[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC
“HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Der ki: Hak
Teâlâ zılli ızhâr etmek için mümkinâta tecellî etmeyeydi,
el'ân'" vücûdda aynı zâhir olmayan mümkinâttan bâkî olan şey
gibi olur idi. "Ondan sonra biz güneşi zılle delîl eyledik:”
(Furkan, 25/45) O da Hakk'ın "Nûr" ismidir ki, biz onu
zikrettik. Ve his ona şehâdet eder. Zirâ, nûrun ademi ile,
zılâl için bir ayn yoktur. "Ondan sonra biz onu kabz-ı yesir
ile bize kabz ettik”: (Furkan, 25/46) Ve ancak onu kendine
kabz etti. Zîrâ o, O'nun zıllidir. O'ndan zâhir oldu ve emrin
küllisi O'na rücû' eder. İmdi o, O'dur; O'nun gayri değildir.
Böyle olunca senin idrâk ettiğin her bir şey, a'yân-ı
mümkinâtta olan vücûd-i Hak'tır. İmdi hüviyyet-i Hak
haysiyyetinden o, O'nun vücûdudur. Ve kendisinde olan suverin
ihtilâfi haysiyyetinden o, a'yân-ı mümkinâttır. Şu halde
sûretlerin ihtilâfiyle, nasıl ki ondan zıll ismi zâil olmazsa,
suverin ihtilâfiyle ism-i âlem yâhut ism-i sivâ-yı Hak
ondan
öylece zâil olmaz. İmdi onun zıll olmasının ahadiyyeti
haysiyyetinden o, Hak'tır Zîrâ
Hak, vücud-i Vâhid ve Ahad'dir. Ve suverin kesreti
haysiyyetinden o, âlemdir. İmdi benim sana izâh eylediğim şeyi
mütefattın ve mütehakkık ol! (26).
Ya'nî Cenâb-ı
Şeyh (ra.) ......................... (Furkân, 25/45) âyet-i
kerîmesinin tefsîri hakkında böyle buyurur: Hak Teâlâ buyurur
ki: "Eğer Hak, kendisinin zılli
(gölgesi) olan mümkinâtın
(mümkün olan şeylerin)
ızhârı (açığa çıkarmak)
için tecellî etmeye idi, bu zıll
(gölge) ketm-i ademde
(Zât’ında yokluk içinde) bâkî
(daimi) kalır idi. Nitekim
vücûd-i hâricîde (vücut dışında)
aynı zâhir olmayan
(manası açığa çıkmayan) bâ’zı mümkinât
(mümkünler, ilmi suretler)
ketm-i ademde (bütün mahkukların
ilki olan cevher-i ahzar’ın çıktığı yer (taayyün-i evvel
mertebesinde) bâkidir."
(daimidir) Zirâ .........................
(Hicr, 15/21) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu
(açıklandığı) üzere, ketm-i
ademde (taayyün-i evvel
mertebesinde yokluk içinde) bulunan eşyânın
(ilmi suretlerin) cümlesi
(hepsi) birdenbire zâhir
olmaz (meydana çıkmaz);
belki ânen-fe-ânen (git
gide, gittikçe ve sürekli olarak) kader-i ma’lûm
(bilinen kaderi) üzere
vücûd-i hâricîde (vücudun dışında)
zâhir olur (aşikâr olur).
Nitekim, zamân-ı hâzırdaki
(bulunduğumuz zamandaki)
keşfiyyât (keşifler, buluşlar)
ve ihtirâ'ât (icatlar)
birdenbire zâhir olmamıştır
(meydana gelmemiştir).
Sene-be-sene (seneden seneye)
mütezâyiden (artarak)
kader-i ma'lûm (bilinen
kaderi) üzere hâdis
(sonradan) olmuş ve bundan sonra da yine öylece
hâdis olacaktır (sonradan meydana
gelecektir).
Henüz vücûd-i hâricîde (vücudun
dışında) zâhir olmayanlar
(meydana çıkmamışlar)
ketm-i ademdedir (Zât’ta gizli,
yokluk içindedirler).
Meselâ bahçemizde bir gül ağacı var, bu sene gül
verdi. Gelecek seneler de yine birtakım güller zâhir
olacaktır. Bunlar henüz ketm-i ademdedir
(Zât’ta gizlidir).
Ve kezâ insanın gölgesi vardır. Bu gölge uzamadığı
vakit, o şahsın zâtında kâmindir
(gizli, potansiyel haldedir).
"Zıll
(gölge) uzadıktan sonra, biz güneşi zılle
(gölgeyle) delîl ettik
(belgeledik) ". (Furkân,
25/45) Ve delîl (belge, şahit)
olan güneş, Hakk'ın Nûr ismidir ki, biz onu
.............. kavliyle
(sözleriyle) bâlâda
(yukarıda) zikrettik
(bahsettik).
Binâenaleyh (nitekim),
bir cismin gölgesinin idrâki
(anlaşılması), nasıl
ki güneş ile vâkı' olur
(gerçekleşir) ise, Hakk'ın zılli
(gölgesi) olan âlemin
(evrenin) idrâki
(anlaşılması) dahi Hakk'ın
Nûr ismi ile vâkı' olur
(gerçekleşir).
Ve zılâlin (gölgenin)
vücûdu ve idrâki güneş ile olduğuna his
(beş duyu) şehâdet eder.
Zîrâ, nûr-i şems (güneşin nuru)
münbasıt olmayınca
(yayılmayınca, genişlemeyince) gölge vücûd-pezîr
(vücut kazanmış) olmaz.
Meselâ gece zulmette (karanlıkta)
ayakta duran bir şahsın gölgesi zâhir olmaz. İşte
bunun gibi, zıll-i âlemin (gölge
olan bu evrenin) vücûdu dahi ancak Hakk'ın Nûr
ismiyle vâkı' (mevcut)
olur.
"Ondan sonra biz
o zıll-i memdûdu (uzatılmış gölgeyi)
kabz-ı yesîr (kolayca
çekmek) ile kendi zâtımıza çektik." (Furkân, 25/46)
Ve bu kabz, (çekme),
zılle (gölgeye)
delîl olan nûru kabz etmekle
(çekmekle) vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Ya'nî vücûd-i ekvandan (vücudun
varlığından) ibâret olan zılli
(gölgeyi),
Hak yavaş yavaş ve kolaylıkla kendine çekti. Zîrâ
vücûd-i eşyânın (vücut bulmuş
varlıkların) yavaş yavaş fenâya
(yok olmaya) yüz tuttuğunu
her an ayn-i his (gözlerimiz)
ile görmekteyiz. Nitekim bir çocuk doğar, mürâhık olur
(büluğa erer),
şâbb (delikanlı)
olur, ihtiyârlar, sonra da ölür. Bunlar hepsi yavaş yavaş
ve insan farkına bile varmaksızın kolaylıkla olur. Mevt
(ölüm) ise zıllin
(gölgenin) zi-zılle
(gölge sahibine)
çekilmesidir. Ve zılden (gölgeden)
ibâret olan âlemi (evreni)
Hak Teâlâ, kendi zılli
(gölgesi) olduğu için zâtına çekti. Zîrâ nefes-i
Rahmânîsinin (Rahmanın nefesinin
(ilmi suretlerin açığa çıkmalarının) hareket-i
inbisâtiyyesi (yayılma hareketi)
ile ondan zâhir olur
(açığa çıkar). Ve hareket-i inkıbâziyye (çekme
hareketi) ile yine ona rücû' eder
(geri döner).
Ve emrin kâffesi (bütün
işlerin, hususların hepsi) ona rücû' eder
(geri döner).
Binâenaleyh (nitekim),
o, O'dur. Ya’ni vücud-i âlem
(evrenin vücudu) vücûd-ı
Hak'tır; (Hakk’ın vücududur)
O'nun gayri (başkası)
değildir. İkisinin arasındaki fark, mutlak
(kayıtsız, şartsız, hür) ve
mukayyed (kayıtlı, bağlı)
olmaktan başka bir şey değildir; bu da i'tibârîdir
(gerçekte olmayıp var kabul edilendir,
rölatiftir). Zîrâ
hiçbir mukayyed (kayıtlanmış)
yoktur ki, kendisinde mutlak
(hür, kayıtsız) olmasın. Meselâ hayvâniyyet, bir
ma'nâ-yı mutlaktır (kayıtsız,
sınırsız bir manadır, kavramdır)."Nâtık" mefhûmu
(konuşma kavramı) ise, onun bir kaydıdır. Halbuki
mâ’nâ-yı mutlak (kayıtsız bir mana,
kavram) olan "hayvâniyyet" olmadıkça, kayd-ı
nâtıkıyyet (konuşmaklığın, söz
söylemenin kayıtlılığı)
mutasavver değildir
(düşünülemez).
Binâenaleyh (nitekim)
mukayyed (kayıtlı) ancak
mutlak (kayıtsız) ile
mevcûd olur Ve mutlak (kayıtsız)
dahi âncak mukayyede
(kayıtlıya) inhisâr ile
(özel, mahsus olarak)
tecelli eder. Zîrâ bin defa
"hayvan" desen insan mefhûmu (manası)
anlaşılmaz. Ancak "nâtık"
(konuşma, söz söyleme) kaydına inhisâr ettiği
(kaydıyla özelleştirdiği, mahsus
kıldığı) vakit, kâil
(konuşan) murâdını
(demek istediğini) ifâde
etmiş (söylemiş) olur.
İmdi ma'kulât
(akılla idrak edilen şeyler)
ve mahsüsâttan (gözle görülen
şeylerden) olarak vücüd-i âlemden idrâk ettiğin her
bir şey, â’yân-ı mümkinâtta (mümkün
olan manalarda, ilmi suretlerde) mütecelli olan
(görünen) Hakk'ın vücûdudur.
Ve vücud-i Hak, a'yânın (manaların,
ilmi suretlerin) evsâfı
(vasıfları) ve hususiyyâtı
(özellikleri) ile zâhir
olmuştur (meydana çıkmıştır).
Ma'lûm olsun ki, â’yân-ı sâbite
(ilmi suretler) Hakk'ın ve
esmâsının âyînesidir (aynasıdır).
Zîrâ â’yân-ı sâbite (ilmi
suretler) olmasa esmâ-i ilâhiyye’nin
(İlahi isimlerin) sûretleri
Hakk'a zâhir olmaz (açığa çıkmaz,
görülmez) idi. Nitekim âyîne
(ayna) olmasa, insan kendi
sûretini göremez. Ve a'yân-ı sâbite,
(ilmi suretler) ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın ilminde) peydâ olan
(çıkan) esmâ sûretleri
olup; Hakk'ın ilmi ise Zât’ının aynı olduğundan, bu a'yân-ı
sâbite (ilmi suretler, manalar)
Hakk'ın aynı olur. Ve hazret-i şehâdette
(içinde bulunduğumuz âlemde)
bu sûretleri hâmil (taşıyan, sahip)
olan "nefes-i Rahmânî"dir
(Rahman’ın nefesidir).
Bu da vücûd-i Hakk'ın
(Hakk’ın vücudunun) aynıdır. Şu kadar ki, a'yân-ı
sâbite (manalar),
el'ân (şu anda dahi)
mertebe-i ilimde (Allah’ın
ilminde) hâl-i ademdedir
(yokluk hali içindedirler).
Vücûd-i Mutlak’ın (Zât’ın,
mutlak vücudun) tenezzülâtından
(inişlerinden) hâsıl olan
(meydana gelen) vücûd-i
izâfinin (göreli, nisbi vücudun)
hâmil olduğu (taşıdığı,
sahip olduğu) bu gördüğümüz sûretler, o a'yân-ı
sâbite sûretlerinin (ilmi suretlerin,
manaların) aksi
ve zıllidir (gölgesidir).
İşte bir muvahhidin
(tevhid edenin, Allah’ın birliğine inananın) meşreb
(mizacı) ve zevk-ı
ma'rifeti (ilim zevki)
budur.
Binâenaleyh
(nitekim),
bu mukaddimeden (geçen
bahislerden) sonra anlaşılır ki, Hakk'ın hüviyyeti
(Zât’ı) idrâk olunan şeyde
zâhir olduğu (göründüğü, meydana
çıktığı) haysiyyetle
(bakımından), o şey Hakk'ın vücûdudur. Ve
sûretlerin ihtilâfı (farklı oluşları)
haysiyyetiyle (hususuyla)
o şey’-i müdrik (idrak
eden şey),
â’yân-ı mümkinâttır (mümkün olan
manalardır). Ve
â’yân-ı mümkinâtın (mümkün manaların)
sûretleri başka başka olmakla o idrâk olunan şeyin
adı değişmeyip, ona nasıl ki yine "zıll"
(gölge) denilirse, eşhâs-ı
âlemin (şahıslar âleminin)
sûretleri başka başka olmakla ondan dahi öylece "âlem” ismi
veyâhut "sivâ-yı Hak" (Hakk’tan
başkası, masiva) ismi gitmez. Ve mâdemki o idrâk
olunan şey zılldir (gölgedir)
ve sûretlerin ihtilâfıyle
(suretlerin farklı oluşuyla) ondan zıll
(gölge) ismi gitmiyor, şu
halde zılliyyetteki Ahadiyyet
(gölgelikteki teklik) haysiyyetiyle
(hususuyla),
o idrâk olunan şey Hak'tır. Zîrâ Hak, vücûd-i Vâhid
ve Ahad'dır. Ve sûretlerin çokluğu cihetinden
(yönünden),
o idrâk olunan şey âlemdir. Ya'nî burada üç ahadiyyet
görünüyor: Birisi zıllin (gölgenin)
ahadiyyeti; ikincisi âlemin
ahadiyyeti; üçüncüsü Hakk'ın ahadiyyeti. Ve iki
evvelki ahadiyyetler, Hakk'ın ahadiyyeti ile müttehıddir
(birleşmiştir).
Misâl:
Bir kimsenin etrâfına beş fotoğraf makinesi vaz' olunsa
(konsa),
her birisinin camına o şahsın zılli
(gölgesi) düşer. Beş camda
beş sûret zâhir olur (görülür).
Fakat cümlesi zılliyyette
(hepsi gölgelikte) ahadiyyet üzerinedir. Çünkü zılden
(gölgeden) başka bir şey
değildirler. Ve bu beş sûretin cümlesine
(bütün hepsine) de o şahsın
gayri (başkası) olan
"fotoğraf' ismini veririz. Binâenaleyh
(nitekim), o beş sûret bu
cihetten dahi ahadiyyet üzeredir. Fakat sûretlerin adedi beş
olmakla şahsın taaddüdü (çoğalması)
lâzım gelmez. Şahıs dahi ahadiyyet üzeredir. Ve iki
evvelki ahadiyyetler şahsın ahadiyyeti ile müttehıddir
(birleşmiştir).
Zîrâ şahsın vücûdu olmasa bu
ahadiyyet-i i'tibâriyyeler (teklik
varsayımları) dahi mevcûd olmazdı.
İmdi Şeyh (r.a)
buyururlar ki: İşte idrâk olunan şeyin vücûdu, Hakk'ın
"hüviyet"i (zatı)
cihetinden Hakk'ın vücûdu olduğunu ve sûretlerin ihtilâfı
(farklılığı) cihetinden
(yönünden) âlem
(evren ve evren suretleri) ve
sivâ-yı Hak (Hakk’tan başka)
bulunduğunu sana îzâh ettim. Bu hakîkati bilmek husûsunda
sen fatîn (zeki, kavrayışlı)
ol ve tahkîk et (gerçeğini
araştır)!
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-25.11.2003
http://gulizk.com
|