[KELİME-İ
YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
"Hikmet-i
nûriyye"nin Kelime-i Yûsufiyye'ye (Yusuf
kelimesine) tahsîs olunmasındaki (ayrılmasındaki)
sebeb budur ki, âlem-i misâl (hayal
âlemi),
âlem-i nûrânî (nurlu
âlem) ve Yûsuf (a.s.)’ın keşfi (sırrı
öğrenmesi) dahi "misâlî"dir (rüyadadır).
Ve
Yûsuf (a.s)’a, suver-i hayâliyye-yi misâliyyenin (misal
âlemindeki hayali suretleri) keşfine (bilmesine)
müteallık (bağlı)
olan saltanat-ı nûriyye-i ilmiyye (nurlar
âlemine, hayal âlemine ait ilmin saltanatı)
zâhir oldu (açığa
çıktı). O
da alâ-vechi'l-ekmel (en mükemmel şekildeki) "ilm-i ta'bîr"dir (yorum,
tabir ilmidir).
Yûsuf (a.s)’dan sonra bu ilmi bilen, o
hazretin mertebesinden bilir ve onun rûhâniyyetinden alır.
İmdi
nûr-i hakîkî (hakikat nuru) bir nurdur ki, onun vâsıtasıyla
eşyâ (yaratılmışlar,
varlıklar) idrâk olunur, fakat kendisi idrâk
olunmaz. Zîrâ o, niseb (sıfatlar)
ve izâfâttan (sonradan
ilave edilenlerden) tecerrüdü (soyunmuşluğu,
çıplaklığı) cihetinden Hak Sübhânehû ve Teâlâ
hazretlerinin ayn-ı Zâtıdır (kendi Zât’ıdır). İşte
bunun için (s.a.v) Efendimiz'den "Rabb'ini gördün mü!"
diye sûal olundukda (sorulduğunda)
................ ya'nî "Bir nurdur, ben onu
nasıl görürüm?" Yâ’ni o nûr-i mücerreddir (saf,
çıplak nurdur) ;
onu görmek mümkün değildir, buyurdular. Binâenaleyh
(nitekim), ayn-ı Zât (Zâtının
aynı) olan nur-i hakîkîyi (gerçek,
hakiki nuru) mezâhir (görüntü
yerleri) ve niseb (sıfatlar) ve izâfâttan (bağlılıklardan,
sonradan ilave olunanlardan) tecerrüdü (soyunmuşluğu) i'tibâriyle (bakımından)
rü'yet (his
ve akılla görmek) ve idrâk mümkün değildir.
Velâkin, hicâbiyyet-i merâtibin (mertebe
perdelerinin) arkasından mezâhirde (görüntü yerlerinde, birimlerde) idrâk
mümkündür.
Rubâî
(dörtlük)
:
/
Tercüme: "Güneş felek (dünya)
üzerine bayrağı diktiği vakit, onun pertevinde
(parlaklığında)
göz, nurdan kamaşır. Velâkin, bulut perdesinden
zuhûr ettiği zaman, nâzır (bakan)
kusursuz olarak tamâmen onu görür."
"Nûr"un
zıddı olan "zulmet"e (karanlığa)
gelince, kendi idrâk olunmadığı gibi,
kendisiyle de bir şey idrâk olunmaz. Ve nûr-i hakîkî (hakikat nuru) ile zulmetin (karanlığın)
arasında bulunan "ziyâ"nın (ışığın)
hem kendisi idrâk olunur ve hem de onunla eşyâ
(şeyler,
varlıklar) idrâk
olunur. Bu üçten her birinin kendisine mahsûs (ait)
bir şerefi vardır: Nûr-i hakîkînin (hakikat
nurunun) şerefi, evveliyyet ve asâlet
cihetindendir (yönündendir).
Zîrâ
o, her mestûrun (örtülünün,
gizlinin) inkişâfına (açığa
çıkmasına) sebebdir. Ve zulmetin (karanlığın)
şerefi, nûr-i hakîkîye (hakikat
nuruna) ittisâl (bitişme,
kavuşma) iledir. Ve bir de nûr-i hakîkî, (hakikat
nuru) zulmet (karanlık)
ile idrâk olunur (anlaşılır);
çünkü
onun zıddıdır. Ve her şey zıddıyla inkişâf eder (açığa
çıkar).
Ve ziyânın (ışığın)
şerefi dahi, ikisinin arasında olması ve nûr
ile zulmetin (karanlığın)
mümtezic olmasından (uyuşmasından,
kaynaşmasından) vücûda gelmekle iki şerefi hâiz
(sahip)
bulunmasıdır.
Nûr-i
hakîkî (gerçek
nur),
vücûd-i mahz (gerçek
varlık) olan vücud-i Hakk'a (Hakk’ın
vücuduna) muğâyir (aykırı) değildir. Ve vücûd-i
mahz (gerçek
varlık), onun
zıddı olan "adem"(yokluk)
ile
taakkul olunur (anlaşılır). "Vücûd"
(varlık)
için nûriyyet (aydınlık)
olduğu gibi "adem" (yokluk)
için de zulmet (karanlık) vardır. Çünkü zulmet
(karanlık)
idrâk olunmadığı (anlaşılmadığı)
gibi, adem (yokluk)
için de aklen bir taayyün (belirme)
muhaldir (olanaksızdır,
düşünülemez).
İşte bunun için âlem dediğimiz mümkin (evren
ve evren varlıkları, olmuş ve olabilecekler) , "zulmet"le (karanlıkla)
tasvîf olunur (anlaşılır).
Zîrâ "mümkin" (olabilirlik,
olmuş ve olacaklar),
nûr-i vücûd (gerçek
varlığın nuru) ile tenevvür edip (nurlanıp)
zâhir olmuştur (meydana çıkmıştır). Ve
onun zulmeti (karanlığı)
ademiyyeti (yokluk
hali) cihetiyledir
(bakımındandır).
İşte
(sa.v) Efendimiz hazretlerinin:
............................................ ya'nî
"Tahkîkan Allah Teâlâ hazretleri, halkı (yaratılmışları)
zulmette (karanlıkta) halk eyledi (yarattı).
Ba'dehû (daha
sonra) onun üzerine nûru serpti, zâhir
oldu" (meydana
çıktı) buyurmaları buna işârettir. Binâenaleyh
(nitekim)
"adem” (yok,
yokluk) dediğimiz şey, "vücûd"
(varlık)
mukabilinde (karşılığında) taakkul olunur (akledilir,
anlaşılır) Ve "adem” (yokluk)
ile "vücûd-i mahz”ın (zatın
vücudunun, Mutlak Varlığın) ayrı ayrı idrâki
mümkün değildir. / Bunları idrâk için aralarında bir mutavassıt
(aracı,
vasıta) lâzımdır. Binâenaleyh (nitekim)
bunların arasında müteayyin olan (beliren,
meydana çıkan) şey,"âlem-i misâl"in (misal
âleminin) hakikatidir. Ve ziyâ (ışık,
nur) dahi bu mutavassıtın (aracın,
vasıtanın) sıfat-ı zâtiyyesidir (Zâtına
ait sıfatlarıdır).
Ve fevkınde (üstünde)
esmâ ve sıfât âlemleri bulunan "âlem-i
ervâh"a (ruhlar
âlemine, esma mertebesine) kurbünden (yakınlığından)
nâşî (dolayı)
âlem-i misâle nûriyyet (nurluluk,
nur oluş) gâlibdir (üstündür).
Ve âlem-i nûrdan (nurlar âleminden) ibâret olan âlem-i
ervâh (ruhlar
âlemi) mukabilinde (karşısında)
olduğu için âlem-i kevn ü fesâdın (dünyanın)
sûretlerine de zulmet (karanlık)
gâlibdir (üstündür).
İmdi
iki şey beyninde (arasında)
mutavassıt (vasıta,
aracı) olan bir şeyin iki taraftan birisine
nisbeti (bağlılığı,
ilgisi) lâzım geldiği vakit, gâlib (üstün) olan tarafın vasfolunduğu
(vasıflandığı)
şeyle tavsîfi (vasıflanması)
iktizâ eder (gerekir).
İşte bu sebeble Hz. Şeyh (r.a), bu hikmeti
"nûriyyet"le
telkîb buyurdu (isimlendirdi). Yoksa hakîkatte, nûriyyet-i
mahza (sade,
saf nur olmak ile) değil, ziyâiyyedir (ziya, ışık ile ilgilidir).
(Nakdü'n-Nüsûs
ve Şerh-i Ya'kub Han'dan hulâsa-i tercüme (tercümenin özü) ve ba'zı ilâvât
(ilaveler)
ile)
Bu,
"hikmet-i nuriyye"dir. Onun nûrunun inbisâtı
hazret-i hayâl
üzerinedir. Ve
hazret-i hayâl dahi ehl-i inâyet hakkında mebâdî-i
vahyin evvelidir
(1).
Ma'lum
olsun ki, avâlim (âlemler)
kesretiyle (çokluk
görüntüleriyle) berâber beşe münhasırdır (sınırlanmıştır).
Ve ona "hazarât-ı hamse" (beş
hazret) derler. Bu beş hazret, Hakk'ın zuhûru (açığa
çıkması) ve bürûzudur (belirmesi,
ortaya çıkmasıdır).
Birincisi -Hazret-i
Zâttır. (Zât
mertebesi) Ve ona "gayb-i mutlak" derler. Zîrâ
hiç bir kimse ondan hikâye edemez ve oraya isim ve resim sığmaz.
İkincisi
-Hazret-i esmâdır (esma
mertebesidir) ki, Hakk'ın onda bürûzu (belirmesi
ortaya çıkması) "Uluhiyyet" iledir.
Üçüncüsü
-Hazret-i ef’âldir (fiiller
mertebesidir).
Ya'nî âlem-i ervâhdır (ruhlar âlemidir, esma mertebesi) ki,
Hakk'ın onda bürûzu (belirmesi,
ortaya çıkması) "rubûbiyyet" iledir.
Dördüncüsü
-Hazret-i misâl (misal
mertebesi) ve hayâldir ki, Hakk'ın suver-i muhtelife
(çeşitli
suretler) ile bürûzunun (belirdiği,
ortaya çıktığı) mahallidir (yeridir).
Beşincisi
-Hazret-i his ve şehâdettir (hissettiğimiz,
içinde bulunduğumuz mertebedir) ki, Hakk'ın
suver-i -müteayyine-i kevniyye (Hakk’ın,
meydana çıkmış kevni suretler)
ile bürûzunun (belirdiği, ortaya çıktığı) mahallidir
(yeridir).
Bu
sûrette (şekilde) hazret-i a'lâ (en
yüksek mertebe) "gayb-ı mutlak" ve
hazret-i esfel (en
alt mertebe) "şehâdeti mutlak" olmuş
olur. Ve sen şimdi içinde bulunduğun hazarâtın (mertebelerin) esfeli (en
altında) olan hazret-i şehâdetten (içinde
bulunduğumuz mertebeden) bi-tarîk-ı kahkarî (geri
dönmek suretiyle) rücû' edersen (dönersen)
görürsün ki, âlemde (dünyada)
mahsüs (bilinmiş,
anlaşılmış) olan her şey, âlem-i misâlde (hayal mertebesinde) mevcûd olan her
bir şeyin bir misâl (benzeri)
ve sûretidir. Sûret ve misâl (hayal)
ise hazret-i rububiyyetin (rububiyet
mertebesinin) şuûnâtından (işlerinden,
fiillerinden) bir şe'ndir (iş,
fiildir). Ve
Allah'ın isimlerinden bir ismin sûretidir. Ve her isim dahi
bir sıfatın sureti ve her sıfat da zât-ı müteâliyyenin (yüce
Zât’ın) bir vechidir (yüzüdür) ki, ekvândan (âlemlerden,
oluşlardan) bir kevnde (oluşta,
varlıkta) o vech (yüz) ile zâhir olur (görülür).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-16.09.2003
http://gulizk.com
|