KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE
MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Âişe (r.
anhâ) der ki: "Resulullah (s.a.v.)’in evvel-i vahiyden bed'
olunduğu şey, rü'yâ-yı sâdıka idi. İmdi o hazretin hâli bu idi
ki, bir rü'yâyı görmez idi, illâ felak-ı subh gibi zâhir olur
idi.' Hz. Âişe (r. anhâ) "Onda hafâ yok idi" diyor (2).
Ya'nî (s.a.v.)
Efendimiz için mebde-i vahy-i İlâhî
(vahyin gelmesinden önce) "rü'yâ-yı sâdıka"
(gerçek rüya, doğru çıkan rüya)
oldu. Ve rü'yâ, ancak uyku hâlinde vâkı' olur
(gerçekleşir).
Ve Nübüvvetin ibtidâ zuhûru zamânında
(Peygamberlik görevinin açığa çıktığı ilk zamanlarda)
gördüğü rü'yâ, âlem-i his (hissedilen âlemde) ve şehâdette
(dünyada) subh-ı sâdık
(tan yerinin ağarması) gibi açık bir sûrette zâhir
olur (görülür) idi. Buna
binâen Hz. Âişe (r. anhâ) .............. kavlini .......
kavliyle tefsîr buyurdu (sözleriyle
yorumladı) . Ve
bu tefsir (açıklama) ile
Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz'in gördüğü sûret-i hayâliyyenin
(hayali suretlerin)
ta'bîre muhtaç olmayıp, "keşf i mücerred"
(katıksız tam keşif) olduğunu
ve binâenaleyh (nitekim)
o sûretin hazret-i şehâdette
(dünyada) aynen zuhûr ettiğini
(meydana geldiğini) îzâh
eyledi (anlattı).
Ve Hz. Âişe
(r. anhâ)’nın ilmi buraya kadar bâliğ oldu, başka değil (3).
Ya'nî Hz, Âişe
(r.anhâ) "hazret-i hayâl" ile "hazret-i şehâdet"i tefrîk etti
(birbirinden ayırdı).
Ve ilmi, rü'yâda görülen şeyin başka ve âlem-i histe
(dünyada) zâhir olan şeyin
başka olacağına kadar vâsıl oldu
(ulaştı).Onu tecâvüz etmedi ve buyurdu ki:
"Ve
onun müddeti bunda altı ay oldu.
Sonra ona melek geldi" (4).
Yâ’nî bu
rü'yâda, (s.a.v.)’in müddeti altı mâh
(ay) oldu. Ba'dehû
(daha sonra) hazret-i
şehâdette (içinde bulunduğumuz
mertebede, dünyada) vahy-i İlâhî
(İlahi vahiy) ile melek nâzil
oldu (indi) .
Binâenaleyh (nitekim),
Hz. Âişe (r.anhâ) hazret-i şehâdeti,
(şehadet mertebesini) hayâle
ilhâk etmedi (katmadı, eklemedi)
. Onu başka, bunu da
başka addeyledi
(saydı).
Ve bilmedi
ki, Resûlullah (S.a.v.) buyurdu: "Muhakkak nâs uykudadırlar,
öldükleri vakit uyanırlar" (5).
