[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC
“HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve kezâlik
melek ona racül suretinde temessül ettiği vakit, o da hazret-i
hayâldendir; zîrâ o racül değildir; o ancak melektir ki insan
sûretine girdi. İmdi
/ nâzır olan
ârif, ubûr edip tâ onun sûret-i hakikıyyesine vâsıl oldu. Böyle
olunca "Bu Cebrâil'dir, size geldi; tâ ki dininizi size ta'lîm
eyleye" dedi. Halbuki, onlara bundan evvel ...................
ya’ni "O adamı bana reddedin" demiş
idi. İmdi onlara zâhir olduğu sûret eclinden ona "racül" tesmiye
etti. Sonra da "Bu Cebrâîl'dir" dedi. Binâenaleyh, şu sûreti
i'tibâr etti ki, bu racül-i mütehayyilin meali o sûretedir.
Böyle olunca iki makâlede o sâdıktır: Ayn-ı hissiyyede olan
"ayn"ından nâşi sâdık oldu ve "Bu Cebrâîl'dir" kavlinde sâdık
oldu. Zîrâ o, bilâ-şekk Cebrâîl'dir (11).
Ya'nî Resûlullah
(a.s.v) Efendimiz'e adam sûretinden temessül eden
(görünen) melek dahi, âlem-i
hayâldendir (hayal mertebesindendir).
Çünkü meleğin suret-i
asliyyesi (asıl, gerçek sureti)
vardır. Onu bıraktı, başka surette temessül etti
(göründü),
ya'nî "adam" sûretinde göründü. Yoksa, o hadd-i
zâtında (gerçekte) beşer
(adam) değil idi.
Hakîkatte melek idi. İşte bu sebebten dolayı o "adam" sûretine
nâzır olan (bakan) ârif,
ya'nî (S.a.v) Efendimiz, adam sûretinden ubûr edip
(geçip) onun sûret-i asliyye
(asıl sureti) ve
hakîkıyyesine (hakikâtine)
vâsıl oldu da (erişti de)
"Bu Cibrîl'dir. Size dîninizi ta'lîm etmek
(öğretmek) için geldi"
buyurdu. Halbuki bu sözden evvel, Hz. Cibrîl (S.a.v.),
Efendimiz'in huzûruna girmek istediği vakit, ashâb-ı kirâmın
(soğbetinde bulunan değerli kişilerden)
ba'zısı onu duhûlden
(içeri girmekten) men ettikde,
(yasakladığında) Fahr-i âlem
Efendimiz, onlara "O adamı bana redd edin,
(gönderin) ya'nî huzûruma
girmekten men' etmeyin" buyurmuş idi. Ya'nî ibtidâ
(önce) "adam" dediği halde
sonra "Cibrîl" dedi. Ve ona "adam" demeleri Hz. Cibril'in beşer
(halktan bir insan)
sûretinde zâhir olmasından
(görünmesinden) nâşî
(dolayı) idi. Ve "Cebrâîl" demesi dahi âlem-i
misâlden (hayal mertebesinden)
olan bu racül-i mütehayyilin
(hayali adamın) meâli
(manası) onun sûret-i hakîkiyyesine
(asıl suretine (ruhuna)
olmasından dolayıdır. / Binâenaleyh
(nitekim) bu sözlerin ikisi de doğrudur. Şöyle ki
ayn-ı hissiyyede (görme
duygusunda) zâhir
(açık) ve meşhûd olan
(görülen) "ayn'ından
(zatından) dolayı, ya'ni sûret-i zâhiresine nazaran
(dış görünüşüne göre)
"adam” tâbîri (denmesi)
doğrudur. Ve kezâ racül-i mütehayyilin
(hayali adamın) sûret-i
hakîkıyyesi (asıl gerçek sureti
(ruhu) i'tibâriyle
(bakımından) ona "Bu Cebrâîl'dir" demek dahi
doğrudur.
İmdi Hz. Şeyh
(ra) bu, dünyâ dediğimiz âlem-i histe
(hissedilen âlemde) mevcûd
olan halkın uykuda olduğunu ve âlem-i hissin
(dünya âleminin) dahi âlem-i
menâm (uyku âlemi)
olduğunu beyân buyurduktan (bildirdikten) sonra Yûsuf (a.s.)ın ahvâlini
(hallerini) zikre mübâşeret
buyurur (anlatmaya başlarlar):
Ve Yûsuf
(a.s.) pederine dedi: "Tahkikan ben on bir yıldızı ve güneşi ve
ayı gördüm. Onları bana secde edici halde gördüm.” İmdi
kardeşlerini yıldızlar suretinde ve pederini ve teyzesini güneş
ve ay suretinde gördü (12).
Ya'ni Yûsuf
(a.s.) pederine: "Ey peder, ben rü'yâda on bir yıldızı ve güneşi
ve ayı bana secde eder oldukları halde gördüm" (Yûsuf, 12/4)
dedi. Bu sûretler "keşf-i muhayyel"
(insanda olan hayal) kısmından olup tâ’bîre muhtâc
idi. Ve bu suver-i hayâliyyeye
(hayali suretlere) münâsebeti
(bağlantısı) bulunan suver-i
hissiyye (hissedilen suretler) bu idi ki, pederi Nebiyy-i bâhir
(apaçık Nebi olan babası) ve
felek-i Nübüvvette (Peygamberlik
feleğinde) şems-i tâli'
(doğan güneş) idi. Ve teyzesi dahi onun esrâr-ı
Nübüvvetine (Peygamberlik sırlarına)
mahrem (yakın, iç içe)
olmakla, kamer (ay)
gibi onun nûruna mir'ât (ayna)
idi. Ve kardeşleri de semâdaki / yıldızlar gibi
pederinin neyyir-i vücûdunda (nurlu
vücudunda) nücûm-i sâtı'a ve tâli'a
(doğan ve yükselen yıldız) idiler.
Bu idrâk,
Yûsuf (a.s.)’ın hayâli cihetindendir. Ve eger mer'î cihetinden
olsa idi, kardeşlerinin yıldızlar sûretinde zuhûru ve pederi ile
teyzesinin güneş ve ay sûretinde zuhûru onların murâdı olur idi.
İmdi vaktâki Yûsuf (a.s.)ın gördüğü şeye onların ilmi olmadı,
idrâk, onun hayâli hizânesinde Yûsuf (a.s)’dan
vâkı' oldu. Yûsuf (a.s.) ona taksîs ettiği
hînde Ya'kûb (a.s) bunu bildi (13).
Yânî Yûsuf
(a.s)’ın, kendi kardeşlerini yıldızlar ve pederiyle teyzesini
güneş ve ay sûretinde müşâhedesi
(görmesi),
ancak kendi hayâli
cihetindedir (yönündendir).
Yoksa mer'î olan (görülen)
kardeşleri ve pederi ve teyzesi cihetlerinden
(bakımından) değildir. Ve
eğer onlar cihetinden olaydı, bu sûretlerde zuhurlarını
(görünmelerini) kendilerince
tasavvur edip (zihinlerinde
tasarlayıp, düşünüp) murâd edinirler
idi. Velâkin, böyle yıldızlar ve güneş ve ay
sûretlerinde olarak Yûsuf (a.s.)’ın rüyâsında görünmeyi murâd
etmediler. Eğer bunu murâd ede
idiler Hz. Yûsuf’a bu sûretlerle âlem-i menâmda
(rüyasında) zâhir olup
(görünüp) secde ettiklerini
âlem-i hayâlde (hayal mertebesinde)
idrâk edip âlem-i şehâdette de
(içinde bulunduğumuz âlemde, dünyada) da bilirler
idi. Zirâ ba'zan hizâne-i hayâlde
(hayal hazinesinde) olan şeyi / hem gören ve hem de
görülen berâber idrâk eder. Nitekim, ba'zî mürşidler müridlerini
terbiye zımnında (için)
onların rü'yâlarında suver-i münâsibede
(uygun suretlerde)
görünürler. Ve bu zuhûr (görünme)
onların murâdları vech ile
(arzu ettikleri gibi) vâkı'
olduğundan (gerçekleştiğinden)
âlem-i şehâdette (dünyada)
hem mürîd ve hem de mürşidin ma'lûmu
(haberi, bilgisi) olur. Yûsuf
(a.s.)’’ın kardeşleriyle pederinin ve teyzesinin zuhûru
(görünmesi) bu kabilden
(türden) değil idi.
Binâenaleyh (nitekim),
Yûsuf (a.s.)’ın âlem-i menâmda
(rüyasında) müşâhede ettiği
(gördüğü) şeye onların
ilmi lâhık olmadı (bilgisi olmadı).
Ve bu zuhûr (görünme),
ancak Yûsuf (a.s.) rü'yâsını söylediği vakit, pederi
olan Ya’kub (a.s.)’ın ma'lûmu
(haberi) oldu. Ve Ya'kub (a.s), bu rü'yâya Hz.
Yûsuf’un birâderleri dahi muttali' olmadığını
(bilmediğini) bundan anladı.
Böyle olunca, "Ey oğulcuğum rü'yânı
birâderlerine nakletme; bir hile ile sana ihtiyâl ederler"
(Yûsuf, 12/5) dedi. Ondan sonra oğullarını o hîleden berî etti;
ve onu şeytana ilhâk eyledi. Halbuki ancak ayn-ı hîledir. İmdi
Ya'kûb (a.s) dedi: "Tahkîkan şeytan insan için açık düşmandır"
(Yûsuf, 12/5) ya'ni düşmanlığı zâhirdir (14).
Ya'nî Ya'kub
(a.s), Yusuf (a.s)’ın rü'yâsına birâderlerinin muttali'
olmadığını (bilmediğini)
anlayınca, bu rü'yâyı onlara nakletmemesini
(anlatmamasını) tenbih
eyledi. Ve tefevvuk (üstünlük)
ve fazîletini bilip seni helâk
(mahvetmek, harcamak) için
bir hîle ihtiyâl ederler (hile, oyun
yaparlar) dedi. Maahâzâ
(bununla beraber),
bunu söyledikten sonra, kardeşlerini hîleden tebrie edip
(temize çıkarıp) hîle ve
keydi (oyun ve tuzağı)
şeytana isnâd eyledi (atfetti).
Halbuki Yâ’kûb'un bu hîlesinde iki vecih
(uygunluk) zikr ederler
(anlatırlar): Birisi, keydi
(hileyi) birâderlerine
isnâd edince (atfedince),
Hz. Yûsuf’un kalbinde onlara karşı adâvet
(düşmanlık) vâkı' olur
mütâlaası (düşüncesi) idi.
Diğeri, cenâb-ı Ya'kûb, Hz. Yûsuf’a "Rü'yâyı kardeşlerine
söyleme, sana hîle yaparlar" dediği vakit, Hz. Yusûf onların
kendisine adâvetleri (düşmanlıkları)
olduğunu bildi ve kalbinde onlara sû’-i zan
(kötü düşünce) peydâ oldu.
Halbuki Nübüvvet (Peygamberlik
görevi) için selâmet-i sadr
(endişeden uzak) ve safâ-i
kalb (saf, berrak kalp) ve
nekavet-i bâtın (iç temizliği)
lâzım idi. Binâenaleyh (nitekim)
Hz. Ya'kûb cenâb-ı Yûsuf’un bu sû’-i zannını
(kötü düşüncesini) izâle
(gidermek) için, kardeşlerini
hîleden tebrie edip (temize çıkarıp)
onu şeytana isnâd etti
(atfetti) ve murâdı cenâb-ı Yûsuf’un kalbinde
kardeşlerinin muhabbetini (sevgisini)
isbat etmekle berâber onu hîlelerinden dahi hıfz
etmek (korumak) idi.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-21.10.2003
http://gulizk.com
|