91. Bölüm

[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve eğer sen zücâcın yeşilliğinden dolayı "nur yeşildir" der­sen, sâdıksın ve şâhidin histir. Ve eğer nur, "yeşil değil­dir ve renkli de değildir" dersen, nitekim onu sana delîl i'tâ eyledi, sâdıksın. Ve senin şâhidin, sahih olan nazar-ı ak­lîdir. İmdi bu, zılden mütedd olan nûrdur. O da zücâcın aynıdır. Böyle olunca, onun sâfi olmasından nâşi, o zıll-i nûridir (30).

Ya'nî yeşil renkli camdan nüfûz eden (geçen) nûr-i şems (güneşin nuru), yeşil olarak ak­settiği için "nur yeşildir" dersen, doğru söylemiş olursun. Çünkü göz­ün onu yeşil görmüştür. Böyle olduğuna hissin (duyuların) şehâdet ediyor. Ve eğer hissinden sarf-ı nazar, edip (vazgeçip) nazar-ı aklîni (akli görüşünü) isti'mâl ederek (kullanarak), "güne­şin nûru hadd-i zâtında (gerçekte) renkli değildir; bu yeşillik ancak camdan geçtiği için olmuştur" dersen, yine sözünde sâdıksın (doğrusun).  Şâhidin dahi sahîh (doğru, gerçek) olduğuna şübhe olmayan nazar-ı aklîndir (akli görüşündür).Ve zücâc (cam) ile mülev­ven (renklenmiş) olan bu nûr, zücâcdan (camdan) mümtedd olan (yayılan) bir zıll-i nûrîdir (nurun gölgesidir). Ve sâf ve şeffaf olan zücâcın (camın) aynıdır. Zîrâ o zücâcı (camı) kaldırmış olsak, o yeşil renkte görünen zıllı-i nûrî (nurun gölgesi) gâib olur (kaybolur).

İmdi cenâb-ı Şeyh (r.a)’in bu misâldeki garaz-ı âlîleri (yüce maksatları), mertebe-i şe­hâdetteki (görülen, hissedilen içinde bulunduğumuz  mertebedeki) şeyle, mertebe-i gaybdeki şeye (gözle görülmeyen, gizli olan mertebedekini) istidlâldir (delil göstererek anlatmasıdır). Binâenaleyh (nitekim) bu nûr, vücûd-i hâricîye (açığa çıkmış, bellilik kazanmış vücuda) işârettir.  Ya'nî bu nûr-i vücüdî (vücudun nuru),  a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) isti'dâd ve kâbiliyyetlerine göre hâriçte (dışarıda) mümted olmuştur (uzamıştır, yayılmıştır).  Ve bu a'yân (manalar) dahi, nûru kabûl eden zücâcın (camın) aynıdır. Ve bu a'yân-ı sâbi­te (manalar, ilmi suretler), nûru, isti'dâdlarının iktizâ ettiği (gerektirdiği) renk ile mülevven kılmıştır (renklendirmiştir).Bi­nâenaleyh (nitekim), vücûd-i kevnî, (kevni evren) a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) safvetinden (temizliğinden, saflığından) ve şeffâfıye­tinden (şeffaflığından, nurundan) nâşî (dolayı),  onun rengine boyanmış bir zıll-i nûrîdir (nurun gölgesidir).

Ve kezâlik bizden Hak ile mütehakkık olan ba'zımızda, onun safvetinden nâşi, gayrisinde zâhir olan sûretten da­ha çok, onda sûret-i Hak zâhir olur. Ve bizden ba'zı kimse vardır ki, Hak'tan ihbâr eden şâri'in i'tâ eylediği alâmât ile, Hak, onun sem'i ve basarı ve cemî'i kuvâsı ve cevârihı olur. Bununla berâber zıllin aynı mevcûddur. Zîrâ ...... da­ki zâmir ona âid olur. Ve abidden onun gayrisi böyle de­ğildir. İmdi bu abdin vücud-i Hakk'a nisbeti, abîdden bu­nun gayrisinin nisbetinden akrebdir (31).

Ya'ni nûr, zücâc (cam) ve zıll (gölge) misâlinde olduğu gibi, bizden Hak ile mütehakkık olan (gerçekleşen (Hakk’ın zatında fani olan) bâ’zı ehlullah (Allah ehlileri) vardır ki, safvetinden (saflığından, berraklığından) ve nûrâniyyetin­den nâşî (dolayı), Hakk'ın sureti ondan, onun mertebesinde olmayan ba'zı eh­lullahdan (Allah ehlilerinden) daha çok zâhir oldu (görüldü).  Zîrâ ehlullah (Allah’a ermiş kişiler) safvet (saflık, berraklık) ve nûrâniyyette mütefâvittir (farklıdır).

Mesnevî:

Tercüme:

Kim ki âyineye çok verse cilâ

Sâfiyâne görünür sûret ona

Biz ehlullah (Allah’a ermiş zatlar) tâifesinden ba'zı kimsemiz vardır ki, Hak onun sem'i (işetme duyusu) ve basarı (görme duyusu) ve cemî'-i kuvâsı (bütün meleki güçleri) ve cevârihi (uzuvları) olur. Ve Hak abdin (kulun) sem'i (işitme duyusu) ve basarı (görme duyusu) olması dahi muhbir-i sâdık (sadık haberci) (s.a.v.) Efendimiz'in Hak'tan ih­bâr buyurduğu (haber verdiği) ........................ hadîs-i şerîfi ile sâbittir. Ve Hak, abdin (kulun) cemî'-i kuvâsı (bütün meleki güçleri) ve a'zâsı (organları, uzuvları) olmakla berâber, abdde (kulda) olan zıllin (gölgenin) aynı mevcûddur. Zîrâ zikrolunan (adı geçen) hadîs-i kudsîde ........... daki zamîr, abde (kula) râci'dir (dönüktür, aittir). Ve Hak, bu abdin gayri (kuldan başka) olup sıfât-ı Hak'ta (Hakk’ın sıfatlarında) kendi sıfâtından fânî (yok) olmayan kimsenin kuvâsı (meleki güçleri) ve cevârihı (uzuvları) değildir. Binâenaleyh (nitekim) Hak, ku­vâsı (meleki güçleri) ve cevârihı (uzuvları) olan abdin (kulun) vücûd-i Hakk'a (Hakk’ın vücuduna) nisbeti (ilişkisi), kendisinin gayri (kendisinden başka) olan kimsenin vücûd-i Hakk'a (Hakk’ın vücuduna) olan nisbetinden (ilişkisinden) daha yakındır.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) burada, Hak'la mütehakkık olan (Hakk ile olan, (Hakk’ın Zât’ında fani olan) ehlullâhın (Allah’a erenlerin) iki kısım olduğuna işâret buyururlar:

Birisi, Hakk'ın sıfâtında kendi sıfâtından fânî (yok) olur. Ve Hak onun sıfâtı makâmında kâim bulunur (mevcut olur).  Nitekim, demir, ateşte kıpkırmı­zı bir hâle gelince ateşin sıfâtıyla muttasıf (vasıflanmış) olur ve kendisinin demir­lik sıfâtı kalmaz. İşte bu kurba (yakınlığa) "kurb-i nevâfil" derler (nafilelerle olan yakınlık (kulun sıfatlarını hakk’ın sıfatlarında fani kılması).  Bu hâl ile muttasıf olan (vasıflanan) abd (kul), kendi sıfatlariyle fâil (işi işleyen, yapan) olup o sıfatların hicâbı (perdesi, sıkıntıları) içinde kalan sâir ibâddan (diğer kullardan) Hakk'a daha yakındır.

İkincisi, Hakk'ın Zât’ında fânî (yok) olur. Ve Hak, onun Zâtı makâmında kâim bulunur (yerine geçer, mevcut olur).  Meselâ, bir kâse içindeki suya bir buz parçası atıl­sa, buzun zâtı suyun zâtında fânî (yok) olur. Artık buzun zâtiyyeti (zatlığı) kal­maz. İşte bu kurba (yakınlığa) dahi "kurb-i ferâiz" (farzlarla olan yakınlık (kulun Hakk’ın Zât’ında fani olması) derler ki, Hakk'a evvelki kurbdan (yakınlıktan) daha yakındır. Zîrâ bu kurbun (yakınlığın) sâhibi, zâtiyle fânî (zatıyla yok olmuş) ve Hak'­la bâkidir (ebedidir, devamlılık içindedir). O, Hakk'ın sem'i (işiten kulağı) ve basarıdır (gören gözüdür).  Ve Hak onunla işitir ve görür. Ve belki bu zât-ı saâdet-simât (saadetli zat) Hakk'ın suretidir. O da hulâsa-­i mevcûdât (bütün mevcudatın özü) olan (Sa.v.) Efendimiz ile onların vârisleri (mirasçıları) olan zevât-ı âliy­yedir (yüce, büyük zatlardır). Bu verese-i Peygamberî (Peygamberlerin mirasçıları) hakkında Hz. Mevlânâ (ra.) buyururlar:

Tercüme: Her kim ki rübûde-i Elest'tir

Tâ ahd-i Elest'ten o mesttir

Bağlanmış ayağı derd evinde

Cân vermek için küşâde-desttir

Kendinden o fâni, dost ile bâki

Hayret ki o nisttir ve hesttir

Bu zümredir ancak ehl-i tevhîd

Bâkîsi cihanda hod-peresttir

Ma'lum olsun ki, cemî'-i eşyâ (bütün varlıklar) ayn-ı sâbitelerinin; (kendi ilmi suretlerinin) ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) dahi esmâ-i İlâhiyye’nin zılleridir (İlahi esmanın gölgeleridir) .  Ve esmâ ise Zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın Zât’ının) aynı­dır. Binâenaleyh (nitekim), ne kadar işitmeler ve görmeler var ise, hepsi Hakk'ın işitmesi ve görmesidir. Ehl-i hicâb (perdeli kimseler),  görmek ve işitmek kendilerinin olduğunu zannederler. Bu, ancak onların vehmidir. Binâenaleyh (nitekim), eh­lullâh (Allah ehlileri) ile ehl-i hicâb (perdeli kişiler) arasındaki fark, vehmin vücûdundan (varlığından) ibârettir.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-09.12.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail