[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE
MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi cenâb-ı
Şeyh (ra.) hazret-i hayâli, (hayal
mertebesini) cenâb-ı Yûsuf’un rü'yâsını beyân
buyurduğu (açıkladığı)
sırada icmâlen (özet olarak)
zikretmiş (anlatmış)
idi. Şimdi de bu bahiste (konuda)
Yûsuf’-i Muhammedî lisâniyle tafsîlât
(geniş açıklama) i'tâ
buyuracağını (vereceklerini)
vad etmişlerdir. "Yûsuf’-i Muhammedî" ta'bîrinin
(ifadesinin) îzâhı
(açıklaması) budur ki: Kâffe-i Enbiyâ
(bütün Peygamberler) ve
Evliyâ’da (Velilerde) olan
velâyetlerin cümlesi (bütün hepsi),
Velâyet-i Muhammediyye’de mücmeldir
(öz,özet olarak toplanmıştır).
İşte bu Velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’de
(Muhammed’e has, özel Velayet’te)
kaim (mevcut)
olan vâris-i kâmil (kâmil mirasçılar,
Veliler),
mazhar (görüntü yeri)
olduğu hakîkat-i Muhammediyye (Hz.
Muhammed’in hakikâti) i'tibâriyle,
(bakımından) bilcümle
Enbiyânın (bütün Peygamberlerin)
lisanlarıyla tekellüm eder
(konuşur).
Binâenaleyh
(nitekim) böyle bir vâris-i
kâmil, (kamil mirasçı)
Yûsuf (a.s)’ın meşrebinde (mizacında),
onun lisânıyla mütekellim oldukda
(konuştuğunda),
hazret-i hayâlde
(hayal mertebesinde) mer'î
olan (görülen) suver-i
mütehayyileyi (hayali suretleri),
o suretleri gören
kimsenin ahvâl-i muhtelifesi (çeşitli
halleri) hasebiyle, muhtelif ma'nâlar ile ta'bîr eder
(yorumlar).
Ve Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Efendimiz’in
meşrebine (mizacına, tabiatına)
göre de ......................... mefhûmu vech
(mana yönü) ile "hiss” in
(hissedilenin) ayn-ı hayâl
(hayalin aynı) ve "hayâl"in
dahi ayn-ı his (hissedilenin aynısı)
olduğunu beyân edip
(bildirip) bu âlemdeki
(dünyadaki) sûretleri rü'yâda görülen sûretler gibi
ta'rîfât-ı İlâhî (İlahi tarifler,
anlatımlar) ve isticlâât-ı Rabbânî
(Rabbani zuhurlar, görünmeler)
bilir; ve onları Hakk'ın sıfât-ı muhtelife
(çeşitli sıfatları) ve şuûn-i
zâtiyyesi (Zatının işleri, fiilleri)
olmalarıyla ta'bîr eder
(yorumlar).
İmdi Hz. Şeyh (r.a.) velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’de
(Muhammed’e has, özel Velayette)
kâim (mevcut) olması
hasebiyle, Yûsuf’-i Muhammedî
(Muhammedî Yusuf) lisâniyle hazret-i hayâliyye
(hayal mertebesi) hakkında
tafsîlât i'tâsına (geniş açıklama vermeye) şurû' edip
(başlayıp) buyururlar ki:
İmdi biz
deriz: Ma'lûmun olsun ki, sivâ-yı Hak veyâhut müsemmâ-yı âlem
denilen şey, Hakk'a nisbetle, şahsın zılli gibidir. Böyle olunca
o Allâh'ın zıllidir. İmdi o da vücûdun âleme nisbetinin ayıdır:
Zîrâ zıll şeksiz histe mevcuttur (18).
Ya'nî Hakk'ın
gayri (başkası) dediğimiz
ve âlem tesmiye eylediğimiz (diye
isimlendirdiğimiz) bu suver-i kesîfenin
(çokluk suretlerinin)
hey'et-i mecmûası (bütün hepsinin
toplamı),
Hakk'a nisbetle (göre) bir
adamın gölgesine benzer. Halbuki adamın gölgesinin bir vücûd-i
müstakılli (kendine ait özel bir
vücudu) yoktur. Onun vücûdu, adamın vücûduna
muhtaçtır. İşte tıpkı âlem de böyledir. Vücûd-i müstakılli
(kendine ait bir vücudu)
olmayıp, ancak Hakk'ın vücûdu ile kâimdir
(mevcuttur).
Ve gölgenin harekât ve sekenâtı
(duruşu) nasıl ki şahsa tâbi'
ise, harekât ve sekenât-ı âlem
(âlemin hareket ve duruşu) dahi öylece vücûd-i Hakk'a
(Hakk’ın vücuduna)
tâbi'dir.
Beyt:
Bunca tedbîr
pes-i perdede üstâdındır
İhtiyârî mi sanırsın harekâtın suverin
Zîrâ âlem,
Hakk'ın isimlerinin suretleri ve sıfâtının mazharıdır
(göründüğü mahal, yerdir) .
Ve şahsın gölgesi bir i'tibâra
(hususa) göre o şahsın aynı
ve diğer i'tibâra (hususa)
göre de nasıl ki gayrı (başka)
ise, âlem dahi bir vech ile ayn-i Hak
(Hakk’ın aynı) ve bir vech
ile de gayr-i Hak'tır (Hakk’tan
başkadır) . Ve
tabîîdir ki, şahsın gölgesi, kendinin aynı olamaz. O ancak
şahsın vücûduna muzâf (bağlı, ait)
olan bir vücûd-i i'tibârîdir
(aslında olmayıp var sayılan vücuttur).
Ve maksûd
(gaye) ,
mecmû-i âlemin (âlemin
toplamının) hayâl olduğunu isbât etmektir.
Nitekim, Hz.
Şeyh bâlâda (yukarıda)
"hazret-i hayâl" (hayal mertebesi)
hakkında tafsîlât i'tâ buyuracağını
(geniş izahat vereceğini)
va'd etmiş (söylemiş) idi.
Binâenaleyh (nitekim)
Hakk'ın gayri (Hakk’tan başka)
denilen âlem (kâinat),
Allâh'ın gölgesidir. Burada zıllin
(gölgenin) "Allah" ismine
muzâf (bağlı) kılınması
kâffe-i esmâ-i İlâhiyye’yi (bütün
İlahi isimleri) câmi'
(toplamış) olmasındadır. Zîrâ mevcûdâttan her
birisi, "Allah" ism-i câmi'inde dâhil olan
(isimlerin toplamını içine alan)
bir ismin mazharıdır
(göründüğü yerdir) ve o ismin zıllidir
(gölgesidir).
Binâenaleyh (nitekim)
mecmû-i âlem (bütün âlemin
toplamı) dahi "Allah" ism-i câmi'inin
(bütün isimleri kendinde toplayanın)
zılli (gölgesi)
olmuş olur. Ve âlemin (kâinatın)
"zıllullah" (Allah’ın
gölgesi) olması, vücüd-i izâfinin
(varsayımsal vücudun, nisbi, göreli
vücudun) âleme
nisbetinin (evrene olan bağlılığın,
ilişkinin) aynıdır. Zîrâ zıll
(gölge) kâim
(mevcut) olmak için bir
mahalle (yere) ve
tahakkuk etmek (gerçekleşmek)
için mürtefı' (kalkmış,
yükselmiş) bir şahsa muhtaçtır. Ve bu zıll-i vücûdî
(gölge vücut) dahi
üzerinde mümtedd olmak (uzamak,
yayılmak) için a'yân-ı mümkinâta
(mümkin olan manalara, ilmi suretlere)
ve tahakkuk etmek
(gerçekleşmek) için de Hakk'a muhtaçtır. Ve vücûd-i
kevnînin (kozmik varlığın (ilmi
suretlerin) âleme (evrene)
nisbeti (bağıntısı,
ilişkisi),
zıllin (gölgenin)
kendisiyle kâim (mevcut)
olduğu şeye nisbetidir
(bağıntısıdır).
Ve kezâ Hakk'a nisbeti
(bağıntısı) dahi, kendisiyle tahakkuk ettiği
(varlık bulduğu, meydana çıktığı)
şahsa nisbetidir (bağıntısıdır).
Demek ki zıll (gölge)
olan âlem (evren)
mevcuttur. Zîrâ şahsın zılli (gölgesi) şübhesiz histe (dünyada)
mevcuttur. Fakat zıllin
(gölgenin) vücûdu, şahsın vücûdiyle kâimdir
(mevcuttur).
Bunun gibi Hakk'ın zılli
(gölgesi) olan âlem
(evren) dahi Hakk'ın vücûdu ile kaim
(mevcut) olur. Ve vücûd-i
zıll (gölge vücut, (evren))
hakîkat cihetinden (yönünden)
vücûd-i Hakk'ın (Hakk’ın
vücudunun) aynıdır. Fakat âlemin
(evrenin) taayyününe nisbeti
(zahir olması, belirmesi ile ilişkisi) cihetinden
(yönünden) Hakk'ın gayridir
(Hakk’tan başkadır).
Misâl:
Bir kimse, bi'l-farz (diyelim ki),
etrâfına on âyîne (ayna)
vaz' edip (yerleştirip)
kendisi ortada kaim olsa,
(ayakta dursa) her bir âyînede
(aynada) o kimsenin sûret-i
zıllîsi (gölge sureti)
peydâ olur. Şahıs bir ise de, o şahsın aynı olarak on suret
zâhir olur (görülür).
O kimse ağlasa, gülse; elini, ayağını, gözünü
tahrîk etse (kımıldatsa)
bu hâl ve harekâtın (hareketlerin)
cümlesi (hepsi),
o on sûrette de mer'î olur
(görülür) .
Demek ki bu sûretlerin cümlesi
(hepsi) o şahs-ı vâhidin
(tek şahsın) aynıdır. Fakat
âyînede (aynada) mevcûd
olan bu suretlerin üzerine su dökülse veyâ bir boya sürülse, o
şahıs bundan müteessir olmaz
(etkilenmez).
Demek ki o sûretler bu şahsın gayridir
(şahıstan başkadır).
Velâkin,
zıllin zâhir olduğu mahall, mevcûd olduğu vakittedir. Hattâ
eğer sen, bu zıllin zuhûruna mahall olan şeyin ademini farz
etsen o zıll ma'kul olur ve histe mevcûd olmaz idi. Belki
zıllin mensûb olduğu şahsın zâtında bi'l-kuvve olur idi (19).
Ya'nî zıllin
(gölgenin) bilâ-şekk
(şüphesiz, şeksiz) histe
(dünyada) mevcûd olması, o
zıllin (gölgenin) zâhir
olduğu (görüldüğü) mahall
(yer),
mevcûd olduğu vakitte olur.
Meselâ bir cismin gölgesi yere düşer; ve o gölge histe
(dünyada) mevcûd olmuş olur.
Ve bu gölgenin histe mevcûd olması için dahi, o gölgenin zâhir
olduğu (görüldüğü) zemînin
vücûdu (varlığı)
lâzımdır. Binâenaleyh (nitekim)
zıllin (gölgenin)
histe mevcûdiyeti, ancak o zıllin
(gölgenin) zâhir olduğu
(meydana çıktığı, görüldüğü)
zemînin mevcûdiyeti vaktinde olur. Şu halde zıllin
(gölgenin) histe
(dünyada) mevcûd olması için
üç şart lâzımdır: Birincisi, zıllin
(gölgenin) zâhir olduğu
(görüldüğü) mahall (yer);
ikincisi zî-zıll, ya'nî gölgenin sâhibi olan cisim;
üçüncüsü, zıllin (gölgenin)
zuhûrunu icâb eden (meydana
çıkmasını, görünmesini gerektiren) nûrdur. Zıllin
(gölgenin) zâhir olduğu
(görüldüğü) mahallin
(yerin) mukabili
(karşıtı) a'yân-ı mümkinât
(mümkün olan manalar);
zî-zıll (gölgenin sahibi)
olan şahsın mukâbili
(karşıtı) dahi, vücûd-i Hakk-ı mutlak;
(hakiki, mutlak vücut olan Hakk’ın
vücududur) ve nûr dahi Hakk'ın ism-i Zâhir'idir
(zahir esmasıdır).
Eğer zıllin
(gölgenin) zûhuru
(meydana çıkması) için şart
olan mahallin (yerin)
yokluğunu farz etsek o zıll (gölge)
mertebe-i akılda kalır ve histe
(dünyada) zâhir olmaz
(açığa çıkmaz, görülmez) idi.
Ve belki o zıll (gölge)
mensûb (ait) olduğu şahısta bi'l-kuvve
(potansiyel güç, kuvve olarak) mevcûd olup, meydana
çıkmış olmaz idi. Binâenaleyh
(nitekim) "âlem"
tesmiye olunan (diye
adlandırılan) zill-i İlâhînin
(İlahi gölgenin) mahall-i
zuhûru (çıktığı, görüldüğü yer)
olan mümkinâtın (mümkün
olan,
manaların, ilmi suretlerin)
olmadığı farz olunsa, (kabul edilse,
sayılsa) zıll (gölge)
âlem-i histe (şehadet
aleminde, dünyada) mevcûd olmaz, belki kuvvede
(potansiyel güç, kuvve olarak)
kalır idi.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-04.11.2003
http://gulizk.com
|