80. Bölüm

[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

"Hikmet-i nûriyye"nin Kelime-i Yûsufiyye'ye (Yusuf kelimesine) tahsîs olunmasındaki (ayrılmasındaki) sebeb budur ki, âlem-i misâl (hayal âlemi), âlem-i nûrânî (nurlu âlem) ve Yûsuf (a.s.)’ın keşfi (sırrı öğrenmesi) dahi "misâlî"dir (rüyadadır).  Ve Yûsuf (a.s)’a, suver-i hayâliyye-yi misâliyyenin (misal âlemindeki hayali suretleri) keşfine (bilmesine) müteallık (bağlı) olan saltanat-ı nûriyye-i ilmiyye (nurlar âlemine, hayal âlemine ait ilmin saltanatı) zâhir oldu (açığa çıktı).  O da alâ-vechi'l-ekmel (en mükemmel şekildeki) "ilm-i ta'bîr"dir (yorum, tabir ilmidir). Yûsuf (a.s)’dan sonra bu ilmi bi­len, o hazretin mertebesinden bilir ve onun rûhâniyyetinden alır.

İmdi nûr-i hakîkî (hakikat nuru) bir nurdur ki, onun vâsıtasıyla eşyâ (yaratılmışlar, varlıklar) idrâk olu­nur, fakat kendisi idrâk olunmaz. Zîrâ o, niseb (sıfatlar) ve izâfâttan (sonradan ilave edilenlerden) tecerrü­dü (soyunmuşluğu, çıplaklığı) cihetinden Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin ayn-ı Zâtıdır (kendi Zât’ıdır).  İşte bunun için (s.a.v) Efendimiz'den "Rabb'ini gördün mü!" diye sû­al olundukda (sorulduğunda) ................ ya'nî "Bir nurdur, ben onu nasıl görürüm?" Yâ’ni o nûr-i mücerreddir (saf, çıplak nurdur) ; onu görmek mümkün değildir, buyurdular. Binâenaleyh (nitekim), ayn-ı Zât (Zâtının aynı) olan nur-i hakîkîyi (gerçek, hakiki nuru) mezâhir (görüntü yerleri) ve niseb (sıfatlar) ve izâfât­tan (bağlılıklardan, sonradan ilave olunanlardan) tecerrüdü (soyunmuşluğu) i'tibâriyle (bakımından) rü'yet (his ve akılla görmek) ve idrâk mümkün değildir. Velâkin, hicâbiyyet-i merâtibin (mertebe perdelerinin) arkasından mezâhirde (görüntü yerlerinde, birimlerde) idrâk mümkündür.

Rubâî (dörtlük) :
/ Tercüme: "Güneş felek (dünya) üzerine bayrağı diktiği vakit, onun perte­vinde (parlaklığında) göz, nurdan kamaşır. Velâkin, bulut perdesinden zuhûr ettiği zaman, nâzır (bakan) kusursuz olarak tamâmen onu görür."

"Nûr"un zıddı olan "zulmet"e (karanlığa) gelince, kendi idrâk olunmadığı gi­bi, kendisiyle de bir şey idrâk olunmaz. Ve nûr-i hakîkî (hakikat nuru) ile zulmetin (karanlığın) arasında bulunan "ziyâ"nın (ışığın) hem kendisi idrâk olunur ve hem de onun­la eşyâ (şeyler, varlıklar)  idrâk olunur. Bu üçten her birinin kendisine mahsûs (ait) bir şe­refi vardır: Nûr-i hakîkînin (hakikat nurunun) şerefi, evveliyyet ve asâlet cihetindendir (yönündendir).  Zîrâ o, her mestûrun (örtülünün, gizlinin) inkişâfına (açığa çıkmasına) sebebdir. Ve zulmetin (karanlığın) şerefi, nûr-i hakîkîye (hakikat nuruna) ittisâl (bitişme, kavuşma) iledir. Ve bir de nûr-i hakîkî, (hakikat nuru) zulmet (karanlık) ile idrâk olu­nur (anlaşılır);  çünkü onun zıddıdır. Ve her şey zıddıyla inkişâf eder (açığa çıkar). Ve ziyâ­nın (ışığın) şerefi dahi, ikisinin arasında olması ve nûr ile zulmetin (karanlığın) mümte­zic olmasından (uyuşmasından, kaynaşmasından) vücûda gelmekle iki şerefi hâiz (sahip) bulunmasıdır.

Nûr-i hakîkî (gerçek nur), vücûd-i mahz (gerçek varlık) olan vücud-i Hakk'a (Hakk’ın vücuduna) muğâyir (aykırı) değildir. Ve vücûd-i mahz (gerçek varlık),  onun zıddı olan "adem"(yokluk)  ile taakkul olunur (anlaşılır).  "Vücûd" (varlık) için nûriyyet (aydınlık) olduğu gibi "adem" (yokluk) için de zulmet (karanlık) vardır. Çünkü zul­met (karanlık) idrâk olunmadığı (anlaşılmadığı) gibi, adem (yokluk) için de aklen bir taayyün (belirme) muhal­dir (olanaksızdır, düşünülemez). İşte bunun için âlem dediğimiz mümkin (evren ve evren varlıkları, olmuş ve olabilecekler) , "zulmet"le (karanlıkla) tasvîf olu­nur (anlaşılır). Zîrâ "mümkin" (olabilirlik, olmuş ve olacaklar), nûr-i vücûd (gerçek varlığın nuru) ile tenevvür edip (nurlanıp) zâhir olmuştur (meydana çıkmıştır).  Ve onun zulmeti (karanlığı) ademiyyeti (yokluk hali) cihetiyledir (bakımındandır).

İşte (sa.v) Efendimiz hazretlerinin:  ............................................ ya'nî "Tahkîkan Allah Teâlâ hazretleri, halkı (yaratılmışları) zul­mette (karanlıkta) halk eyledi (yarattı). Ba'dehû (daha sonra) onun üzerine nûru serpti, zâhir oldu" (meydana çıktı) bu­yurmaları buna işârettir. Binâenaleyh (nitekim) "adem” (yok, yokluk) dediğimiz şey, "vücûd"       (varlık) mukabilinde (karşılığında) taakkul olunur (akledilir, anlaşılır) Ve "adem” (yokluk) ile "vücûd-i mahz”ın (zatın vücudunun, Mutlak Varlığın) ayrı ayrı idrâki mümkün değildir. / Bunları idrâk için aralarında bir mu­tavassıt (aracı, vasıta) lâzımdır. Binâenaleyh (nitekim) bunların arasında müteayyin olan (beliren, meydana çıkan) şey,"âlem-i misâl"in (misal âleminin) hakikatidir. Ve ziyâ (ışık, nur) dahi bu mutavassıtın (aracın, vasıtanın) sıfat-ı zâ­tiyyesidir (Zâtına ait sıfatlarıdır). Ve fevkınde (üstünde) esmâ ve sıfât âlemleri bulunan "âlem-i ervâh"a (ruhlar âlemine, esma mertebesine) kurbünden (yakınlığından) nâşî (dolayı) âlem-i misâle nûriyyet (nurluluk, nur oluş) gâlibdir (üstündür). Ve âlem-i nûrdan (nurlar âleminden) ibâret olan âlem-i ervâh (ruhlar âlemi) mukabilinde (karşısında) olduğu için âlem-i kevn ü fesâ­dın (dünyanın) sûretlerine de zulmet (karanlık) gâlibdir (üstündür).

İmdi iki şey beyninde (arasında) mutavassıt (vasıta, aracı) olan bir şeyin iki taraftan birisi­ne nisbeti (bağlılığı, ilgisi) lâzım geldiği vakit, gâlib (üstün) olan tarafın vasfolunduğu (vasıflandığı) şeyle tavsîfi (vasıflanması) iktizâ eder (gerekir). İşte bu sebeble Hz. Şeyh (r.a), bu hikmeti "nûriy­yet"le telkîb buyurdu (isimlendirdi). Yoksa hakîkatte, nûriyyet-i mahza (sade, saf nur olmak ile) değil, ziyâ­iyyedir (ziya, ışık ile ilgilidir). (Nakdü'n-Nüsûs ve Şerh-i Ya'kub Han'dan hulâsa-i tercü­me (tercümenin özü) ve ba'zı ilâvât (ilaveler) ile)

Bu, "hikmet-i nuriyye"dir. Onun nûrunun inbisâtı hazret-i hayâl üzerinedir. Ve hazret-i hayâl dahi ehl-i inâyet hakkın­da mebâdî-i vahyin evvelidir (1).

Ma'lum olsun ki, avâlim (âlemler) kesretiyle (çokluk görüntüleriyle) berâber beşe münhasırdır (sınırlanmıştır). Ve ona "hazarât-ı hamse" (beş hazret) derler. Bu beş hazret, Hakk'ın zuhûru (açığa çıkması) ve bü­rûzudur (belirmesi, ortaya çıkmasıdır).

Birincisi -Hazret-i Zâttır. (Zât mertebesi) Ve ona "gayb-i mutlak" derler. Zîrâ hiç bir kimse ondan hikâye edemez ve oraya isim ve resim sığmaz.
İkincisi -Hazret-i esmâdır (esma mertebesidir) ki, Hakk'ın onda bürûzu (belirmesi ortaya çıkması) "Uluhiyyet" iledir.
Üçüncüsü -Hazret-i ef’âldir (fiiller mertebesidir). Ya'nî âlem-i ervâhdır (ruhlar âlemidir, esma mertebesi) ki, Hakk'ın on­da bürûzu (belirmesi, ortaya çıkması) "rubûbiyyet" iledir.
Dördüncüsü -Hazret-i misâl (misal mertebesi) ve hayâldir ki, Hakk'ın suver-i muh­telife (çeşitli suretler) ile bürûzunun (belirdiği, ortaya çıktığı) mahallidir (yeridir).
Beşincisi -Hazret-i his ve şehâdettir (hissettiğimiz, içinde bulunduğumuz mertebedir) ki, Hakk'ın suver-i -müteayyine-i kevniyye (Hakk’ın, meydana çıkmış kevni suretler) ile bürûzunun (belirdiği, ortaya çıktığı) mahallidir (yeridir).
Bu sûrette (şekilde) hazret-i a'lâ (en yüksek mertebe) "gayb-ı mutlak" ve hazret-i esfel (en alt mertebe) "şehâdet­i mutlak" olmuş olur. Ve sen şimdi içinde bulunduğun hazarâtın (mertebelerin) es­feli (en altında) olan hazret-i şehâdetten (içinde bulunduğumuz mertebeden) bi-tarîk-ı kahkarî (geri dönmek suretiyle) rücû' edersen (dönersen) görürsün ki, âlemde (dünyada) mahsüs (bilinmiş, anlaşılmış) olan her şey, âlem-i misâlde (hayal mertebesinde) mevcûd olan her bir şeyin bir misâl (benzeri) ve sûretidir. Sûret ve misâl (hayal) ise hazret-i rububiyyetin (rububiyet mertebesinin) şuûnâtından (işlerinden, fiillerinden) bir şe'ndir (iş, fiildir).  Ve Allah'ın isimlerinden bir ismin sûretidir. Ve her isim dahi bir sıfatın sureti ve her sıfat da zât-ı müteâliyyenin (yüce Zât’ın) bir vechidir (yüzüdür) ki, ekvândan (âlemlerden, oluşlardan) bir kevnde (oluşta, varlıkta) o vech (yüz) ile zâhir olur (görülür).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-16.09.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail