78. Bölüm

VIII

BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

"HİKMETİ RÜHİYYE"   BEYÂNINDADIR

Mesnevî:

Tercüme: "O ahmağın dâğı olan şeyi o mühürlemiştir. O mührün üzerine çâre etmeğe el kadir değildir."

Şerh: Ebyât-ı sâbıka (önceki beytin) şerhinde (açıklamasında) beyân olunduğu (açıklandığı) üzere, mâdemki Hakk'ın irâdesi, o kimsenin şekâvetine (mutsuzluğuna) taalluk etmiştir (bağlanmıştır) ve onlar hakkında da …………………………………………… (Baka­ra, 2/7) buyurulmuştur; artık Enbiyâ (Peygamberler) ve onların veresesi (mirasçıları) olan Evliyâ­nın (Velilerin) nasâyihi (nasihatları) onlara te'sir etmez (etkilemez). Zîrâ Resul (Peygamber) ve vâris (mirasçısı Veliler) / "emr-i teklîfi’ye (teklif edilen emirlere, hususlara) hâdim olup (hizmet edip) sûret-i umumiyyede (genel surette, herkese eşit biçimde), Hakk'ın emrini teblîğ ederler (ulaştırırlar);  yoksa onlar, "emr-i irâdi"ye (ilmi suretin istidadına) hâdim değildirler (hizmet etmezler).

Mesnevî:

Tercüme: "Ahmaklardan kaç; çünkü Îsâ (a.s) kaçtı. Ahmağın soh­beti çok kanlar döktü. Hava suyu azar azar sirkat eder (çalar). İşte ahmak dahî sizden böyle çalar. O ahmak harâreti çalar ve bürûdet (soğukluk) verir. Al­tına bir taş koyan kimse gibi."

Şerh: (Sa.v.) Efendimiz, ahmağın sohbetinden nehy (yasak) ettiği ve İsâ (a.s) da kaçtığı için, sen de ahmaklardan kaç! Zîrâ seni mâ’nen öldürür. Hava, tebahhur eden (buharlaşan) suyu nasıl ki yavaş yavaş ve azar azar çalarsa, ahmak şakî (bedbaht, cehennemlik olan ahmak) dahî sendeki nûr-i imânı (iman nurunu) öylece yavaş yavaş çalar. Ve kezâ, altına taş koyup oturan kimsenin harâretini o taş nasıl çalıp kendi bürûdetini (soğukluğunu) verirse, ahmak da sendeki harâret-i aşk-ı İlâhî’yi (Allah aşkının hararetini) ve imânı öylece çalar. Ve bürûdet-i küfrünü (küfrün soğukluğunu) ve inkârını verir. Nitekim her gün bu hâlin binlerce misâlini görüyoruz. Ebeveyni sulehâdan (anne ve babası saliha kişilerden) olup, onların terbiyelerini alan nice zeki evlâdlar, birkaç sene Avrupa'da imrâr-ı hayat etmekle (hayat geçirmekle) onların zulmet-i küfr (imansızlık) ve inkârlarına bürünüp gelmişlerdir. Ve bunlarla musâhabet (arkadaşlık) eden birçok îmân sâhiblerinin kulûbunda (kalplerinde) mürûr-ı eyyâm (günlerin geçmesi) ile onların küfür ve inkârları yavaş yavaş / cây-gîr olmuştur (yerleşmiştir). Dîde-ı akılları (akıl gözleri) kör, ve kuvve-i muhâkemeleri (muhakeme güçleri) sa­kim (sağlamlığını yetirmiş) ve meşâmm-ı temyîzleri (temyiz etme, ayırt edebilme duygusu) bâtıl olup (gerçekçi olmayıp) ma'nâsına ve derece-i belâga­tine (güzel konuşma, güzel söz söyleme derecesine) aslâ vâkıf (elde edemedikleri, sahip olamadıkları ) olamadıkları Kur'ân-ı Mecîd'e "Zekî bir Arab’ın ihtilâkıdır (uydurmasıdır) " demekten çekinmemişlerdir. O Kur'ân-ı Mecîd ise bunla­rı muhâkemeye da'vet ediyor. Kulakları işitmediğinden ……………………………. (A'râf 7/179) buyuruyor. Tedebbüre (hakikâti düşünmeye) da'vet edip ………………………………. (Muhammed, 47/24) buyuruyor: Onlar tedebbüre (gerçeği görmeye) yaklaşmıyorlar: ……………………………….. (A'râf, 7/179) buyuruyor. Ve nihâyet onların hayvanlardan daha şaşkın bir halde bulunduklarını ihbâren (haber vererek) …………………………… (A'râf, 7/179) hük­münü veriyor.

Suâl: Enbiyâ (Peygamberler) ve Evliyâ (Veliler), "irâde-i İlâhiyye"ye (İlâhi iradeye) hâdim olmadıklarından, (hizmet etmediklerinden) ahmak-ı şakîye (bedbaht yaratılmış ahmağa) hidâyet-bahş değildirler (hidayet veremezler, doğru yolu gösteremezler) denilmiş idi. Enbiyâ'nın (Peygamber’in) bun­lara te'sîri (etkisi) olmadığı halde, eşkıyânın hidâyet-i ezeliyye ile mühtedî olan (ezelde hidayet ihsan edilen) mü'minîne ne te'sîri olur ki, onların sohbetlerinden ictinâb (kaçınması) tav­siye olunur? Bakılırsa Enbiyâ (Peygamber) eşkıyâ-yı ezeliyyeyi muhtedî (ezelde eşkıyalığı kabul) etmedikleri gibi, eşkıyâ da, hidâyet-i ezeliyye ashâbını (ezelde hidayete ermek üzere yaratılmış kişileri) ıdlâl edememek (yoldan çıkarmaması, şaşırtmaması) lâzım idi.

Cevap: Şüphe yoktur ki, şekâvet-i ezeliyye ashâbı, (ezelde bedbaht olarak yaratılmış kimseler) saâdet-i ezeliy­ye sâhiplerini (ezelde saadetli yaratılmış kimseleri) bu dâire-i saâdetten (saadet dairesinden) ihrâc edemezler (dışarı çıkaramazlar). Fakat, bir mü’min bu gibi kefere (kâfirler) ve fecerenin (günahkârların) sohbetiyle imrâr-ı evkât ederse (vakitlerini geçirirse) on­ların rengine boyanıp, muvakkaten (belli bir zaman, geçici olarak) ba'zı esmâ-i celâliyyenin (bazı Celal esmasının) te'sîri tah­tına (etkisi altına) dâhil olur (girerler). İşte bu vakit ondan envâ’-ı inkâr (çeşitli inkârlar) ve maâsî (isyanlar, günahlar) zuhûra gelir. Halbuki efâl-i kabîhadan (çirkin fiillerin) her birisinin birer sûret-i kabîhası (çirkin sureti) pey­dâ olup ………………………………….. (Müddessîr, 74/38) âyet-i kerîmesi mucibince (gereğince), bu suver (suretler) a'mâl sâhibini (o işi yapan kişiyi) bi'l-ihâta (kuşatarak) habs eder ve onu âlem­i ulvîye (yüksek âlemlere) urûcdan (yükselmekten) men' eder (alıkoyar). Ve eğer Hak afv / ve tecâvüzle (aleyhine hareketle) muâmele buyurmaz ise, bu suver-i kabîha (çirkin suretler) vâsıtasıyla muazzeb (azapta) olur ve Hak ona ukubetle (cezalandırma, azap vermeyle) inkıyâd eder (boyun eğer). Zîrâ Fass-ı Ya'kûbî'de beyân edilmiş (açıklaması yapılmış) idi ki, abdin (kulların) her bir hâlini hâl-i diğer (diğer hali) ta'kîb eder. Ve hâl-i sâni (sonraki hal) hâl-i ev­velin (önceki halin) ukubetidir (cezasıdır, azabıdır) ve onun cezâsıdır (karşılığıdır).  Hal, araz kabîlinden (kendi kendine oluşmayıp bir yapanı) olmakla be­râber, mutlaka bir sûrete bürünür. Nitekim Mesnevi-i Şerîfde sarâhaten (açık olarak) beyân buyurulur (bildirilir).

Mesnevî:

Tercüme: "Gönülde yer tutan her bir hayâl, rûz-i mahşerde (mahşer gününde) bir su­ret olacaktır. Senin vücûdun üzerine gâlib (üstün) olan bir sîretin (halin ve tavrın) tasviriyle (şekillenmesiyle) haşrin (tekrar dirilmen) vâcibdir (zarûridir).

Rûz-i mahşerde (mahşer gününde) her arazın (senden çıkan her bir fiilin, halin) bir sûreti vardır. Her bir arazın (halin) sûretine nöbet vardır. Vaktâki (ne zamanki), senin elinden bir mazlûma zahm (yara) erişti, o zahm (yara) bir ağaç oldu; ve ondan zakkum (cehennemde yetişen bir ağaç, zehir) peydâ oldu.

Bu senin yılan ve akrep gibi olan sözlerin, yılan ve akrep olup senin kuyruğu­nu tutar."

Bu belâlar, mü'minîne ashâb-ı şekâvetin (isyankâr, eşkıya kimselerle) musâhabetinden (arkadaşlık etmelerinden) tevellüd eder (doğar).

Maahâzâ (farz edelim ki) saâdet-i ezeliyyesi (ezelde saadetli olarak yaratılmış olması) hasebiyle mü'mine hüsn-i hâtime (güzel son) nasîb olacağından, bu azâbda küffâr gibi ebedî kalmaz. Zîrâ onda bu sıfat ârızîdir (gelip geçicidir). Küffâr gibi aslî (asıl) değildir. Binâenaleyh (nitekim) ba'de't-tatahhur (temizlendikten sonra), bu azâbdan halâs (kurtulur) ve cennet-i in'âma (cennet nimetlerine) / dâhil olur.

Bu hâl vücuduna levsiyyât (pis şeyler) ârız olan (gelen, bulaşan) kimsenin, hamamın gâyet sıcak olan halvetinde (tenha bölmesinde) tatahhuruna (temizlenmesine) benzer. Bâde't-tahâre (temizlendikten sonra) müddet-i medîde (uzun zaman) orada kalmasına hâcet yoktur. Muvakkaten (geçici olarak) bazı esmânın te'sîri tahtına (etkisi altına) duhûl keyfıy­yeti (girme hususu),  şekâvet-i ezeliyye ashâbı (ezelinde eşkıyalık bulunan kimseler) için dahî vârid olur (olması düşünülür).

Nitekim, kâtib-i vahyin biri îmân etmiş ve (S.a.v.) Efendimiz'e musâhib olmuş (sohbetinde bulunmuş) iken ba'dehû (daha sonra) mürtedd olmuştur (dinden dönmüştür) . Bu kıssa Mesnevi-i Şerîfin cild-i evvelinde (ilk cildinde) mezkûrdur (geçmektedir).

İşte o kimse Nebiyy-i zîşân'a (büyük Peygamber’in) musâhib olmakla (sohbetinde bulunmakla) mu­vakkaten (geçici olarak) esmâ-i Cemâliyye’nin (Cemal esmasının) te'sîri tahtına (etkisi altına) girmiş ve ba'dehû (daha sonra) şe­kavet-i ezeliyyesi (ezelde aldığı şekavetlik etkisi) hükmünü icrâ eylemiştir (yerine getirmiştir). İ'tibâr (verilen değer),  fâtiha (başlangıç) ve hâtime­ye (sona) olduğundan, bu gibiler muhalled-fi'n-nâr (cehennemde daimi kalıcı) olurlar. Bu bahiste çok sözler vardır. Velâkin, ârife bu kadar işâret kâfidir.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-09.09.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail