KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC
“HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve kezâlik a'yân-ı mümkinât dahi
neyyire değildir; zirâ onlar ma'dûmdur. Ve her ne kadar
"sübût" ile muttasıf ise de "vücûd" ile muttasıf değildir. Zîrâ
"vücûd" nûrdur. Şu kadar vardır ki, ecsâm-ı neyyirede uzaklık,
hiss-i zâhirde küçüklüğü i'tâ eder. İşte bu da uzaklığın diğer
te'sîridir. İmdi his onu, ancak sağîrü'l-hacm olduğu halde idrâk
eder. Halbuki o a'yânında bu kadrdan büyüktür; ve kemmiyyâtın
ekseridir (22).
Ya'nî a'yân-ı
mümkinât (mümkin olan manâlar),
nûr-i vücûddan uzak olduğu için muzlimdir
(karanlıktır);
ziyâdâr (ışıklı, parlak)
değildir. Ve her ne kadar ilm-i İlâhi’de "sübût"
(meydana çıkmak, sabit olmak)
ile muttasıf (vasıflanmış)
ise de "vücûd" ile muttasıf
(sıfatlanmış) değildir.
Binâenaleyh (nitekim) o
ma'dûmdur (yoktur).
Meselâ, çekirdeğin içinde ağaç "sübût"
(gerçekleşmek, meydana çıkmak)
ile muttasıf (vasıflanmış)
ise de, "vücûd" ile muttasıf olmadığından
(vasıflanmadığından) ma'dûmdur
(yoktur). Ancak ziyâdâr
(ışıklı, parlak) olan ecsâm
(cisimler),
uzaklık sebebiyle, ecsâm-ı gayr-i neyyire
(nursuz, parlak olmayan cisim)
gibi siyah görünmez, hiss-i zâhirde
(dıştan hissedişle, beş duyu ile
algılamada) küçük görünür. Bu da uzaklığın diğer bir
te'sîridir (etkisidir).
Halbuki onun vücûd-i hâricîsi (madde
bedeni) uzaktan göründüğü kadr
(kadar) değildir;
kemmiyyâtta (nicelikte)
mahsüs olduğu (hissedildiği, anlaşıldığı)
mikdârdan ziyadedir
(fazladır).
Nitekim delil
ile bilinir ki, güneş cirmde yüz altmış ve rub' ve sümn def’a
arz mislidir. Halbuki o, "ayn"da meselâ bir kalkan
mikdârıncadır. İşte bu da uzaklığın te'sîridir. Böyle olunca
âlemden ancak zılâlden bilindiği kadar bilinir. Ve bu zıll
kendisinden mümtedd olan bir şahıstan mechûl olduğu kadar
Hak'tan mechûl olur. İmdi o, onun zılli olduğu haysiyyetten
bilinir. Ve kendisinden gölge uzayan şahsın sûretinden olan
şey, o zıllin zâtında mechûl olduğu haysiyyetten Hak'tan mechûl
olur (23).
Hz. Şeyh (r.a)
zamân-ı âlîlerindeki (zamanın
büyüklerinden) ilm-i hey'et erbâbının
(astronomi bilginlerinin)
istidlâllerine müsteniden
(gösterdikleri delillere dayanarak) güneşin arzdan
(dünyadan) yüz altmış ve rub'
(dörtte bir) ve sümn
(sekizde bir) def’a büyük
olduğunu, ya'nî güneş arzın
(dünyanın) yüz altmış misl-i tâmmı
(tam katı) ve bir rub'u
(dörtte biri) ve bir sümnü
(sekizde biri) kadar idiğini
beyân buyururlar (bildirirler).
Zamânımızdaki hey'et ulemâsının
(astronomi bilginlerinin) istidlâline
(gösterdikleri delillere)
göre, güneş arzdan (dünyadan)
bir milyon üç yüz on bin defa büyüktür. Bu husustaki ihtilâf
(farklılık) istidlâldedir
(delilden çıkardıkları neticededir).
Her iki kavle
(deyişe) göre de güneş arzdan
(dünyadan) pek çok defa
büyüktür. Hz. Şeyh'in maksad-ı âlileri
(yüksek maksatları),
güneş arzdan (dünyadan)
pek büyük olduğu halde, uzaklığın te'sîri
(etkisi) hasebiyle, ayn-i
histe (gözle hissedilen)
bir kalkan büyüklüğü kadar görünmesini beyandan
(açıklamaktan) ibârettir.
Uzakta olan büyük bir cismin küçük göründüğüne şübhe yoktur.
Cenâb-ı Şeyh bunu misâl (örnek)
olarak zikr etmiştir
(anlatmıştır).
İşte bunun gibi
vücûd-i mukayyed (kayıtlı vücut)
olan âlem (dünya),
vücûd-i mutlaktan
(kayıtsız vücuttan) pek uzak olduğundan, görünüşte
küçük ve muzlimdir (karanlıktır).
Binâenaleyh
(nitekim),
bir şahıs gölgesinden ne
kadar mâ’lûm (bilgisi)
olursa, Hak dahi vücûd-i âlemden
(evrenin varlığından) o kadar ma'lûm
(bilgisi) olur. Zîrâ a’yân
(ilmi suretler) ,
taayyünât-ı kesîre
(meydana çıkan çokluklar) ile
müteayyin olan (beliren, açığa
çıkan) Zât-ı İlâhiyye’dir
(İlahi Zat’tır) .
Ve bu a'yân (manalar)
min-haysü'z-Zât (Zatı bakımından)
Hakk'ın aynıdır ve min-haysü't-taayyünât
(meydana çıkmaları, bellilik kazanmaları
bakımından) zılâldir
(gölgedir). Şu
halde Hakk'ın isimlerinin zılâli
(gölgesi) ve sûretleri olan a'yân-ı âlemden
(manâlar âleminden) ve bu
zılâlin zılâli (gölgenin gölgesi)
olan bu mevcüdât-ı hâriciyyeden,
(dışarıda gördüğümüz mevcutlardan)
ya'nî nazar-ı his
(gözümüz) ile gördüğümüz eşyâdan
(varlıklardan) zât-ı Hak
(Hakk’ın Zât’ı) ne kadar
ma'lûm (haberli, bilgili)
olur ise, o kadar bilinir. Ve gölgesi uzayan şahıstan, o gölgeye
bakıldığı vakit mechûl kalan
(bilinmeyen) şey, ne kadar ise, Hakk'ın zılli
(gölgesi) olan âlemin
vücûduna nazar olundukda
(bakıldığında) dahi, Hak'tan o kadar mechûl
(bilgisiz) kalır. Binâenaleyh
(nitekim),
âlem Hakk'ın
zılli (gölgesi) olduğu
cihetle (yönüyle),
Hakk'ın Rabb-i umûm (bütün
her şeyin Rabb’ı) ve İlâh-ı âlem
(âlemin İlah’ı) olduğu
bilinir. Ve kendisinden zıll (gölge)
mümtedd olan (uzayan,
yayılan) şahsın sûretinden bulunan şey, o zıllin
(gölgenin) zâtında mechûl
olduğu (bilinmediği)
haysiyyetle (bakımdan),
Hak'tan mechûl (bilgisiz)
olur. Meselâ arkanızda bir şahıs kâim
(ayakta) bulunup gölgesi
önünüze düşse, bu gölgeden arkanızda bir adam bulunduğunu
bilirsiniz. Fakat bu uzayan gölgenin zâtında, gölge sâhibinin
sûretinden bulunan şey, mechûl kalmıştır. Meselâ kaşı, gözü
ağzının biçimi ve sâiresi (diğer
şeyleri) bu gölgeden anlaşılmaz. Yalnız anladığınız
şey, arkanızda gölgenin sâhibi olan bir adam bulunmasından
ibârettir. İşte tıpkı zıllullah
(Allah’ın gölgesi) olan âlem
ile zî-zıll
(gölgenin sahibi) olan Hak
dahi böyledir. Ve nûr-i vücûd kendisinden mümtedd olan
(yayılan, uzayan) Hakk’ın
ıtlâk-ı zâtîsi (kayıtsız, hür olan
zatı) ve lâ-taayyünî (Zât
mertebesi, taayyünsüzlük boyutu) süreti mümkinât
(ilmi suretler)
üzere mümtedd olan
(uzayan, yayılan) vücûdda meşhûd değildir
(görülemez).
İşte bundan
dolayı, biz deriz ki, tahkîkan Hak, bize bir vech ile ma'lûmdur
ve diğer bir vech ile de mechûldür (24).
Ya'nî âlem
(evren),
Hakk'ın zılli (gölgesi)
olduğundan ve zıllin
(gölgenin) sâhibi ise, mümtedd olan
(yayılan, uzayan) zıllinden
(gölgesinden) mücmelen
(öz, özet olarak)
bilindiğinden dolayı, Hak kendisinin zılli
(gölgesi) olan âlemden
bize mücmelen
(öz özet olarak) ma'lûm olur
(bilinir).
Ve gölge sâhibinin sûretinden bulunan şey, gölgenin
zâtında mechûl (bilinmezlik içinde)
kaldığından, bu i'tibâr
(husus) ile Hak
bize mechûl (gizli) olur.
"Sen Rabbine
nazar etmez misin, zılli nasıl uzattı? Eğer dilese idi, onu
sâkin kılar idi'; (Furkan, 25/45) ya'nî bilkuvve onda olur idi
(25).
Hz. Şeyh (r.a)
sûre-i Furkanda (furkan suresinde)
olan bu âyet-i kerîme ile, zıll-i vücûdun
(gölge vücudun) a’yân-ı
mümkinât (mümkün olan manalar)
üzerine mümtedd olduğunu
(yayıldığını, uzadığını) istidlâl eyledi
(kanıtladı).
Ya'nî âyet-i kerîmenin
ma'nâ-yı münîfi (yüce manası)
böyle demek olur: Ey Habîbim (ey
sevgilim), sen
Rabb'ine nazar etmez misin (bakmaz
mısın), nûr-i
vücûdu (nurlu vücudunu)
a'yân-ı mümkinât (mümkin olan
manalar) üzerine nasıl uzattı ve nûr-i vücûd ile
suver-i âlemde (âlem suretlerinde)
nasıl tecellî eyledi? Eğer meşiyyeti taalluk edeydi
(isteseydi, irade etseydi),
o zıll-i memdûdu (uzayan,
yayılan gölgeyi) sâkin kılar idi. Ya'nî uzayan gölge
Hakk'ın vücûdunda kuvvede (potansiyel kuvve, güç olarak) kalır ve aslâ zâhir olmazdı
(meydana çıkmaz, görülmezdi).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-18.11.2003
http://gulizk.com
|