[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC
“HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi âlem ile
müsemmâ olan zıll-ı İlâhî’nin mahall-i zuhûru, ancak o a'yân-ı
mümkinâttır ki, bu zıll onun üzerine mümtedd oldu. Böyle olunca
bu zıll, bu zâtın vücûdundan, üzerine mümtedd olduğu şey
hasebiyle, idrâk olunur. Velâkin
idrâk, ism-i Nûr ile vâkı' oldu. Ve bu zıll, a'yân-ı mümkinât
üzerine gayb-i mechûl sûretinde mümtedd oldu (20).
Ya'nî "âlem"
dediğimiz şey, zıll-i İlâhîdir
(İlahi gölgedir).
Ve onun, zûhur ettiği
(meydana çıktığı, göründüğü) mahall
(yer) dahi a'yân-ı
mümkinâttır (mümkün olan
hakikâtlerdir, manalardır).
Ve bu gölge bu a'yân-ı mümkinât
(mümkün olan hakikâtler)
üzerine uzamıştır. Nitekim bir şahsın gölgesi, görünebilmek
için mutlaka bir yer üzerine düşmek ve uzamak lâzımdır.
Binâenaleyh (nitekim),
vücud-i Hakk-ı Mutlak’ın zılli
(mutlak olan, sınırsız, kayıtsız vücudun
gölgesi) ,
üzerinde uzadığı şey hasebiyle idrâk olunur. O şey dahi
mezâhirdir (görüntü yerleridir
“mevcut birimlerdir”).
Binâenaleyh (nitekim),
vücûd-i Hakk-ı Mutlak
(mutlak vücut sahibi olan Hakk) mezâhir
(görüntü yerleri olan mevcut birimler)
hasebiyle idrâk olunur. Velâkin bu idrâk "Nûr" ismi
ile vâkı' olur (gerçekleşir).
Ve "Nûr" esmâ-i Zâtiyye-i İlâhiyye’dendir
(İlahi zatın isimlerindendir).
"Vücûd-i izâfî"ye (varsayımsal,
nisbi, göreli vücuda) ve "ilm"e ve "ziyâ"ya
(ışığa) da ıtlâk olunur
(denir).
Zîrâ bunlardan her birisi eşyâyı
(varlıkları) ızhâr eder.
(açığa çıkarır) Nitekim
"vücûd-i izâfi" (nisbi, varsayımsal
vücut) olmasa idi, a'yân-ı âlem
(mana âlemi, manalar) ketm-i ademde
(Zat’ta gizli) kalır idi. Ve eğer "ilim" olmasa idi,
hiçbir şey idrâk olunmaz idi. Ve "ziyâ"
(ışık) olmasa idi, a'yân-ı
vücûdiyye (ilmi suretler)
zulmet-i sâtire içinde (karanlıklar
içinde örtülü) kalır idi. Meselâ gece karanlığında,
ışık olmadıkça odamızın içindeki eşyâyı görmek mümkün değildir.
Binâenaleyh (nitekim),
"vücûd-i izâfi" (göreli,
varsayımsal vücut) ile vücûd-i Hakk-ı Mutlak
(mutlak, asıl olan Hakk’ın kayıtsız
vücudu) idrâk olunur.
Meselâ
önümüzdeki âyînede (aynada),
arkamızda duran bir şahsın zılli
(gölgesi) mün’akis oldukda
(aksedince),
bu, o şahsın vücud-i izâfisidir
(varsayımsal, göreli, nisbi vücududur).
Bu vücûd ile o şahsı
idrâk ederiz. Ve ilim ile de âlem-i maânîyi
(mana âlemini) idrâk eyleriz.
Bi'l-farz (diyelim ki)
ilim olmasa, şu sadedinde bulunduğumuz
(mevzu ettiğimiz) Fass-ı Yûsufi'deki
(Yusuf konusundaki) hakâyıkı
(hakikâtleri),
nasıl idrâk edebilir idik? Ve ziyâ
(ışık) ile de âlem-i histe
(dünyada) mevcûd olan
sûretleri idrâk ederiz. Meselâ şems-i tâbân
(güneşin ışığı) olmasa idi,
gülzârı (gül bahçesini),
çemenzârı
(çimenleri) idrâk mümkün mü
idi?
Ve bu zıllin
(gölgenin),
ya'nî vücûd-i izâfinin
(varsayımsal, göreli, nisbi vücudun)
a'yân-ı mümkinât (mümkin
olan manalar, ilmi suretler) üzerine uzaması, gayb-ı
mechûl (bilinmeyen gayb)
sûretindedir. Ya'nî zulmet-i ademiyyet
(yokluğun karanlığı, sıkıntısı)
üzeredir. Ma'lûm olsun ki, zıll-i vücûdînin
(gölge vücudun (evrenin)
a'yân (manalar, ilmi suretler)
üzerine imtidâdı (uzaması)
evvelen mertebe-i ilimde (ilim
mertebesinde) vâkı' oldu.
(gerçekleşti) Bu da Allâh'ın gayri
(Allah’tan başkası) için
gayb-i mechûldür (bilinmeyen
gaybdır). Ancak
Hakk'ın muttali' kıldığı (bildirdiği)
kimseler için gayb-i mechûl
(bilinmez gayb) değildir.
Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a) / Mesnevi-i Şerif’de
buyururlar:
Tercüme ve izâh:
Evliyâ’nın dâmı (tuzağı)
olan o hayâlât (hayaller)
bostân-ı Hudâ’nın (Allah’ın bostanı)
meh-rûlarının
(güzellerinin) aksidir
(yansımasıdır). Yâ’nî
Evliyâ’nın dâm-ı hayâlâtı (tuzak olan
hayalleri) hevâ-yı nefsânî
(nefsinin arzu ettikleri)
olmayıp, belki bostân-ı Hudâ
(Allah’ın bostanı) olan âlem-i maâni
(mana mertebesi)
meh-rûlarının (güzellerinin)
aksi, ya'nî suver-i ilmiyye-i İlâhiyye’dir
(ilahi olan ilmi suretlerdir).
Binâenaleyh
(nitekim) onun mechûl oluşu
(bilinmeyişi),
hârice nisbeten (dışa
göre) zulmet-i ademiyyetten
(yok oluşunun karanlığından)
nâşidir (dolayıdır).
Zirâ cehl (cehalet,
bilgisizlik),
adem (yokluk) ve adem de
(yoklukta) zulmettir
(karanlıktır). Ve
zulmetin (karanlığın)
şânı, bir şeyin nefsinde ihtifâsı
(gizlenmesi) ve gayre nazaran
(başkasına göre) dahi
ihfâsıdır (bilinmezlik, gizliliktir).
Ve onun mukabili (karşıtı)
olan nûr ise bunun aksidir. Zîrâ nûrun şânı,
nefsinde zuhûr (açığa çıkma)
ve gayr (başkaları)
için dahi ızhârdır (açığa çıkarma,
aşikâr etmedir).
Sen zılâlin
siyahlığa mâil olduğunu görmez misin ki, zî-zıll olan eşhâs ile
kendi arasındaki münâsebetin uzaklığından dolayı, zevâtında
hafâya işâret eder. Ve şahıs beyaz bile olsa, onun gölgesi yine
bu mesâbededir. Sen dağları görmez misin ki, nâzırın basarından
uzak olduğu vakit kara olarak
zâhir olur. Halbuki dağlar, levniyyetten hissin idrâk ettiği
şeyin gayri üzere vâkı' olur. Ve halbuki uzaklıktan gayri bir
illet yoktur. Ve gökyüzünün mâviliği de bunun gibidir. İmdi bu,
histe uzaklığın ecsâm-ı gayr-ı neyyirede intâc ettiği bir
şeydir (21).
Ya'nî bir şahsın
gölgesi yere düştüğü vakit onun siyâha mâil
(eğik, meyleder) olduğu
görülür. Ve bu şahıs ile o gölgenin münâsebetinin uzaklığından
dolayı, siyahlık gölgede hafâya
(kapalılığa, gizliliğe) işâret eder. Histe
gölge başka, şahıs başkadır. Aralarında bu'd-i sûrî
(suret bakımından uzaklık)
vardır. Zîrâ gölge her ne kadar şahsın biçimine göre zâhir
olur (görülür) ise de,
siyâha mâil (meyleden) bir
şeydir. Ve şahısta olan şey, onda hafidir
(gizlidir).
Nitekim şahıs beyâz olsa bile gölge yine siyâha mâil
olur (meyleder).
Binâenaleyh (nitekim),
gölgede min-cihetin (bir
bakıma) zuhûr (meydana
çıkma) ve min-cihetin (bir
bakıma) dahi hafâ
(gizlilik) vardır. Ve kezâ pek uzaklarda kâin
(mevcut) olan dağlara
baktığımız vakit, gözümüze siyah renkte görünür. Halbuki
onların rengi, hiss-i basarın (gözün)
idrâk ettiği şeyin gayri
(başkalık) üzere vâkı'dir
(mevcuttur).
Meselâ yemyeşildir; yâhut çıplak bir dağ ise onu teşkîl eden
kayaların renginde olarak sarı veyâ kızıldır. Ve dağların böyle
siyah renk sûretinde görünmesindeki illet
(sebep) ancak uzaklıktır.
Eğer yakın olaydı hissimiz onu; meselâ yeşil renkte idrâk edecek
idi. Uzak olduğu için hissimizin idrâk edeceği bu yeşil rengin
gayrisi (renkten başka)
zâhir oldu (göründü).
Ve kezâ semâ dediğimiz
fezânın rengi hadd-i zâtında
(esasında) mâvi değildir. Bu'dün
(uzaklığın) te'sîri
sebebiyle gözümüze öyle görünür. İşte bu dağların siyâh ve
semânın mâvi görünmesi keyfıyeti
(hususu),
ziyâdâr (ışıklı, parlak)
olmayan ecsâmda (cisimde),
hiss-i zâhirde
(dışta hissedilen) uzaklığın
intâc eylediği (neticesinde oluşan)
şeydir.
Cenâb-ı Şeyh
(r.a.) bu misalleri, a'yân-ı mümkinât
(açığa çıkmış mümkünler (manalar)
ile nûr-i vücûd arasındaki münâsebetin uzaklığına delîl
olarak îrâd buyurdu (söyledi).
Nitekim Abdürrezzâk Kaşânî (k.s) bu ibârâtın
(cümlelerin) şerhinde
(açıklamasında) buyurur ki:
"A'yân-ı mümkinât (mümkin olanların
hakikatleri),
nûr-i vücûddan uzak olmasından nâşî
(dolayı) muzlimdir
(karanlıktır). A'yânın
(manaların) zulmetine
(karanlığına) mübâyin
(farklı, zıt) olan nur, o
a'yân (manalar) üzerine
mümtedd olduğu (uzadığı, yayıldığı)
vakit, zulmet-i ademiyyesi
(yokluğunun karanlığı) nûr-i
vücûdda te'sîr edip, nûriyyet
(nurluk) zulmete
(karanlığa) mâil olur
(meyleder). Ve
nûr-i vücûd dahi hafâya (gizliliğe) mâil bulunur. (meyleder)
Eşhâsa (şahıslara)
nisbetle (göre) zılâl
(gölge) gibi. Vücüd-i
izâfînin (göreli, nisbi vücudun)
vücüd-i Hakk'a (Hakk’ın
vücuduna) nisbeti
(bağıntısı, ilişkisi) de böyledir. Eğer vücûd-i Hak,
a'yân-ı mümkinât-ı (mümkin olan
manaları) ademiyye
(yokluk) ile takayyüd etmese
(kayıtlamasa) idi, derece-i
nihâyede (son derecede)
nûriyyette (nurlu) olur
idi de, şiddetinden nâşî (dolayı)
idrâk olunmaz idi.
İmdi taayyünât-ı zulmâniyye (zahir
olanların karanlığı)
ile muhtecib (örtünmüş)
olan kimse, âlemi (dünyayı)
görür; Hakk'ı görmez. Nitekim âyet-i kerîmede
........................... (Bakara, 2/17) ya'nî "....Onlar
zulmettedir, (karanlıktadır)
görmezler" buyrulur. Ve taayyünât hicablarını
(zahir perdelerini) kaldıran
ve zulmet hicablarını (karanlığın
perdelerini) yırtan kimse, "nûr" ile zulmetten
(karanlıktan) ve "zât" ile,
zılden (gölgeden)
muhtecib (örtünmüş) olur.
Ve biriyle diğerinden muhtecib
(örtünmüş) olmayan kimse dahi, halkın
(yaratılmışların)
siyahlığında ve zulmetinde
(karanlığında) nûr-i Hakk'ı
(Hakk’ın nurunu) müşâhede
eder (görür)."
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.11.2003
http://gulizk.com
|