90. Bölüm

[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve emr, benim sana zikrettiğim üzere oldukda, âlem müteveh­hemdir. Onun için vücûd-i hakîkî yoktur. Ve bu, hayâlin ma'­nâsıdır. Ya'nî sana hayâl kılınmış oldu ki, tahkîkan âlem emr-i zâiddir; kendi nefsiyle kâimdir; Hak'tan hâriçtir. Halbuki âlem, nefs-i emrde böyle değildir. Sen hiss-i zâhirde zılli gör­mez misin? Kendisinden mümtedd olan şahsa muttasıl olduğu halde, bu ittisâlden infikâk, o zıll üzere müstahîl olur (27).

Cenâb-ı Şeyh (r.a) buyururlar ki: Ben sana birtakım hakâyık (hakikâtler) ve maârif (marifetler, bilgiler) zikrettim (anlattım). Bundan anlaşıldı ki âlem (evren), vehmi ve hayâlî bir şey­dir. Onun vücûd-i hakîkîsi (gerçek vücudu) ve müstakılli (kendine ait bir vücudu) yoktur. Vücûd-i hakikî (gerçek, hakiki vücut) Hakk'­ın ve "vücûd-i izâfi" (nisbi, göreli olan, gölge vücut) dahi âlemin vücûdudur. Çünkü âlem vücûd-i hakikinin (gerçek, hakiki vücudun) zıllidir (gölgesidir).  Zıll (gölge) ise kendi nefsiyle kâim (ayakta) olmayıp kıyâmda (var olmada) zî­zılle (gölge sahibine) muhtaçtır, Âlemin mütevehhem (vehmedilmesi,zan) olması dahi ma'nâ-yı hayâldir. Ya'nî sence âlemin emr-i zâid (fazladan, ilave) olduğu ve kendi nefsiyle kâim (mevcut) bulun­duğu ve Hak'tan hâriç (dışarıda) olduğu tahayyül olunur (hayal edilir, düşünülür).  İşte bu tahayyüle mebni (düşünceye, hayal etmeye dayanarak) âlem için  "hayâldir”, denilir. Halbuki âlem,  nefs-i emrde (aslına bakılırsa, gerçekte) Hakk'ın vücudundan hâriç (dışında) ve kendi nefsiyle kâim (mevcut) ve vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) üzere emr-i zâid (ilave edilmiş) değildir. Nitekim hiss-i zâhir (dış duyuların) ile baktığın vakit, şahs-ı kâimin (ayakta duran kişinin) kendisine muttasıl (bitişik, aralıksız) olarak uzamış olan gölgesinin o ittisâl­den (bitişik olduğu yerden) ayrılması mümkün olmadığını görürsün. Binâenaleyh (nitekim) emr-i vâ­hid, (tek şey) birisi "şahsıyyet" ve diğeri "zılliyyet"ten (gölgelikten) ibâret olan iki sûrette zâhir olmuştur (görünmüştür). Ve böyle iki sûrette zuhûr (meydana çıkması) sebebiyle, şahıs ile gölge arasında muğâyeret (başkalık) tevehhüm olunarak, (vehmedilerek) zıll (gölge) için bir vücûd tahayyül olunur (düşünülür, hayal edilir).

İmdi sen aynını ârif ol ve sen kimsin? Ve "hüviyet"in ne­dir? Ve Hakk'a nisbetin nedir? Ve sen ne şeyle Hak'sın ve ne şeyle âlemsin ve sivâ ve bunun gayrisin? Ve bu elfâ­za müşâkil olan şeysin? Ve bu ilimde ulemâ, âlim ve a'lem olarak mütefâzıldır (28).

Ya'nî sen ayn-ı sâbiteni (ilmi suretini) tanı ki, o Hakk'ın şuûn-i Zâtiyyesinden (Zât’ına ait işlerden, fiillerden) bir şe'n (bir iş, bir fiil) ve onun ma'lûmâtı (bilinen) sûretlerinden bir sûrettir. Ve sen "hü­viyyet"ini (hakikâtini, zâtını) bil ki, sen ayn-ı sâbitenin (ilmi suretinin) husûsiyyetinde (özelliklerinde) zâhir olan (görülen) Hakk'­ın vücûdusun. Ve Hakk'a nisbetini (olan bağını, ilişkini) bil ki, senin Hakk'a nisbetin (bağın, ilişkin), mu­kayyedin (kayıtlı olanın) mutlaka (kayıtsız, hür olana) ve gölgenin şahs-ı kaime (ayakta duran, mevcut  kişiye) nisbeti (ilişkisi, bağıntısı) gibidir. Ve ne şeyle (hangi hakikâtle) Hak olduğunu anla! / Zîrâ sen "hüviyyet"in (kimliğin, zatın) ve "hakîkat"in cihetiyle (yönüyle) Hak'sın ve "taayyün"ün (meydana çıkmışlığın, şeklin, suretin) cihetiyle (yönüyle) âlemsin ve Hakk'ın gayri­sin (Hak’tan başkasın). Ve bu elfâza (sözlere) müşâbih (benzer) ne varsa o'sun Ve ulemâ (âlimler) bu ilimde mütefâ­vittir (birbirinden farklıdır). Kimi âlimdir ve kimi a'lemdir. Ve bu tefâvüt (aralarındaki bu farklılık) müşâhedeki (görüşteki) te­fâvüte (farklıkların çeşitli oluşana) mebnîdir (dayanır). Şöyle ki:

1.  Taayyünât-ı kesîreyi (meydana çıkmış çoklukları) müşâhede eden (gören) kimseler, "halk"ı (yaratılmışları) görürler.
2. Bu taayyünât-ı kesîrede (meydana çıkmış çokluklarda, birimlerde) mütecellî olan (görünen) vücûd-i ahadîyi (yalın, sırf, tek olan vücudu) müşâhe­de eden (gören) kimseler, "Hakk"ı görürler.
3. İki i'tibâr (husus) ile iki vechi (tarafı) dahi müşâhede eden (gören) kimseler, hem halkı (yaratılmışları) ve hem de Hakk'ı görürler.
4. Niseb (sıfatlar) ve izâfât ile (izafi olanlarla, kayıtlılarla) mütekessir olan (çoğalan) suveri (suretleri) hakîkat-i vâhide (tek hakikâtte) mü­şâhede eden (gören), ya'nî Zât ile, Ahad-i esmâ ile (Zât ve esmayı tek bir varlık, vücut olarak) küll (bir bütün) müşâhede eyleyen (gören) kimse, Allâh'ı hakkıyla tanıyan ehlullahdandır (Allah ehlileridir).
5. Halkı (yaratılmışları) görmeksizin Hakk'ı müşâhede eden (gören) kimse, makâm-ı fe­nâ (yokluk mertebesi) olan "cem" makamında hâl sâhibidir.
6. Hakk'ı halkta (yaratılmışlarda) ve halkı (yaratılmışları) Hak'ta müşâhede eden (gören) kimse, fenâdan (cem makamından, yok oluştan) sonra hâsıl olan (husule gelen) bakâ (bakilik, devamlılık) ve "cem"'den sonra hâsıl olan "fark" ma­kâmında şuhûd-ı kâmil (kâmil, tam görüş) sâhibidir. Ve bu makâmın sâhibi makâmâ­t-ı sâire (diğer mertebelerin) ashâbından (sahiplerinden) daha âlimdir. (Şerh-i Kâşâni'den alınmıştır)

İmdi Hak, zıll-i hâssa nisbet ile, küçük ve büyük ve sâf ve asfâdır. Zücâcda nâzırdan hicâbına nisbetle nur gibidir ki, onun rengiyle mütelevvin olur.  Halbuki nefsü'l-emrde onun rengi yoktur. Velâkin sen onu, Rabb'in ile hakîkatine darb-ı misâl görürsün (29).

Gölgenin hiss-i zâhirde mevcûd olması (gözle görülebilmesi) için üç şart lâzım olduğu bâlâda (yukarıda) zikredilmiş (bahsedilmiş) idi. Bunlardan birisi "zıllin (gölgenin) zâhir olduğu (görüldüğü) mahal" (yer), ikincisi "nûr" (ışık), üçüncüsü "zî-zıll" (gölge sahibi) idi. Gölgenin düştüğü mahal (yer) i'vi­câclı (engebeli) ise gölge de muavvec (eğri) olup mahalle (yere) göre zâhir olur (görünür).  Binâena­leyh (nitekim) bu a'yân-i mümkinât (mümkün olan manalar, ilmi suretler) Hakk'ın zıllinin (gölgesinin) düştüğü mahal (yer) olduğun­dan, zikrolunan (bahsedilen) hüküm, a'yân-ı mümkinâtta (kozmik yapıda) da öylece cârî (geçerli) olur. Şu halde Hak, a'yân-ı sağîreye (küçük manalara) nisbetle (göre) küçük ve büyüğe nisbetle (göre) bü­yük ve meselâ nüfûs-i mücerredeye (saf, katıksız, yalın olan nefislere) nisbetle (göre) sâf (temiz, halis) ve ukûl-i mücerre­deye (saf, yalın, katıksız akla) nisbetle (göre) asfâ (en saf, en temiz) olarak zâhir olur (görülür). Ve o nûra benzer. Eğer camın rengi kırmızı ise kırmızı ve yeşil ise yeşil görünür. Halbuki, onun rengi yoktur. Eğer cam renksiz ise nûr dahi bî-renk (renksiz) meşhûd olur (görülür). Camın rengi, nâzırın (bakanın) nazarında (bakışında) o nûrun sâfıyyetine hicâb (perde) olur. Ve her ne kadar nûrun hadd-i zâtında (esasında) rengi yok ise de, camın levniyle (rengiyle) mülevven olan (renklenen) nûru, sen Rabb'in ile hakîkatine darb-ı misâl görür­sün. Ya'nî sen görürsün ki, Hak senin hakîkatinin âyinesinde (aynasında), onun husûsiyyetine göre mütelevvindir (renklenmiştir).  Nitekim "Suyun rengi kabının rengidir" derler. Velhâsıl Hak, a'yânda (ilmi suretlerde),  o a'yânın (manaların) suver-i ahvâliyle (oluştuğu suretlerle) mütecellîdir (tecelli eder, görünür). O nur ve senin hakîkâtin dahi cam gibidir. Eğer hakî­katin bulanık ise bulanık ve eğer musaffâ (süzülmüş, saflaştırılmış) ise musaffâ (saflaştırılmış) olarak zâhir olur (görülür).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-02.12.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail