[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC
“HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve emr,
benim sana zikrettiğim üzere oldukda, âlem mütevehhemdir.
Onun için vücûd-i hakîkî yoktur. Ve bu, hayâlin ma'nâsıdır.
Ya'nî sana hayâl kılınmış oldu ki, tahkîkan âlem emr-i
zâiddir; kendi nefsiyle kâimdir; Hak'tan hâriçtir. Halbuki
âlem, nefs-i emrde böyle değildir. Sen hiss-i zâhirde zılli
görmez misin? Kendisinden mümtedd olan şahsa muttasıl olduğu
halde, bu ittisâlden infikâk, o zıll üzere müstahîl olur (27).
Cenâb-ı Şeyh
(r.a) buyururlar ki: Ben sana birtakım hakâyık
(hakikâtler) ve maârif
(marifetler, bilgiler)
zikrettim (anlattım).
Bundan anlaşıldı ki âlem
(evren),
vehmi ve hayâlî bir şeydir. Onun vücûd-i hakîkîsi
(gerçek vücudu) ve
müstakılli (kendine ait bir vücudu)
yoktur. Vücûd-i hakikî
(gerçek, hakiki vücut) Hakk'ın ve "vücûd-i izâfi"
(nisbi, göreli olan, gölge vücut)
dahi âlemin
vücûdudur. Çünkü âlem
vücûd-i hakikinin (gerçek, hakiki
vücudun) zıllidir
(gölgesidir). Zıll
(gölge) ise kendi
nefsiyle kâim (ayakta)
olmayıp kıyâmda (var olmada)
zîzılle (gölge sahibine)
muhtaçtır, Âlemin
mütevehhem (vehmedilmesi,zan)
olması dahi ma'nâ-yı hayâldir. Ya'nî sence âlemin
emr-i zâid (fazladan, ilave)
olduğu ve kendi nefsiyle kâim
(mevcut) bulunduğu ve Hak'tan hâriç
(dışarıda) olduğu tahayyül
olunur (hayal edilir, düşünülür).
İşte bu tahayyüle mebni
(düşünceye, hayal etmeye dayanarak)
âlem için
"hayâldir”, denilir. Halbuki âlem,
nefs-i emrde (aslına
bakılırsa, gerçekte) Hakk'ın vücudundan hâriç
(dışında) ve kendi nefsiyle
kâim (mevcut) ve vücûd-i
Hak (Hakk’ın vücudu)
üzere emr-i zâid (ilave edilmiş)
değildir. Nitekim hiss-i zâhir
(dış duyuların) ile
baktığın vakit, şahs-ı kâimin
(ayakta duran kişinin) kendisine muttasıl
(bitişik, aralıksız) olarak
uzamış olan gölgesinin o ittisâlden
(bitişik olduğu yerden)
ayrılması mümkün olmadığını görürsün. Binâenaleyh
(nitekim) emr-i vâhid,
(tek şey) birisi
"şahsıyyet" ve diğeri "zılliyyet"ten
(gölgelikten) ibâret olan
iki sûrette zâhir olmuştur
(görünmüştür).
Ve böyle iki sûrette zuhûr
(meydana çıkması) sebebiyle, şahıs ile gölge
arasında muğâyeret (başkalık)
tevehhüm olunarak,
(vehmedilerek) zıll
(gölge) için bir vücûd tahayyül olunur
(düşünülür, hayal edilir).
İmdi sen
aynını ârif ol ve sen kimsin? Ve "hüviyet"in nedir? Ve Hakk'a
nisbetin nedir? Ve sen ne şeyle Hak'sın ve ne şeyle âlemsin ve
sivâ ve bunun gayrisin? Ve bu elfâza müşâkil olan şeysin? Ve
bu ilimde ulemâ, âlim ve a'lem olarak mütefâzıldır (28).
Ya'nî sen
ayn-ı sâbiteni (ilmi suretini)
tanı ki, o Hakk'ın şuûn-i Zâtiyyesinden
(Zât’ına ait işlerden, fiillerden)
bir şe'n (bir iş, bir
fiil) ve onun ma'lûmâtı
(bilinen) sûretlerinden bir sûrettir. Ve sen
"hüviyyet"ini (hakikâtini, zâtını)
bil ki, sen ayn-ı sâbitenin
(ilmi suretinin)
husûsiyyetinde (özelliklerinde)
zâhir olan (görülen)
Hakk'ın vücûdusun. Ve Hakk'a nisbetini
(olan bağını, ilişkini) bil
ki, senin Hakk'a nisbetin (bağın,
ilişkin),
mukayyedin (kayıtlı olanın)
mutlaka (kayıtsız, hür olana)
ve gölgenin şahs-ı kaime
(ayakta duran, mevcut kişiye)
nisbeti (ilişkisi, bağıntısı)
gibidir. Ve ne şeyle
(hangi hakikâtle) Hak olduğunu anla! / Zîrâ sen
"hüviyyet"in (kimliğin, zatın)
ve "hakîkat"in cihetiyle
(yönüyle) Hak'sın ve
"taayyün"ün (meydana çıkmışlığın,
şeklin, suretin) cihetiyle
(yönüyle) âlemsin ve
Hakk'ın gayrisin (Hak’tan
başkasın). Ve
bu elfâza (sözlere)
müşâbih (benzer) ne
varsa o'sun Ve ulemâ (âlimler)
bu ilimde mütefâvittir
(birbirinden farklıdır). Kimi âlimdir ve kimi
a'lemdir. Ve bu tefâvüt
(aralarındaki bu farklılık) müşâhedeki
(görüşteki) tefâvüte
(farklıkların çeşitli oluşana)
mebnîdir (dayanır).
Şöyle ki:
1.
Taayyünât-ı
kesîreyi (meydana çıkmış çoklukları)
müşâhede eden (gören)
kimseler, "halk"ı
(yaratılmışları) görürler.
2. Bu taayyünât-ı kesîrede
(meydana çıkmış çokluklarda, birimlerde)
mütecellî olan (görünen)
vücûd-i ahadîyi (yalın,
sırf, tek olan vücudu) müşâhede eden
(gören) kimseler, "Hakk"ı
görürler.
3. İki i'tibâr (husus) ile
iki vechi (tarafı) dahi
müşâhede eden (gören)
kimseler, hem halkı (yaratılmışları)
ve hem de Hakk'ı görürler.
4. Niseb (sıfatlar) ve
izâfât ile (izafi olanlarla,
kayıtlılarla) mütekessir olan
(çoğalan) suveri
(suretleri) hakîkat-i vâhide
(tek hakikâtte) müşâhede
eden (gören),
ya'nî Zât ile, Ahad-i esmâ ile
(Zât ve esmayı tek bir varlık, vücut olarak) küll
(bir bütün) müşâhede eyleyen
(gören) kimse, Allâh'ı
hakkıyla tanıyan ehlullahdandır
(Allah ehlileridir).
5. Halkı (yaratılmışları)
görmeksizin Hakk'ı müşâhede eden
(gören) kimse, makâm-ı fenâ
(yokluk mertebesi) olan "cem"
makamında hâl sâhibidir.
6. Hakk'ı halkta (yaratılmışlarda)
ve halkı (yaratılmışları)
Hak'ta müşâhede eden
(gören) kimse, fenâdan
(cem makamından, yok oluştan) sonra hâsıl olan
(husule gelen) bakâ
(bakilik, devamlılık) ve
"cem"'den sonra hâsıl olan "fark" makâmında şuhûd-ı kâmil
(kâmil, tam görüş) sâhibidir.
Ve bu makâmın sâhibi makâmât-ı sâire
(diğer mertebelerin)
ashâbından (sahiplerinden)
daha âlimdir. (Şerh-i Kâşâni'den alınmıştır)
İmdi Hak, zıll-i hâssa nisbet ile,
küçük ve büyük ve sâf ve asfâdır. Zücâcda nâzırdan hicâbına
nisbetle nur gibidir ki, onun rengiyle mütelevvin olur. Halbuki
nefsü'l-emrde onun rengi yoktur. Velâkin sen onu, Rabb'in ile
hakîkatine darb-ı misâl görürsün (29).
Gölgenin hiss-i
zâhirde mevcûd olması (gözle
görülebilmesi) için üç şart lâzım olduğu bâlâda
(yukarıda) zikredilmiş
(bahsedilmiş) idi. Bunlardan
birisi "zıllin (gölgenin)
zâhir olduğu (görüldüğü)
mahal" (yer),
ikincisi "nûr" (ışık),
üçüncüsü "zî-zıll" (gölge
sahibi) idi. Gölgenin düştüğü mahal
(yer) i'vicâclı
(engebeli) ise gölge de
muavvec (eğri) olup
mahalle (yere) göre zâhir
olur (görünür).
Binâenaleyh
(nitekim) bu a'yân-i mümkinât
(mümkün olan manalar, ilmi suretler)
Hakk'ın zıllinin
(gölgesinin) düştüğü mahal
(yer) olduğundan, zikrolunan
(bahsedilen) hüküm,
a'yân-ı mümkinâtta (kozmik yapıda)
da öylece cârî (geçerli)
olur. Şu halde Hak, a'yân-ı sağîreye
(küçük manalara) nisbetle
(göre) küçük ve büyüğe
nisbetle (göre) büyük ve
meselâ nüfûs-i mücerredeye (saf,
katıksız, yalın olan nefislere) nisbetle
(göre) sâf
(temiz, halis) ve ukûl-i
mücerredeye (saf, yalın, katıksız
akla) nisbetle (göre)
asfâ (en saf, en temiz)
olarak zâhir olur
(görülür). Ve o
nûra benzer. Eğer camın rengi kırmızı ise kırmızı ve yeşil ise
yeşil görünür. Halbuki, onun rengi yoktur. Eğer cam renksiz ise
nûr dahi bî-renk (renksiz)
meşhûd olur (görülür).
Camın rengi, nâzırın
(bakanın) nazarında
(bakışında) o nûrun sâfıyyetine hicâb
(perde) olur. Ve her ne kadar
nûrun hadd-i zâtında (esasında)
rengi yok ise de, camın levniyle
(rengiyle) mülevven olan
(renklenen) nûru, sen Rabb'in
ile hakîkatine darb-ı misâl görürsün. Ya'nî sen görürsün ki,
Hak senin hakîkatinin âyinesinde
(aynasında),
onun husûsiyyetine göre mütelevvindir
(renklenmiştir).
Nitekim "Suyun rengi kabının
rengidir" derler. Velhâsıl Hak, a'yânda
(ilmi suretlerde),
o a'yânın
(manaların) suver-i ahvâliyle
(oluştuğu suretlerle)
mütecellîdir (tecelli eder, görünür).
O nur ve senin hakîkâtin dahi cam gibidir. Eğer
hakîkatin bulanık ise bulanık ve eğer musaffâ
(süzülmüş, saflaştırılmış)
ise musaffâ (saflaştırılmış)
olarak zâhir olur
(görülür).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-02.12.2003
http://gulizk.com
|