89. Bölüm

[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Der ki: Hak Teâlâ zılli ızhâr etmek için mümkinâta tecellî etmeyeydi, el'ân'" vücûdda aynı zâhir olmayan mümkinâttan bâkî olan şey gibi olur idi. "Ondan sonra biz güneşi zılle delîl eyledik:” (Furkan, 25/45) O da Hakk'ın "Nûr" is­midir ki, biz onu zikrettik. Ve his ona şehâdet eder. Zirâ, nûrun ademi ile, zılâl için bir ayn yoktur. "Ondan sonra biz onu kabz-ı yesir ile bize kabz ettik”: (Furkan, 25/46) Ve ancak onu kendine kabz etti. Zîrâ o, O'nun zıllidir. O'ndan zâhir oldu ve emrin küllisi O'na rücû' eder. İmdi o, O'dur; O'nun gayri değildir. Böyle olunca senin idrâk ettiğin her bir şey, a'yân-ı mümkinâtta olan vücûd-i Hak'tır. İmdi hüviyyet-i Hak haysiyyetinden o, O'nun vücûdudur. Ve ken­disinde olan suverin ihtilâfi haysiyyetinden o, a'yân-ı müm­kinâttır. Şu halde sûretlerin ihtilâfiyle, nasıl ki ondan zıll ismi zâil olmazsa, suverin ihtilâfiyle ism-i âlem yâhut ism-i sivâ-yı Hak  ondan öylece zâil olmaz. İmdi onun zıll olma­sının ahadiyyeti haysiyyetinden o, Hak'tır Zîrâ Hak, vücud-i Vâhid ve Ahad'dir. Ve suverin kesreti haysiyyetinden o, âlemdir. İmdi benim sana izâh eylediğim şeyi mütefattın ve mütehakkık ol! (26).

Ya'nî Cenâb-ı Şeyh (ra.) ......................... (Furkân, 25/45) âyet-i kerîmesinin tefsîri hakkında böyle buyurur: Hak Teâlâ buyurur ki: "Eğer Hak, kendisinin zılli (gölgesi) olan mümkinâtın (mümkün olan şeylerin) ızhârı (açığa çıkarmak) için tecellî etme­ye idi, bu zıll (gölge) ketm-i ademde (Zât’ında yokluk içinde) bâkî (daimi) kalır idi. Nitekim vücûd-i hâricîde (vücut dışında) aynı zâhir olmayan (manası açığa çıkmayan) bâ’zı mümkinât (mümkünler, ilmi suretler) ketm-i ademde (bütün mahkukların ilki olan cevher-i ahzar’ın çıktığı yer (taayyün-i evvel mertebesinde) bâkidir." (daimidir) Zirâ ......................... (Hicr, 15/21) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (açıklandığı) üzere, ketm-i ademde (taayyün-i evvel mertebesinde yokluk içinde) bulunan eşyâ­nın (ilmi suretlerin) cümlesi (hepsi) birdenbire zâhir olmaz (meydana çıkmaz); belki ânen-fe-ânen (git gide, gittikçe ve sürekli olarak) kader-i ma’lûm (bilinen kaderi) üzere vücûd-i hâricîde (vücudun dışında) zâhir olur (aşikâr olur). Nitekim, zamân-ı hâzırdaki (bulunduğumuz zamandaki) keş­fiyyât (keşifler, buluşlar) ve ihtirâ'ât (icatlar) birdenbire zâhir olmamıştır (meydana gelmemiştir). Sene-be-sene (seneden seneye) mütezâ­yiden (artarak) kader-i ma'lûm (bilinen kaderi) üzere hâdis (sonradan) olmuş ve bundan sonra da yine öylece hâdis olacaktır (sonradan meydana gelecektir). Henüz vücûd-i hâricîde (vücudun dışında) zâhir olmayanlar (meydana çıkmamışlar) ketm-i ademdedir (Zât’ta gizli, yokluk içindedirler). Meselâ bahçemizde bir gül ağacı var, bu sene gül verdi. Gelecek seneler de yine birtakım güller zâhir olacaktır. Bunlar he­nüz ketm-i ademdedir (Zât’ta gizlidir). Ve kezâ insanın gölgesi vardır. Bu gölge uzamadığı vakit, o şahsın zâtında kâmindir (gizli, potansiyel haldedir).

"Zıll (gölge) uzadıktan sonra, biz güneşi zılle (gölgeyle) delîl ettik (belgeledik) ". (Furkân, 25/45) Ve delîl (belge, şahit) olan güneş, Hakk'ın Nûr ismidir ki, biz onu .............. kavliyle (sözleriyle) bâlâda (yukarıda) zikrettik (bahsettik). Binâenaleyh (nitekim), bir cismin göl­gesinin idrâki (anlaşılması),  nasıl ki güneş ile vâkı' olur (gerçekleşir) ise, Hakk'ın zılli (gölgesi) olan âlemin (evrenin) idrâki (anlaşılması) dahi Hakk'ın Nûr ismi ile vâkı' olur (gerçekleşir). Ve zılâlin (gölgenin) vücû­du ve idrâki güneş ile olduğuna his (beş duyu) şehâdet eder. Zîrâ, nûr-i şems (güneşin nuru) mün­basıt olmayınca (yayılmayınca, genişlemeyince) gölge vücûd-pezîr (vücut kazanmış) olmaz. Meselâ gece zulmette (karanlıkta) ayak­ta duran bir şahsın gölgesi zâhir olmaz. İşte bunun gibi, zıll-i âle­min (gölge olan bu evrenin) vücûdu dahi ancak Hakk'ın Nûr ismiyle vâkı' (mevcut) olur.

"Ondan sonra biz o zıll-i memdûdu (uzatılmış gölgeyi) kabz-ı yesîr (kolayca çekmek) ile kendi zâtımıza çektik." (Furkân, 25/46) Ve bu kabz, (çekme), zılle (gölgeye) delîl olan nûru kabz et­mekle (çekmekle) vâkı' oldu (gerçekleşti). Ya'nî vücûd-i ekvandan (vücudun varlığından) ibâret olan zılli (gölgeyi), Hak yavaş yavaş ve kolaylıkla kendine çekti. Zîrâ vücûd-i eşyânın (vücut bulmuş varlıkların) yavaş yavaş fenâya (yok olmaya) yüz tuttuğunu her an ayn-i his (gözlerimiz) ile görmekteyiz. Nitekim bir çocuk doğar, mürâhık olur (büluğa erer), şâbb (delikanlı) olur, ihtiyârlar, sonra da ölür. Bun­lar hepsi yavaş yavaş ve insan farkına bile varmaksızın kolaylıkla olur. Mevt (ölüm) ise zıllin (gölgenin) zi-zılle (gölge sahibine) çekilmesidir. Ve zılden (gölgeden) ibâret olan âlemi (evreni) Hak Teâlâ, kendi zılli (gölgesi) olduğu için zâtına çekti. Zîrâ nefes-i Rahmânî­sinin (Rahmanın nefesinin (ilmi suretlerin açığa çıkmalarının) hareket-i inbisâtiyyesi (yayılma hareketi) ile ondan zâhir olur (açığa çıkar). Ve hareket-i inkı­bâziyye (çekme hareketi) ile yine ona rücû' eder (geri döner). Ve emrin kâffesi (bütün işlerin, hususların hepsi) ona rücû' eder (geri döner). Bi­nâenaleyh (nitekim), o, O'dur. Ya’ni vücud-i âlem (evrenin vücudu) vücûd-ı Hak'tır; (Hakk’ın vücududur) O'nun gayri (başkası) değildir. İkisinin arasındaki fark, mutlak (kayıtsız, şartsız, hür) ve mukayyed (kayıtlı, bağlı) olmaktan başka bir şey değildir; bu da i'tibârîdir (gerçekte olmayıp var kabul edilendir, rölatiftir).  Zîrâ hiçbir mukayyed (kayıtlanmış) yoktur ki, kendisinde mutlak (hür, kayıtsız) olmasın. Meselâ hayvâniyyet, bir ma'nâ-yı mut­laktır (kayıtsız, sınırsız bir manadır, kavramdır)."Nâtık" mefhûmu (konuşma kavramı) ise, onun bir kaydıdır. Halbuki mâ’nâ-yı mut­lak (kayıtsız bir mana, kavram) olan "hayvâniyyet" olmadıkça, kayd-ı nâtıkıyyet (konuşmaklığın, söz söylemenin kayıtlılığı) mutasavver de­ğildir (düşünülemez). Binâenaleyh (nitekim) mukayyed (kayıtlı) ancak mutlak (kayıtsız) ile mevcûd olur Ve mut­lak (kayıtsız) dahi âncak mukayyede (kayıtlıya) inhisâr ile (özel, mahsus olarak) tecelli eder.  Zîrâ bin defa "hayvan" desen insan mefhûmu (manası) anlaşılmaz. Ancak "nâtık" (konuşma, söz söyleme) kaydına inhisâr ettiği (kaydıyla özelleştirdiği, mahsus kıldığı) vakit, kâil (konuşan) murâdını (demek istediğini) ifâde etmiş (söylemiş) olur.

İmdi ma'kulât (akılla idrak edilen şeyler) ve mahsüsâttan (gözle görülen şeylerden) olarak vücüd-i âlemden idrâk etti­ğin her bir şey, â’yân-ı mümkinâtta (mümkün olan manalarda, ilmi suretlerde) mütecelli olan (görünen) Hakk'ın vücûdu­dur. Ve vücud-i Hak, a'yânın (manaların, ilmi suretlerin) evsâfı (vasıfları) ve hususiyyâtı (özellikleri) ile zâhir olmuştur (meydana çıkmıştır). Ma'lûm olsun ki, â’yân-ı sâbite (ilmi suretler) Hakk'ın ve esmâsının âyînesidir (aynasıdır). Zîrâ â’yân-ı sâbite (ilmi suretler) olmasa esmâ-i ilâhiyye’nin (İlahi isimlerin) sûretleri Hakk'a zâhir olmaz (açığa çıkmaz, görülmez) idi. Nitekim âyîne (ayna) olmasa, insan kendi sûretini göremez. Ve a'yân-ı sâbite, (ilmi suretler) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) peydâ olan (çıkan) esmâ sûretleri olup; Hakk'ın ilmi ise Zât’ının aynı olduğundan, bu a'yân-ı sâbite (ilmi suretler, manalar) Hakk'ın aynı olur. Ve hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) bu sûretleri hâmil (taşıyan, sahip) olan "nefes-i Rahmânî"dir (Rahman’ın nefesidir). Bu da vücûd-i Hakk'ın (Hakk’ın vücudunun) aynıdır. Şu kadar ki, a'yân-ı sâbite (manalar), el'ân (şu anda dahi) mertebe-i ilimde (Allah’ın ilminde) hâl-i ademdedir (yokluk hali içindedirler). Vücûd-i Mutlak’ın (Zât’ın, mutlak vücudun) tenezzülâtından (inişlerinden) hâsıl olan (meydana gelen) vücûd-i izâfinin (göreli, nisbi vücudun) hâmil olduğu (taşıdığı, sahip olduğu) bu gördüğümüz sûretler, o a'yân-ı sâbite sûretlerinin (ilmi suretlerin, manaların) aksi ve zıllidir (gölgesidir). İşte bir muvahhidin (tevhid edenin, Allah’ın birliğine inananın) meş­reb (mizacı) ve zevk-ı ma'rifeti (ilim zevki) budur.

Binâenaleyh (nitekim), bu mukaddimeden (geçen bahislerden) sonra anlaşılır ki, Hakk'ın hüviy­yeti (Zât’ı) idrâk olunan şeyde zâhir olduğu (göründüğü, meydana çıktığı) haysiyyetle (bakımından), o şey Hakk'ın vü­cûdudur. Ve sûretlerin ihtilâfı (farklı oluşları) haysiyyetiyle (hususuyla) o şey’-i müdrik (idrak eden şey), â’yân-ı mümkinâttır (mümkün olan manalardır).  Ve â’yân-ı mümkinâtın (mümkün manaların) sûretleri başka başka olmakla o idrâk olunan şeyin adı değişmeyip, ona nasıl ki yine "zıll" (gölge) denilir­se, eşhâs-ı âlemin (şahıslar âleminin) sûretleri başka başka olmakla ondan dahi öylece "âlem” ismi veyâhut "sivâ-yı Hak" (Hakk’tan başkası, masiva) ismi gitmez. Ve mâdemki o idrâk olunan şey zılldir (gölgedir) ve sûretlerin ihtilâfıyle (suretlerin farklı oluşuyla) ondan zıll (gölge) ismi gitmiyor, şu halde zılliyyetteki Ahadiyyet (gölgelikteki teklik) haysiyyetiyle (hususuyla), o idrâk olunan şey Hak'­tır. Zîrâ Hak, vücûd-i Vâhid ve Ahad'dır. Ve sûretlerin çokluğu cihe­tinden (yönünden), o idrâk olunan şey âlemdir. Ya'nî burada üç ahadiyyet görü­nüyor: Birisi zıllin (gölgenin) ahadiyyeti; ikincisi âlemin ahadiyyeti; üçüncüsü Hakk'ın ahadiyyeti. Ve iki evvelki ahadiyyetler, Hakk'ın ahadiyyeti ile müttehıddir (birleşmiştir).

Misâl: Bir kimsenin etrâfına beş fotoğraf makinesi vaz' olunsa (konsa), her birisinin camına o şahsın zılli (gölgesi) düşer. Beş camda beş sûret zâhir olur (görülür). Fakat cümlesi zılliyyette (hepsi gölgelikte) ahadiyyet üzerinedir. Çünkü zılden (gölgeden) başka bir şey değildirler. Ve bu beş sûretin cümlesine (bütün hepsine) de o şahsın gayri (başkası) olan "fotoğraf' ismini veririz. Binâenaleyh (nitekim), o beş sûret bu cihetten dahi ahadiyyet üzeredir. Fakat sûretlerin adedi beş olmakla şahsın taaddüdü (çoğalması) lâzım gelmez. Şahıs dahi ahadiyyet üzeredir. Ve iki evvelki ahadiyyetler şahsın ahadiyyeti ile müttehıddir (birleşmiştir).  Zîrâ şahsın vücûdu olmasa bu ahadiyyet-i i'tibâriyyeler (teklik varsayımları) dahi mevcûd olmazdı.

İmdi Şeyh (r.a) buyururlar ki: İşte idrâk olunan şeyin vücûdu, Hakk'ın "hüviyet"i (zatı) cihetinden Hakk'ın vücûdu olduğunu ve sûretlerin ihtilâfı (farklılığı) cihetinden (yönünden)  âlem (evren ve evren suretleri) ve sivâ-yı Hak (Hakk’tan başka) bulunduğunu sana îzâh ettim. Bu hakîkati bilmek husûsunda sen fatîn (zeki, kavrayışlı) ol ve tahkîk et (gerçeğini araştır)!

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-25.11.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail