86. Bölüm

[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi cenâb-ı Şeyh (ra.) hazret-i hayâli, (hayal mertebesini) cenâb-ı Yûsuf’un rü'yâsını beyân buyurduğu (açıkladığı) sırada icmâlen (özet olarak) zikretmiş (anlatmış) idi. Şimdi de bu bahiste (konuda) Yûsuf’-i Muhammedî lisâniyle tafsîlât (geniş açıklama) i'tâ buyuracağını (vereceklerini) vad etmiş­lerdir. "Yûsuf’-i Muhammedî" ta'bîrinin (ifadesinin) îzâhı (açıklaması) budur ki: Kâffe-i Enbi­yâ (bütün Peygamberler) ve Evliyâ’da (Velilerde) olan velâyetlerin cümlesi (bütün hepsi), Velâyet-i Muhammediyye’de mücmeldir (öz,özet olarak toplanmıştır). İşte bu Velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’de (Muhammed’e has, özel  Velayet’te) kaim (mevcut) olan vâris-i kâmil (kâmil mirasçılar, Veliler), mazhar (görüntü yeri) olduğu hakîkat-i Muhammediyye (Hz. Muhammed’in hakikâti) i'tibâriyle, (bakımından) bil­cümle Enbiyânın (bütün Peygamberlerin) lisanlarıyla tekellüm eder (konuşur).  Binâenaleyh (nitekim) böyle bir vâris-i kâmil, (kamil mirasçı) Yûsuf (a.s)’ın meşrebinde (mizacında), onun lisânıyla mütekellim oldukda (konuştuğunda),  hazret-i hayâlde (hayal mertebesinde) mer'î olan (görülen) suver-i mütehayyileyi (hayali suretleri),  o suretle­ri gören kimsenin ahvâl-i muhtelifesi (çeşitli halleri) hasebiyle, muhtelif ma'nâlar ile ta'bîr eder (yorumlar). Ve Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Efendimiz’in meşrebine (mizacına, tabiatına) göre de ......................... mefhûmu vech (mana yönü) ile "hiss” in (hissedilenin) ayn-ı hayâl (hayalin aynı) ve "hayâl"in dahi ayn-ı his (hissedilenin aynısı) olduğunu beyân edip (bildirip) bu âlemdeki (dünyadaki) sûretleri rü'yâda görülen sûretler gibi ta'rîfât-ı İlâhî (İlahi tarifler, anlatımlar) ve isticlâât-ı Rabbânî (Rabbani zuhurlar, görünmeler) bilir; ve onları Hakk'ın sıfât-ı muhtelife (çeşitli sıfatları) ve şuûn-i zâtiyyesi (Zatının işleri, fiilleri) olmalarıyla ta'bîr eder (yorumlar). İmdi Hz. Şeyh (r.a.) velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’de (Muhammed’e has, özel Velayette) kâim (mevcut) olması hasebiyle, Yûsuf’-i Muhammedî (Muhammedî Yusuf) lisâ­niyle hazret-i hayâliyye (hayal mertebesi) hakkında tafsîlât i'tâsına (geniş açıklama vermeye) şurû' edip (başlayıp) buyu­rurlar ki:

İmdi biz deriz: Ma'lûmun olsun ki, sivâ-yı Hak veyâhut müsemmâ-yı âlem denilen şey, Hakk'a nisbetle, şahsın zılli gibidir. Böyle olunca o Allâh'ın zıllidir. İmdi o da vücûdun âleme nisbetinin ayıdır: Zîrâ zıll şeksiz histe mevcuttur (18).

Ya'nî Hakk'ın gayri (başkası) dediğimiz ve âlem tesmiye eylediğimiz (diye isimlendirdiğimiz) bu suver-i kesîfenin (çokluk suretlerinin) hey'et-i mecmûası (bütün hepsinin toplamı), Hakk'a nisbetle (göre) bir adamın gölgesine ben­zer. Halbuki adamın gölgesinin bir vücûd-i müstakılli (kendine ait özel bir vücudu) yoktur. Onun vücûdu, adamın vücûduna muhtaçtır. İşte tıpkı âlem de böyledir. Vücûd-i müstakılli (kendine ait bir vücudu) olmayıp, ancak Hakk'ın vücûdu ile kâimdir (mevcuttur). Ve gölgenin harekât ve sekenâtı (duruşu) nasıl ki şahsa tâbi' ise, harekât ve sekenât-ı âlem (âlemin hareket ve duruşu) dahi öylece vücûd-i Hakk'a (Hakk’ın vücuduna) tâbi'dir.

Beyt:

Bunca tedbîr pes-i perdede üstâdındır
İhtiyârî mi sanırsın harekâtın suverin

Zîrâ âlem, Hakk'ın isimlerinin suretleri ve sıfâtının mazharıdır (göründüğü mahal, yerdir) . Ve şahsın gölgesi bir i'tibâra (hususa) göre o şahsın aynı ve diğer i'tibâra (hususa) göre de nasıl ki gayrı (başka) ise, âlem dahi bir vech ile ayn-i Hak (Hakk’ın aynı) ve bir vech ile de gayr-i Hak'tır (Hakk’tan başkadır) . Ve tabîîdir ki, şahsın gölgesi, kendinin aynı ola­maz. O ancak şahsın vücûduna muzâf (bağlı, ait) olan bir vücûd-i i'tibârîdir (aslında olmayıp var sayılan vücuttur).  Ve maksûd (gaye) , mecmû-i âlemin (âlemin toplamının) hayâl olduğunu isbât etmektir.

Nitekim, Hz. Şeyh bâlâda (yukarıda) "hazret-i hayâl" (hayal mertebesi) hakkında tafsîlât  i'tâ buyuracağını (geniş izahat vereceğini) va'd etmiş (söylemiş) idi. Binâenaleyh (nitekim) Hakk'ın gayri (Hakk’tan başka) denilen âlem (kâinat), Allâh'ın gölgesidir. Burada zıllin (gölgenin) "Allah" ismine muzâf (bağlı) kılınması kâffe-i esmâ-i İlâhiyye’yi (bütün İlahi isimleri) câmi' (toplamış) olmasındadır. Zîrâ mevcûdâttan her biri­si, "Allah" ism-i câmi'inde dâhil olan (isimlerin toplamını içine alan) bir ismin mazharıdır (göründüğü yerdir) ve o is­min zıllidir (gölgesidir). Binâenaleyh (nitekim) mecmû-i âlem (bütün âlemin toplamı) dahi "Allah" ism-i câmi'inin (bütün isimleri kendinde toplayanın) zılli (gölgesi) olmuş olur. Ve âlemin (kâinatın) "zıllullah" (Allah’ın gölgesi) olması, vücüd-i izâfinin (varsayımsal vücudun, nisbi, göreli vücudun) âleme nisbetinin (evrene olan bağlılığın, ilişkinin) aynıdır. Zîrâ zıll (gölge) kâim (mevcut) olmak için bir mahalle (yere) ve tahak­kuk etmek (gerçekleşmek) için mürtefı' (kalkmış, yükselmiş) bir şahsa muhtaçtır. Ve bu zıll-i vücûdî (gölge vücut) dahi üzerinde mümtedd olmak (uzamak, yayılmak) için a'yân-ı mümkinâta (mümkin olan manalara, ilmi suretlere) ve tahakkuk et­mek (gerçekleşmek) için de Hakk'a muhtaçtır. Ve vücûd-i kevnînin (kozmik varlığın (ilmi suretlerin) âleme (evrene) nisbeti (bağıntısı, ilişkisi), zıllin (gölgenin) kendisiyle kâim (mevcut) olduğu şeye nisbetidir (bağıntısıdır). Ve kezâ Hakk'a nis­beti (bağıntısı) dahi, kendisiyle tahakkuk ettiği (varlık bulduğu, meydana çıktığı) şahsa nisbetidir (bağıntısıdır). Demek ki zıll (gölge) olan âlem (evren) mevcuttur. Zîrâ şahsın zılli (gölgesi) şübhesiz histe (dünyada) mevcuttur. Fa­kat zıllin (gölgenin) vücûdu, şahsın vücûdiyle kâimdir (mevcuttur). Bunun gibi Hakk'ın zılli (gölgesi) olan âlem (evren) dahi Hakk'ın vücûdu ile kaim (mevcut) olur. Ve vücûd-i zıll (gölge vücut, (evren)) hakîkat cihetinden (yönünden) vücûd-i Hakk'ın (Hakk’ın vücudunun) aynıdır. Fakat âlemin (evrenin) taayyünü­ne nisbeti (zahir olması, belirmesi ile ilişkisi) cihetinden (yönünden) Hakk'ın gayridir (Hakk’tan başkadır).

Misâl: Bir kimse, bi'l-farz (diyelim ki), etrâfına on âyîne (ayna) vaz' edip (yerleştirip) kendisi ortada kaim olsa, (ayakta dursa) her bir âyînede (aynada) o kimsenin sûret-i zıllîsi (gölge sureti) peydâ olur. Şa­hıs bir ise de, o şahsın aynı olarak on suret zâhir olur (görülür). O kimse ağla­sa,  gülse; elini, ayağını, gözünü tahrîk etse (kımıldatsa) bu hâl ve harekâtın (hareketlerin) cümlesi (hepsi), o on sûrette de mer'î olur (görülür) . Demek ki bu sûretlerin cümlesi (hepsi) o şahs-ı vâhidin (tek şahsın) aynıdır. Fakat âyînede (aynada) mevcûd olan bu suretlerin üzerine su dökülse veyâ bir boya sürülse, o şahıs bundan müteessir olmaz (etkilenmez). Demek ki o sûretler bu şahsın gayridir (şahıstan başkadır).

Velâkin, zıllin zâhir olduğu mahall, mevcûd olduğu vakitte­dir. Hattâ eğer sen, bu zıllin zuhûruna mahall olan şeyin ademini farz etsen o zıll ma'kul olur ve histe mevcûd ol­maz idi. Belki zıllin mensûb olduğu şahsın zâtında bi'l-kuvve olur idi (19).

Ya'nî zıllin (gölgenin) bilâ-şekk (şüphesiz, şeksiz) histe (dünyada) mevcûd olması, o zıllin (gölgenin) zâhir olduğu (görüldüğü) ma­hall (yer),  mevcûd olduğu vakitte olur. Meselâ bir cismin gölgesi yere dü­şer; ve o gölge histe (dünyada) mevcûd olmuş olur. Ve bu gölgenin histe mev­cûd olması için dahi, o gölgenin zâhir olduğu (görüldüğü) zemînin vücûdu (varlığı) lâzım­dır. Binâenaleyh (nitekim) zıllin (gölgenin) histe mevcûdiyeti, ancak o zıllin (gölgenin) zâhir olduğu (meydana çıktığı, görüldüğü) zemînin mevcûdiyeti vaktinde olur. Şu halde zıllin (gölgenin) histe (dünyada) mevcûd ol­ması için üç şart lâzımdır: Birincisi, zıllin (gölgenin) zâhir olduğu (görüldüğü) mahall (yer); ikin­cisi zî-zıll, ya'nî gölgenin sâhibi olan cisim; üçüncüsü, zıllin (gölgenin) zuhû­runu icâb eden (meydana çıkmasını, görünmesini gerektiren)  nûrdur. Zıllin (gölgenin) zâhir olduğu (görüldüğü) mahallin (yerin) mukabili (karşıtı) a'yân-ı mümkinât (mümkün olan manalar); zî-zıll (gölgenin sahibi) olan şahsın mukâbili (karşıtı) dahi, vücûd-i Hakk-ı mutlak; (hakiki, mutlak vücut olan Hakk’ın vücududur) ve nûr dahi Hakk'ın ism-i Zâhir'idir (zahir esmasıdır).

Eğer zıllin (gölgenin) zûhuru (meydana çıkması) için şart olan mahallin (yerin) yokluğunu farz etsek o zıll (gölge) mertebe-i akılda kalır ve histe (dünyada) zâhir olmaz (açığa çıkmaz, görülmez) idi. Ve belki o zıll (gölge) mensûb (ait) olduğu şahısta bi'l-kuvve (potansiyel güç, kuvve olarak) mevcûd olup, meydana çıkmış ol­maz idi. Binâenaleyh (nitekim) "âlem" tesmiye olunan (diye adlandırılan) zill-i İlâhînin (İlahi gölgenin) mahall-i zuhûru (çıktığı, görüldüğü yer) olan mümkinâtın (mümkün olan, manaların, ilmi suretlerin) olmadığı farz olunsa, (kabul edilse, sayılsa) zıll (gölge) âlem-i histe (şehadet aleminde, dünyada) mev­cûd olmaz, belki kuvvede (potansiyel güç, kuvve olarak) kalır idi.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-04.11.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail