[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC
“HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ba'dehü Yusuf
(a.s.) bundan sonra âhir-i emrde dedi: "Bundan evvel olan
rü'yânın te'vîli budur. Tahkîkan Rabb'im onu hak kıldı. (Yûsuf,
12/100)” Ya'ni hayâl suretinde vâkı' olduktan sonra, onu histe
ızhâr eyledi. İmdi Nebiyy-i mükerrem (s.a.v) o emrden dolayı
"Nâs uykudadır" buyurdu. Böyle olunca Yusuf (a.s)’ın "Rabbim onu
hak kıldı" kavli
/
uykusu içinde gördüğü rü'yâdan uyandığını görüp,
ondan sonra onu ta'bîr eden kimsenin kavli menzilesinde oldu.
Halbuki o kimse ayn-ı nevmde olduğunu ve aslâ uykusundan zâil
olmadığını bilmedi. Binâenaleyh, o kimse uyandığı vakit: “””Ben
böyle gördüm ve gûyâ uyandım; onu böyle te'vil ettim, der (15).”
Ya'ni
nihâyetü'l-emr (işin sonunda)
kardeşleriyle pederi ve teyzesi Mısır'da kendisine karşı
secde-i tekrîmi (saygı secdesini)
îfâ eyledikten (yerine
getirdikten) sonra Yûsuf (a.s): "İşte bu, evvelki
rü'yânın te'vîlidir (manasının
yorumudur).
Benim Rabbim onu hak eyledi. (gerçek,
doğru yaptı) (Yûsuf, 12/100). " Ya'nî rü'yâ hayâl
sûretinde mütemessil olduktan
(suretlendikten) sonra Hak Teâlâ o rü'yâyî âlem-i
histe (dünyada, hissedilen âlemde)
bilâ-tağyîr
(değiştirmeksizin) ızhâr eyledi,
(açığa çıkardı) dedi. Bundan
anlaşılır ki, cenâb-ı Yûsuf mütemessil olan
(surete giren) suver-i
hayâliyyenin (hayali suretlerin)
kimler olduğunu bilir idi. Cenâb-ı Yûsuf bu kelâmı
ile suver-i hayâliyye (hayali
suretler) ile suver-i hissiyyeyi
(görülen suretleri)
birbirinden ayırmış oldu. İşte bu emrden
(husustan),
ya'nî hayâl ile hissin
(hissedilenin, görülenin)
tefrîk edilmiş (ayırt edilmiş)
olmasından dolayı (S.a.v.) Efendimiz "Nâs
(insanlar) uykudadır"
buyurdu. Ve belki hakîkâtte "hiss"in ayn-i
(görülenin aynısı) hayâl ve
"hayâl"in dahi ayn-ı his (aynı
görülen) olduğunu beyân eyledi.
(bildirdi) Bu sûrette Yûsuf
(a.s) ın "Rabbim o rü'yâyı hak
(gerçek, doğru) kıldı" kelâmı, rü'yâ içinde rü'yâ
görüp, yine rü'yâsında te'vîl eden
(rüyasını yorumlayan) kimsenin kelâmı mesâbesinde
(derecesinde) oldu. Nitekim
bir kimse rü'yâ içinde rü'yâ görüp, bu rü'yâsını yine rü'yâsında
ta’bir eder ve bu hâl içinde henüz uykuda olduğunu bilmez. Ve
uyandıkda, ya'nî âlem-i hayâlden
(rüya âleminden) âlem-i hisse
(dünyaya) geldikde, yanında
olan kimselere "Ben uyudum, şöyle bir rü'yâ gördüm ve rü'yâmın
içinde gûyâ uyanmışım ve o gördüğüm rü'yâyı yine rü'yâmın
içinde böyle tev'îl ettim
(yorumladım) der. İşte (S.a.v.) Efendimiz'in idrâk-i
âlîlerine (yüksek anlayışlarına)
göre cenâb-ı Yûsuf’un kelâmı rü'yâ içinde rü"yâyı
ta'bîr etmekten (yorumunu yapmaktan)
ibârettir. İmdi âlem-i his
(dünya) birinci hayâl ve
âlem-i menâm (rüya âlemi)
ise ikinci hayâl ve menâm (uyku)
içinde menâm (uyku)
dahî üçüncü hayâldir. Ve bunların üçünde dahi hakîkat,
haktır (doğrudur, gerçektir).
İmdi bak ki,
Muhammed (a.s.)’ın idrâkiyle Yûsuf (a.s.)’ın âhir-i emrdeki
idrâki aralarında ne kadar fark vardır!" İşte bu evvelki
rü'yânın te'vîlidir. Rabbim onu hak kıldı" (Yûsuf, 12/100)
dediği hînde onun ma'nâsı histir, ya'nî mahsüstür. Halbuki
rü'yâda mer'î olan şey mahsüsün gayri değil idi. Zîrâ hayâl,
ebeden mahsüsâtın gayri bir şeyi i'tâ etmez. Hayâl için bundan
başkası yoktur (16).
Ya'nî kardeşleri
ve pederi ve teyzesi, Mısır'da Yûsuf (a.s.)a secde-i tekrîmi
(saygı secdesini) îfâ
ettikleri (yerine getirdikleri)
vakit, Yûsuf (a.s.) "İşte bu evvelki rü'yânın
te’vîlidir (yorumudur) ,
Rabbim onu hak
(gerçek, doğru) kıldı"
(Yûsuf, 12/100) ya'nî Rabbim sûret-i hayâlden
(hayal suretinden) çıkarıp o
rü'yâtı (rüyaları) mahsüs
(duyularla hissedilebilen,
görülebilen) eyledi, dedi. Binâenaleyh
(nitekim), suver-i
hayâliyye (hayali suretler)
ile suver-i hissiyye (duyular ile
hissedilen, görülen suretlerin) arasını tefrîk etti
(ayırdı).
(Sa.v.) Efendimiz ise suver-i hayâliyyeyi
(hayali suretleri) suver-i
hissiyye (duyularla hissedilebilen,
görülebilen suretlere) ve suver-i hissiyyeyi
(hissedilebilen, görülebilen suretleri)
de suver-i hayâliyyeye
(hayali suretlere) ilhâk buyurdu
(kattı, birleştirdi).
Her ikisin idrâki arasındaki farka bak! Ve Fahr-i
âlem Efendimiz'in vüs'at-i idrâkini
(idrakının genişliğini) müşâhede eyle
(gör) !
Çünkü rü'yâda görülen sûretler dahi mahsüstür
(hissedilebilirler) ve
hayâlin verdiği şey dahi mahsüstür
(hissedilebilendir).
Zîrâ âlem-i hayâlde (hayal
mertebesinde, rüyada) mütehayyil olan
(hayal edilen) şey mahsüs
(hissedilir) olmasaydı, onun
idrâki (anlaşılması)
mümkün olmaz idi. Binâenaleyh
(nitekim) mertebe-i hayâlde olan sûretler dahi
mahsüsten (hissedilenlerden)
gayri (başka) bir şey
değildir. Halbuki Yûsuf (a.s.) rü'yâsında gördüğü sûretleri
mahsüsâtın (hissedilenlerden)
gayri (başka) bildi.
Ve bu suver-i hayâliyyenin (hayali
suretlerin) bilâhire (daha
sonra) mahsüs
(hissedilebilir) olduğunu beyân eyledi
(açıkladı).
İmdi zevk-i
Muhammedî (s.a.v), gaflet uykusundan ibâret olan bu hayat içinde
suver-i hissiyye-i hayâliyyede
(hissedilen hayali suretlerde) mütecellî
(görünen, zahir) olan Hakk'ı
tahayyül tarîkı (hayalde canlandırma
yolu) ile müşâhede etmek
(görmek) ve bu uykudan fenâ-fillâh
(Allah’ta yok olmak) ile
uyanıp baka-billâh (Allah’la bâkî
olma) sabâhının infilâkı
(aydınlanması) vaktinde, bu sûret-i kevniyye
(kozmik, evrenle ilgili varlıklar)
ve ecsâm-ı hissiyyede
(görülen cisimlerde) zâhir olan
(görülen) Hak olduğunu,
vahdet gözü ile temâşâ edip
(seyredip) onunla ta'bîr eylemektir. Bu zevk ile
mütezevvık olanlar (zevklenenler),
ancak (s.a.v) Efendimiz'in vârisleridir.
(mirasçılarıdır) Onun için
Hz. Şeyh (r.a.) buyurur:
İmdi sen bak
ki, Muhammed (s.a.v) vârislerinin ilmi ne kadar eşreftir! Ve
ben an-karîb bu hazret hakkındaki kavli Yûsuf-i Muhammedî
lisâniyle bast ederim. Cenâb-ı Hakk’ın murâdı olursa sen ona
vâkıf olursun (17).
Ya'nî nazar-ı
insâf (vicdan ve mantığa dayanan
bakış) ile bak ki, (s.a.v.) Efendimizin vârisleri,
(mirasçıları) bu gibi esrâr-ı
gâmızayı (anlaşılması zor gizli
sırları) nasıl biliyorlar! Ne güzel mûris
(miras bırakan),
ne güzel irs
(miras) ve ne güzel vâris!
(mirasçı) Zîrâ fahr-i âlem
Efendimiz, ilim ve irfanda halkın a'lem
(en alimi) ve a'refi
(en arifi) olduğu gibi, kelâm
ile ifâde-i merâm (maksadını en iyi
şekilde ifade etmede) ve ızhâr-ı beyânda
(açıklamada) dahi, kâffe-i
nâsın (bütün insanların hepsinin)
ebyen (en açık ifade
edeni) ve efsahıdır.
(güzel konuşanların en güzelidir) Zîrâ Kur'ân-ı
Kerîm'de ........................ (Necm, 53/4) âyet-i
münîfıyle (yüce ayeti ile)
beyân buyrulduğu (bildirildiği)
üzere bu ilim ve irfânın muallimi
(öğreticisi) Hak'tır.
Beyt:
(Tercüme) "Bir kimsenin ki üstâdı
(öğreticisi) Hâlık
(yaratan) ola, nazar et
(bak) ki irfândan onun lâikı
ve nasîbi ne olur! Eğer ona halkın a'lemi
(en alimi) ve ehl-i irfânın
(irfan sahibi olanların)
a'refi (en arifi) der isem
revâ (yerinde, uygun) ve
sezâdır (münasiptir)."
O Nebiyy-i
zî-şânın (şerefli Peygamberin)
vârisleri (mirasçıları)
dahi tamâmen bu hâl ile muttasıftır
(vasıflanmışlardır).
Bast
(uzun uzun anlatarak açıkladıkları)
ve beyân buyurdukları
(bildirdikleri) hakâyık
(hakikatler) ve maârif
(bilgiler),
evhâm (vehimler) ve
hayâlât-ı fıkriyye (hayali fikirler)
ve ehvâ-ı nefsâniyye
(nefsin arzuları) kabîlinden
(cinsinden) değildir. Nitekim
Mevlânâ Câmî (k.s.) Lüccetü'l-Esrâr'da buyurur:
Beyt:
(Tercüme) "Yunânîlerin felsefesi nefs ve hevâ peygâmıdır
(nefsi arzularından kaynaklanan
bilgilerdir) . İmânîlerin
hikmeti ise Peygamber'in ilim ve irfânıdır."
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-28.10.2003
http://gulizk.com
|