Ya'nî
Ümmü'l-mü'minîn (müminlerin annesi)
Hz. Âişe (r. anhâ), Fahr-i âlem Efendimiz’in "Nâs
(insanlar) uykudadırlar,
öldükleri vakit uyanırlar" buyurmasıyla, hazreti şehâdeti
hazret-i hayâle
ve hazret-i hayâli
hazret-i şehâdete ilhâk
ettiğini (eklediğini, kattığını)
ve bununla, tahkikan
(gerçekten) hayât-ı hissi
(his hayatı, duyuları) ile hayy
(canlı, diri) olup uyanık
olan nâsın (insanların) ba'zısı uykudadırlar ve uyku ise hazret-i hayâldir
(hayaldir, rüyadır) ve
öldükleri vakit bu uykudan uyanırlar, demek murâd eylediğini
bilmedi. Halbuki â’ref-i Enbiyâ
(en arif Peygamber olan)
Efendimiz bu hadîs-i şeriflerinde âlem-i halkta
(yaratılan âlemlerde) cârî
(cereyan eden, geçerli)
olan her bir şeyin, maâni-i gaybiyyeden
(gözle görülmeyen, gizli âlemolan
manalardan) bir ma'nânın sûreti ve hakayık-ı
ilmiyyeden (ilmi hakikâtlerden)
bir hakîkâtin (ilmi
suretin, mananın) "misâl"i
(benzeri, hayali) olduğuna
işâret buyurmuşlardır. Lâkin nâs
(insanlar) nevm-i gaflet
(gaflet uykusunda) ve hucüb-i tabîiyye
(tabiat perdeleri)
ile ihticâb
(gizlenmeleri) sebebiyle
suver-i ekvân âyînelerinde
(varlıkların suret aynalarında) bu hakayıkı
(hakikâtleri) müşâhede
edemezler (göremezler).
Ya'nî âlem-i histen
(hissedilen âlemden, dünyadan) âlem-i misâle
(hayal âlemine),
âlem-i misâlden (hayal
âleminden) âlem-i ervâha
(ruhlar âlemine, esmaya) ve ervâhdan
(ruhlardan, esmadan) âlem-i
a'yâna (mana âlemine) ve
a'yândan (manalardan) esmâ
ve şuûnât-ı zâtiyyeye (Zat’ın
fiillerine, işlerine) intikal edemezler
(geçemezler).
Beyt-i Hz. Emîr
Kudsi:
Tercüme: "Hâb-ı
cehil (uyku cehaleti) beni harem kurbünden
(hareme yakınlaşmaktan) uzak düşürdü. Yoksa bir kimse
cânândan daha yakın olarak hiçbir şeyi görmedi."
/ Ancak mevt-i
irâdi (ölmeden önce ölme)
zevkini tadıp vech-i bâkînin (devamlı
var olan, sonsuz varlığın vechini) şuhûdunda
(seyirde) hâlik
(helak, yok) olan kimse, bu
fenâdan (yok olmaktan) sonra baka (daimlik,
devamlılık) bulup uyanır. Ve bu sûrette
(şekilde) de ma’nânın sûrette
cilve-ger (surette görülenin mana)
olduğunu ve suver-i halkıyyenin,
(yaratılmış suretlerin)
ma'şûk-ı hakîkinin (gerçek
sevgilinin) hüsnüne
(güzelliğine) âyîne (ayna)
bulunduğunu keşf-i ma’nevî
(manevi keşf, buluş) ile
bilir.
Beyt:
Nazmen tercüme:
Mahbûbumuzun
hüsnüne âyîne bu âlem
Her zerrede o
vechini gösterdi demâdem
İşte
Ummü'l-mü'minîn (müminlerin annesi)
Hz. Âişe (r.a.)’ın ilmi, (s.a.v) Efendimiz'in
.............................. (Bakara, 2/115) ve
.............................. (Sebe, 34/77) âyet-i kerimesi
hükmünce, bilcümle (bütün)
merâtib-i ulviyye (yüksek
mertebeler) ve süfliyyede
(alt mertebelerde) Hakk'ın hüviyetini
(Zâtını) hâzır
(huzurda, göz önünde) ve
kâffe-i eşyâda (bütün varlıkların
hepsinde) vech-i Hakk'ı
(Hakk’ın yüzünü) zâhir
(meydanda, açık) olarak müşâhede buyurduğunu
(gördüğünü) ihâta etmedi
(kavrayamadı).
Zîrâ cenâb-ı Fahr-i âlem
Efendimiz (Peygamberimiz)
bir lahza (an) şuhûd-i
Hak'tan (Hakk’ı görmekten)
gâib olmaz idi.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-07.10.2003
http://gulizk.com
|