâl-i sâni (sonraki
hal) hâl-i evvelin (önceki
halin) ukubetidir (cezasıdır,
azabıdır) ve onun cezâsıdır (karşılığıdır).
Hal,
araz kabîlinden (kendi
kendine oluşmayıp bir yapanı) olmakla berâber,
mutlaka bir sûrete bürünür. Nitekim Mesnevi-i
Şerîfde sarâhaten (açık
olarak) beyân buyurulur (bildirilir).
Mesnevî:
Tercüme:
"Gönülde yer tutan her bir hayâl, rûz-i mahşerde (mahşer gününde)
bir suret olacaktır. Senin vücûdun üzerine gâlib
(üstün)
olan bir sîretin (halin ve tavrın) tasviriyle
(şekillenmesiyle)
haşrin (tekrar
dirilmen) vâcibdir (zarûridir).
Rûz-i
mahşerde (mahşer
gününde) her arazın (senden çıkan her
bir fiilin, halin) bir sûreti vardır. Her bir arazın
(halin)
sûretine nöbet vardır. Vaktâki (ne
zamanki),
senin elinden bir mazlûma zahm (yara)
erişti, o zahm (yara)
bir ağaç oldu; ve ondan zakkum (cehennemde
yetişen bir ağaç, zehir) peydâ oldu.
Bu
senin yılan ve akrep gibi olan sözlerin, yılan ve akrep olup
senin kuyruğunu tutar."
Bu
belâlar, mü'minîne ashâb-ı şekâvetin (isyankâr, eşkıya
kimselerle) musâhabetinden (arkadaşlık
etmelerinden) tevellüd eder (doğar).
Maahâzâ
(farz edelim ki) saâdet-i
ezeliyyesi (ezelde
saadetli olarak yaratılmış olması) hasebiyle mü'mine
hüsn-i hâtime (güzel
son) nasîb olacağından, bu azâbda küffâr gibi
ebedî kalmaz. Zîrâ onda bu sıfat ârızîdir (gelip
geçicidir).
Küffâr gibi aslî (asıl)
değildir. Binâenaleyh (nitekim)
ba'de't-tatahhur (temizlendikten
sonra), bu azâbdan
halâs (kurtulur)
ve cennet-i in'âma (cennet
nimetlerine) / dâhil olur.
Bu
hâl vücuduna levsiyyât (pis
şeyler) ârız olan (gelen, bulaşan) kimsenin,
hamamın gâyet sıcak olan halvetinde (tenha
bölmesinde) tatahhuruna (temizlenmesine)
benzer. Bâde't-tahâre (temizlendikten
sonra) müddet-i medîde (uzun
zaman) orada kalmasına hâcet yoktur. Muvakkaten (geçici
olarak) bazı esmânın te'sîri tahtına (etkisi altına) duhûl
keyfıyyeti (girme
hususu), şekâvet-i
ezeliyye ashâbı (ezelinde
eşkıyalık bulunan kimseler) için dahî vârid
olur (olması düşünülür).
Nitekim,
kâtib-i vahyin biri îmân etmiş ve (S.a.v.) Efendimiz'e musâhib
olmuş (sohbetinde
bulunmuş) iken ba'dehû (daha
sonra) mürtedd olmuştur (dinden dönmüştür)
.
Bu kıssa Mesnevi-i
Şerîfin cild-i evvelinde (ilk
cildinde) mezkûrdur (geçmektedir).
İşte
o kimse Nebiyy-i zîşân'a (büyük
Peygamber’in) musâhib olmakla (sohbetinde
bulunmakla) muvakkaten (geçici
olarak) esmâ-i Cemâliyye’nin (Cemal
esmasının) te'sîri tahtına (etkisi
altına) girmiş ve ba'dehû (daha
sonra) şekavet-i ezeliyyesi (ezelde
aldığı şekavetlik etkisi) hükmünü icrâ eylemiştir
(yerine getirmiştir).
İ'tibâr (verilen
değer), fâtiha
(başlangıç) ve
hâtimeye (sona)
olduğundan, bu gibiler muhalled-fi'n-nâr (cehennemde
daimi kalıcı) olurlar. Bu bahiste çok sözler vardır.
Velâkin, ârife bu kadar işâret kâfidir.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-09.09.2003
http://gulizk.com
|