[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC
“HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve eğer sen zücâcın yeşilliğinden
dolayı "nur yeşildir" dersen, sâdıksın ve şâhidin histir. Ve
eğer nur, "yeşil değildir ve renkli de değildir" dersen,
nitekim onu sana delîl i'tâ eyledi, sâdıksın. Ve senin
şâhidin, sahih olan nazar-ı aklîdir. İmdi bu, zılden mütedd
olan nûrdur. O da zücâcın aynıdır. Böyle olunca, onun sâfi
olmasından nâşi, o zıll-i nûridir (30).
Ya'nî yeşil
renkli camdan nüfûz eden (geçen)
nûr-i şems (güneşin
nuru), yeşil
olarak aksettiği için "nur yeşildir" dersen, doğru söylemiş
olursun. Çünkü gözün onu yeşil görmüştür. Böyle olduğuna
hissin (duyuların)
şehâdet ediyor. Ve eğer hissinden sarf-ı nazar, edip
(vazgeçip) nazar-ı aklîni
(akli görüşünü) isti'mâl
ederek (kullanarak),
"güneşin nûru hadd-i zâtında
(gerçekte) renkli değildir;
bu yeşillik ancak camdan geçtiği için olmuştur" dersen, yine
sözünde sâdıksın (doğrusun).
Şâhidin dahi sahîh
(doğru, gerçek) olduğuna
şübhe olmayan nazar-ı aklîndir
(akli görüşündür).Ve zücâc
(cam) ile mülevven
(renklenmiş) olan bu nûr,
zücâcdan (camdan)
mümtedd olan (yayılan)
bir zıll-i nûrîdir (nurun
gölgesidir).
Ve sâf ve şeffaf olan zücâcın
(camın) aynıdır. Zîrâ o zücâcı
(camı) kaldırmış olsak, o
yeşil renkte görünen zıllı-i nûrî
(nurun gölgesi) gâib olur
(kaybolur).
İmdi cenâb-ı Şeyh (r.a)’in bu
misâldeki garaz-ı âlîleri (yüce
maksatları),
mertebe-i şehâdetteki (görülen,
hissedilen içinde bulunduğumuz mertebedeki) şeyle,
mertebe-i gaybdeki şeye (gözle
görülmeyen, gizli olan mertebedekini) istidlâldir
(delil göstererek anlatmasıdır).
Binâenaleyh (nitekim)
bu nûr, vücûd-i hâricîye
(açığa çıkmış, bellilik kazanmış
vücuda) işârettir. Ya'nî bu nûr-i vücüdî
(vücudun nuru),
a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin) isti'dâd
ve kâbiliyyetlerine göre hâriçte
(dışarıda) mümted olmuştur
(uzamıştır, yayılmıştır).
Ve bu a'yân
(manalar) dahi, nûru kabûl
eden zücâcın (camın)
aynıdır. Ve bu a'yân-ı sâbite
(manalar, ilmi suretler),
nûru, isti'dâdlarının iktizâ ettiği
(gerektirdiği) renk ile
mülevven kılmıştır
(renklendirmiştir).Binâenaleyh
(nitekim),
vücûd-i kevnî, (kevni
evren) a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin)
safvetinden (temizliğinden,
saflığından) ve şeffâfıyetinden
(şeffaflığından, nurundan)
nâşî (dolayı),
onun rengine boyanmış bir
zıll-i nûrîdir (nurun gölgesidir).
Ve kezâlik bizden Hak ile
mütehakkık olan ba'zımızda, onun safvetinden nâşi, gayrisinde
zâhir olan sûretten daha çok, onda sûret-i Hak zâhir olur. Ve
bizden ba'zı kimse vardır ki, Hak'tan ihbâr eden şâri'in i'tâ
eylediği alâmât ile, Hak, onun sem'i ve basarı ve cemî'i
kuvâsı ve cevârihı olur. Bununla berâber zıllin aynı
mevcûddur. Zîrâ ...... daki zâmir ona âid olur. Ve abidden
onun gayrisi böyle değildir. İmdi bu abdin vücud-i Hakk'a
nisbeti, abîdden bunun gayrisinin nisbetinden akrebdir (31).
Ya'ni nûr,
zücâc (cam) ve zıll
(gölge) misâlinde olduğu
gibi, bizden Hak ile mütehakkık olan
(gerçekleşen (Hakk’ın zatında fani olan) bâ’zı
ehlullah (Allah ehlileri)
vardır ki, safvetinden
(saflığından, berraklığından) ve nûrâniyyetinden
nâşî (dolayı),
Hakk'ın sureti ondan, onun mertebesinde olmayan
ba'zı ehlullahdan (Allah
ehlilerinden) daha çok zâhir oldu
(görüldü).
Zîrâ ehlullah
(Allah’a ermiş kişiler)
safvet (saflık, berraklık)
ve nûrâniyyette mütefâvittir
(farklıdır).
Mesnevî:
Tercüme:
Kim ki âyineye
çok verse cilâ
Sâfiyâne
görünür sûret ona
Biz ehlullah
(Allah’a ermiş zatlar)
tâifesinden ba'zı kimsemiz vardır ki, Hak onun sem'i
(işetme duyusu) ve basarı
(görme duyusu) ve
cemî'-i kuvâsı (bütün meleki
güçleri) ve cevârihi
(uzuvları) olur. Ve Hak abdin
(kulun) sem'i
(işitme duyusu) ve basarı
(görme duyusu) olması
dahi muhbir-i sâdık (sadık haberci)
(s.a.v.) Efendimiz'in Hak'tan ihbâr buyurduğu
(haber verdiği)
........................ hadîs-i şerîfi ile sâbittir. Ve Hak,
abdin (kulun) cemî'-i
kuvâsı (bütün meleki güçleri)
ve a'zâsı (organları,
uzuvları) olmakla berâber, abdde
(kulda) olan zıllin
(gölgenin) aynı mevcûddur.
Zîrâ zikrolunan (adı geçen)
hadîs-i kudsîde ........... daki zamîr, abde
(kula) râci'dir
(dönüktür, aittir).
Ve Hak, bu abdin gayri
(kuldan başka) olup sıfât-ı Hak'ta
(Hakk’ın sıfatlarında)
kendi sıfâtından fânî (yok)
olmayan kimsenin kuvâsı (meleki
güçleri) ve cevârihı
(uzuvları) değildir. Binâenaleyh
(nitekim) Hak, kuvâsı
(meleki güçleri) ve
cevârihı (uzuvları) olan
abdin (kulun) vücûd-i
Hakk'a (Hakk’ın vücuduna)
nisbeti (ilişkisi),
kendisinin gayri
(kendisinden başka) olan kimsenin vücûd-i Hakk'a
(Hakk’ın vücuduna) olan
nisbetinden (ilişkisinden)
daha yakındır.
Cenâb-ı Şeyh
(r.a.) burada, Hak'la mütehakkık olan
(Hakk ile olan, (Hakk’ın Zât’ında fani
olan) ehlullâhın
(Allah’a erenlerin) iki kısım olduğuna işâret
buyururlar:
Birisi,
Hakk'ın sıfâtında kendi sıfâtından fânî
(yok) olur. Ve Hak onun
sıfâtı makâmında kâim bulunur
(mevcut olur). Nitekim,
demir, ateşte kıpkırmızı bir hâle gelince ateşin sıfâtıyla
muttasıf (vasıflanmış)
olur ve kendisinin demirlik sıfâtı kalmaz. İşte bu kurba
(yakınlığa) "kurb-i
nevâfil" derler (nafilelerle olan
yakınlık (kulun sıfatlarını hakk’ın sıfatlarında fani kılması).
Bu hâl ile muttasıf
olan (vasıflanan) abd
(kul),
kendi sıfatlariyle fâil
(işi işleyen, yapan) olup o sıfatların hicâbı
(perdesi, sıkıntıları)
içinde kalan sâir ibâddan (diğer
kullardan) Hakk'a daha yakındır.
İkincisi,
Hakk'ın Zât’ında fânî (yok)
olur. Ve Hak, onun Zâtı makâmında kâim bulunur
(yerine geçer, mevcut olur).
Meselâ, bir kâse
içindeki suya bir buz parçası atılsa, buzun zâtı suyun
zâtında fânî (yok) olur.
Artık buzun zâtiyyeti (zatlığı)
kalmaz. İşte bu kurba
(yakınlığa) dahi "kurb-i ferâiz"
(farzlarla olan yakınlık (kulun
Hakk’ın Zât’ında fani olması) derler ki, Hakk'a
evvelki kurbdan (yakınlıktan)
daha yakındır. Zîrâ bu kurbun
(yakınlığın) sâhibi,
zâtiyle fânî (zatıyla yok olmuş)
ve Hak'la bâkidir
(ebedidir, devamlılık içindedir).
O, Hakk'ın sem'i (işiten
kulağı) ve basarıdır
(gören gözüdür). Ve
Hak onunla işitir ve görür. Ve belki bu zât-ı saâdet-simât
(saadetli zat) Hakk'ın
suretidir. O da hulâsa-i mevcûdât
(bütün mevcudatın özü) olan (Sa.v.) Efendimiz ile
onların vârisleri (mirasçıları)
olan zevât-ı âliyyedir
(yüce, büyük zatlardır).
Bu verese-i Peygamberî
(Peygamberlerin mirasçıları) hakkında Hz. Mevlânâ
(ra.) buyururlar:
Tercüme: Her
kim ki rübûde-i Elest'tir
Tâ ahd-i
Elest'ten o mesttir
Bağlanmış
ayağı derd evinde
Cân vermek
için küşâde-desttir
Kendinden o
fâni, dost ile bâki
Hayret ki o
nisttir ve hesttir
Bu zümredir
ancak ehl-i tevhîd
Bâkîsi cihanda
hod-peresttir
Ma'lum olsun ki,
cemî'-i eşyâ (bütün varlıklar)
ayn-ı sâbitelerinin; (kendi ilmi
suretlerinin) ve a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler) dahi esmâ-i
İlâhiyye’nin zılleridir (İlahi
esmanın gölgeleridir) . Ve esmâ ise Zât-ı Hakk'ın
(Hakk’ın Zât’ının) aynıdır.
Binâenaleyh (nitekim),
ne kadar işitmeler ve görmeler var ise, hepsi Hakk'ın
işitmesi ve görmesidir. Ehl-i hicâb
(perdeli kimseler), görmek
ve işitmek kendilerinin olduğunu zannederler. Bu, ancak onların
vehmidir. Binâenaleyh (nitekim),
ehlullâh (Allah ehlileri)
ile ehl-i hicâb (perdeli
kişiler) arasındaki fark, vehmin vücûdundan
(varlığından) ibârettir.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-09.12.2003
http://gulizk.com
|