88. Bölüm

KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve kezâlik a'yân-ı mümkinât dahi neyyire değildir; zirâ on­lar ma'dûmdur. Ve her ne kadar  "sübût" ile muttasıf ise de "vücûd" ile muttasıf değildir. Zîrâ "vücûd" nûrdur. Şu kadar vardır ki, ecsâm-ı neyyirede uzaklık, hiss-i zâhirde küçüklüğü i'tâ eder. İşte bu da uzaklığın diğer te'sîridir. İmdi his onu, ancak sağîrü'l-hacm olduğu halde idrâk eder. Hal­buki o a'yânında bu kadrdan büyüktür; ve kemmiyyâtın ek­seridir (22).

Ya'nî a'yân-ı mümkinât (mümkin olan manâlar), nûr-i vücûddan uzak olduğu için muzlim­dir (karanlıktır); ziyâdâr (ışıklı, parlak) değildir. Ve her ne kadar ilm-i İlâhi’de "sübût" (meydana çıkmak, sabit olmak) ile mut­tasıf (vasıflanmış) ise de "vücûd" ile muttasıf (sıfatlanmış) değildir. Binâenaleyh (nitekim) o ma'dûmdur (yoktur). Meselâ, çekirdeğin içinde ağaç "sübût" (gerçekleşmek, meydana çıkmak) ile muttasıf (vasıflanmış) ise de, "vücûd" ile muttasıf olmadığından (vasıflanmadığından) ma'dûmdur (yoktur). Ancak ziyâdâr (ışıklı, parlak) olan ecsâm (cisimler), uzaklık sebebiyle, ecsâm-ı gayr-i neyyire (nursuz, parlak olmayan cisim) gibi siyah görünmez, hiss-i zâhirde (dıştan hissedişle, beş duyu ile algılamada) küçük görünür. Bu da uzaklığın diğer bir te'sîridir (etkisidir). Halbuki onun vücûd-i hâricîsi (madde bedeni) uzaktan göründüğü kadr (kadar) değildir; kemmiyyât­ta (nicelikte) mahsüs  olduğu (hissedildiği, anlaşıldığı) mikdârdan ziyadedir (fazladır).

Nitekim delil ile bilinir ki, güneş cirmde yüz altmış ve rub' ve sümn def’a arz mislidir. Halbuki o, "ayn"da meselâ bir kalkan mikdârıncadır. İşte bu da uzaklığın te'sîridir. Böyle olunca âlemden ancak zılâlden bilindiği kadar bilinir. Ve bu zıll kendisinden mümtedd olan bir şahıstan mechûl ol­duğu kadar Hak'tan mechûl olur. İmdi o, onun zılli olduğu haysiyyetten bilinir. Ve kendisinden gölge uzayan şahsın sû­retinden olan şey, o zıllin zâtında mechûl olduğu haysiy­yetten Hak'tan mechûl olur (23).

Hz. Şeyh (r.a) zamân-ı âlîlerindeki (zamanın büyüklerinden) ilm-i hey'et erbâbının (astronomi bilginlerinin) istidlâlle­rine müsteniden (gösterdikleri delillere dayanarak) güneşin arzdan (dünyadan) yüz altmış ve rub' (dörtte bir) ve sümn (sekizde bir) def’a büyük olduğunu, ya'nî güneş arzın (dünyanın) yüz altmış misl-i tâmmı (tam katı) ve bir rub'u (dörtte biri) ve bir sümnü (sekizde biri) kadar idiğini beyân buyururlar (bildirirler). Zamânımızdaki hey'et ulemâsının (astronomi bilginlerinin) istidlâline (gösterdikleri delillere) göre, güneş arzdan (dünyadan) bir milyon üç yüz on bin defa büyüktür. Bu husustaki ihtilâf (farklılık) istidlâldedir (delilden çıkardıkları neticededir).  Her iki kav­le (deyişe) göre de güneş arzdan (dünyadan) pek çok defa büyüktür. Hz. Şeyh'in maksa­d-ı âlileri (yüksek maksatları), güneş arzdan (dünyadan) pek büyük olduğu halde, uzaklığın te'sîri (etkisi) hasebiyle, ayn-i histe (gözle hissedilen) bir kalkan büyüklüğü kadar görünmesini be­yandan (açıklamaktan) ibârettir. Uzakta olan büyük bir cismin küçük göründüğüne şübhe yoktur. Cenâb-ı Şeyh bunu misâl (örnek) olarak zikr etmiştir (anlatmıştır).

İşte bunun gibi vücûd-i mukayyed (kayıtlı vücut) olan âlem (dünya),  vücûd-i mutlaktan (kayıtsız vücuttan) pek uzak olduğundan, görünüşte küçük ve muzlimdir (karanlıktır).  Binâenaleyh (nitekim),  bir şahıs gölgesinden ne kadar mâ’lûm (bilgisi) olursa, Hak dahi vücûd-i âlemden (evrenin varlığından) o kadar ma'lûm (bilgisi) olur. Zîrâ a’yân (ilmi suretler) ,  taayyünât-ı kesîre (meydana çıkan çokluklar) ile mü­teayyin olan (beliren, açığa çıkan) Zât-ı İlâhiyye’dir (İlahi Zat’tır) . Ve bu a'yân (manalar) min-haysü'z-Zât (Zatı bakımından) Hakk'ın aynıdır ve min-haysü't-taayyünât (meydana çıkmaları, bellilik kazanmaları bakımından) zılâldir (gölgedir).  Şu halde Hakk'ın isimle­rinin zılâli (gölgesi) ve sûretleri olan a'yân-ı âlemden (manâlar âleminden) ve bu zılâlin zılâli (gölgenin gölgesi) olan bu mevcüdât-ı hâriciyyeden, (dışarıda gördüğümüz mevcutlardan) ya'nî nazar-ı his (gözümüz) ile gördüğümüz eşyâ­dan (varlıklardan) zât-ı Hak (Hakk’ın Zât’ı) ne kadar ma'lûm (haberli, bilgili) olur ise, o kadar bilinir. Ve gölgesi uzayan şahıstan, o gölgeye bakıldığı vakit mechûl kalan (bilinmeyen) şey, ne ka­dar ise, Hakk'ın zılli (gölgesi) olan âlemin  vücûduna nazar olundukda (bakıldığında) dahi, Hak'tan o kadar mechûl (bilgisiz) kalır. Binâenaleyh (nitekim), âlem  Hakk'ın zılli (gölgesi) oldu­ğu cihetle (yönüyle), Hakk'ın Rabb-i umûm (bütün her şeyin Rabb’ı) ve İlâh-ı âlem (âlemin İlah’ı) olduğu bilinir. Ve kendisinden zıll (gölge) mümtedd olan (uzayan, yayılan) şahsın sûretinden bulunan şey, o zıl­lin (gölgenin) zâtında mechûl olduğu (bilinmediği) haysiyyetle (bakımdan), Hak'tan mechûl (bilgisiz) olur. Meselâ arkanızda bir şahıs kâim (ayakta) bulunup gölgesi önünüze düşse, bu gölge­den arkanızda bir adam bulunduğunu bilirsiniz. Fakat bu uzayan göl­genin zâtında, gölge sâhibinin sûretinden bulunan şey, mechûl kal­mıştır. Meselâ kaşı, gözü ağzının biçimi ve sâiresi (diğer şeyleri) bu gölgeden anla­şılmaz. Yalnız anladığınız şey, arkanızda gölgenin sâhibi olan bir adam bulunmasından ibârettir. İşte tıpkı zıllullah (Allah’ın gölgesi) olan âlem  ile zî-zıll (gölgenin sahibi) olan Hak dahi böyledir. Ve nûr-i vücûd kendisinden mümtedd olan (yayılan, uzayan) Hakk’ın ıtlâk-ı zâtîsi (kayıtsız, hür olan zatı) ve lâ-taayyünî (Zât mertebesi, taayyünsüzlük boyutu) süreti mümkinât (ilmi suretler) üzere mümtedd olan (uzayan, yayılan) vücûdda meşhûd değildir (görülemez).

İşte bundan dolayı, biz deriz ki, tahkîkan Hak, bize bir vech ile ma'lûmdur ve diğer bir vech ile de mechûldür (24).

Ya'nî âlem (evren), Hakk'ın zılli (gölgesi) olduğundan ve zıllin (gölgenin) sâhibi ise, mümtedd olan (yayılan, uzayan) zıllinden (gölgesinden) mücmelen (öz, özet olarak) bilindiğinden dolayı, Hak kendisinin zılli (gölgesi) olan âlemden  bize mücmelen (öz özet olarak) ma'lûm olur (bilinir). Ve gölge sâhibinin sûre­tinden bulunan şey, gölgenin zâtında mechûl (bilinmezlik içinde) kaldığından, bu i'ti­bâr (husus) ile Hak bize mechûl (gizli) olur.

"Sen Rabbine nazar etmez misin, zılli nasıl uzattı? Eğer di­lese idi, onu sâkin kılar idi'; (Furkan, 25/45) ya'nî bilkuvve onda olur idi (25).

Hz. Şeyh (r.a) sûre-i Furkanda (furkan suresinde) olan bu âyet-i kerîme ile, zıll-i vü­cûdun (gölge vücudun) a’yân-ı mümkinât (mümkün olan manalar) üzerine mümtedd olduğunu (yayıldığını, uzadığını) istidlâl eyledi (kanıtladı).  Ya'nî âyet-i kerîmenin ma'nâ-yı münîfi (yüce manası) böyle demek olur: Ey Habî­bim (ey sevgilim),  sen Rabb'ine nazar etmez misin (bakmaz mısın), nûr-i vücûdu (nurlu vücudunu) a'yân-ı mümki­nât (mümkin olan manalar) üzerine nasıl uzattı ve nûr-i vücûd ile suver-i âlemde (âlem suretlerinde) nasıl tecel­lî eyledi? Eğer meşiyyeti taalluk edeydi (isteseydi, irade etseydi), o zıll-i memdûdu (uzayan, yayılan gölgeyi) sâkin kı­lar idi. Ya'nî uzayan gölge Hakk'ın vücûdunda kuvvede (potansiyel kuvve, güç olarak) kalır ve aslâ zâhir olmazdı (meydana çıkmaz, görülmezdi).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-18.11.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail