92. Bölüm

[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Emr, bizim sana takrîr ettiğimiz vech üzere oldukda, bil ki, sen hayâlsin. Bütün idrâk edip hakkında "sivâ", ya'nî "gayr", "ben değilim" dediğin hayâldir. İmdi vücûdun kül­lisi, hayâl içinde hayâldir (32).

Ya'nî takrir olunan (yazılan) hakâyıkı (hakikâtleri) anladıktan sonra bil ki, âlemin (evren ve evren suretlerinin) vü­cûdu nasıl mütevehhem (vehmedilen, zannedilen) ise, sen de öylece mütevehhem olan (aslında olmayıp kendini var zannettiğin) bir ha­yâlsin. Ve idrâk edip hakkında "Hakk'ın sivâsı (Hakk’tan ayrı) ve gayridir (başkadır) ve o be­nim vücudum değildir" dediğin cemî-'i eşyâ-yı (bütün varlıkları) müdreke (idrak eden), hep hayâldir. Senin vücûd-i müstakıll (kendi başına bağımsız vücud olarak) tasavvur ettiğin  (düşündüğün, hayal ettiğin) eşyânın kâffesi (şeylerin, mevcutların hepsi) hayâl içinde hayâldir. Zîrâ a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) zıllidir (gölgesidir). Şu halde bizim vücû­dumuz zıllin zıllidir. (gölgenin gölgesidir) Halbuki zıllin (gölgenin) vücud-i müstakılli (kendine ait bir vücudu) olmayıp zi-zıll (gölgenin sahibi) ile kâim (mevcut) idi. Biz ise, vücudumuzun ve âlemin (dünyanın, evrenin) emr-i zâid (ilave şey) ve kendi nefsiyle kaim (mevcut) ve Hak'tan hâriç (Hakk’ın dışında) olduğunu tahayyül ederiz (düşünürüz). Bu, an­cak ma'nâ-yı hayâldir (hayali bir kavramdır). Binâenaleyh (nitekim) zıll (gölge),  hadd-i zâtında (aslında) hayâldir. Vücud-i hakîkîye (gerçek vücuda) nisbet-i ittisâliyyesinden (bağlı olmasından, bitişik olma özelliğinden) başka onun vücudu (varlığı) yok­tur.

İmdi, eşyâ-yı müdreke (idrak edilen şeyler) zıllin zılli (gölgenin gölgesi) olunca, hayâl içinde hayâl olur. Meselâ, gece insanın gölgesi duvara düşer. O gölge aynı zamanda oda­daki âyîne (ayna) içinde mün'akis olan (akseden) duvar üzerinde de görünür. İşte bu zıll (gölge),  hayâl içinde hayâl olur. Çünkü duvara düşen zıll (gölge) hayâl idi; âyi­neye (aynaya) akseden suretler dahi hayâldir. Binâenaleyh (nitekim) âyinedeki (aynadaki) gölge ha­yâl içinde hayâl olur.

Tercüme: "Kevnde (evrende) olan her bir şey ya vehim veyâ hayâldir. Yâhut âyînelerde (aynalarda) olan akisler veyâ gölgelerdir. Şems-i hüdâ (hidayet güneşi), sivâ zıllinde (başka gölgeden) parladı, beyâbân-ı dalâlde (delalet çölünde) hayrân olup kalma! Âdem (İnsan) kimdir? Lem­yezel nûrunun (zeval bulmaz, baki, devamlı olan nurun) aksidir (yansımasıdır). Âlem (evren) nedir? Lâ-yezâl (sonsuz) deryâsının mevcidir (okyanusun dalgasıdır)."

Ve vücûd-i Hak, onun Zâtı ve aynı haysiyyetiyle, ancak hâs­saten Allâh'ın vücududur. Ve Zât-ı Ahadiyyetle müsemmâ olan Hakk'ın hakîkati, lâ-taayyün ve taayyün şartı olmak­sızın bir vücûd olduğu haysiyyetle, vücud-i mahzın gayri değildir. Ve O, o haysiyyetten, sıfatlardan ve isimlerden mu­kaddestir. Ve O'nun için sıfat ve isim ve resim yoktur. Ve onda olan kesrete vücûhdan bir vech ile i'tibâr yoktur. Bu da esmâ cihetinden değildir. Zîrâ O'nun  esmâsı için iki medlûl vardır: Medlûlün birisi müsemmânın aynıdır. Ve medlûlün diğeri de ismin onun üzerine delâlet ettiği şey­dir ki, isim onunla bu ism-i âhardan münfasd ve mütemey­yiz olur (33).

Ya'nî kendi zâtında sâbit (mevcut) olan "vücut", ancak hâssaten (yalnız, sadece) Allâh'ın vücududur (varlığıdır). Bunun böyle olması, onun "Zât"ı ve "ayn"ı (hakikâti) cihetinden­dir (bakımındandır); esmâsı haysiyyetinden (bakımından) değildir. Ve Zât-ı ahadiyyet denilen Hakk'ın hakikati (Zâtı), taayyünsüzlük (belirsizlik, açığa çıkmayışlık) ve taayyün (meydana çıkma, belirme) şartı olmaksızın bir vücûddur. Ya'nî onun vücûdu, vücûd olmak için bu şartlar lâzım değildir. Ve vücûd-i mahz (tam, katkısız, salt vücut) olması cihetinden sıfatlardan, isimlerden münezzehdir (tenzih edilmiştir, temizdir, arıdır).Binâenaleyh (nitekim), Ahadiyyet-i Zâtiyyesi (Zâtının Ahad oluşu) hasebiyle âlemlerden ganîdir (zengin, gönlü toktur).  Ve kendinde olan kesrete, (çokluk görüntülerine) vücûhdan (vecihlerden) bir vech  ile i'tibâr yoktur. Fakat esmâ ile müsemmâ (isimlenmiş) olması haysiyyetiyle (bakımından) kesrete (çokluk görüntülerine) i'tibâr vardır. Çün­kü vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu), esmâsı haysiyyetiyle (hususuyla) zâtın aynı değildir. Zîrâ Al­lâh'ın isimleri için iki medlûl (anlaşılan işaret) vardır ki, birisi "zât", diğeri "sıfat"­tır. Zât ise ismin aynıdır. Ve isim bu i'tibâra (hususa) göre müsemmânın (isimlenenin) ay­nıdır. Ve ikinci medlûl (anlaşılan) dahi ismin delâlet (işaret) ettiği sıfattır ki, isim bu sıfatla sâir (diğer) isimlerden ayrılır. Çünkü ne kadar esmâ var ise, cümle­si Zât-ı Ahadiyyette istihlâkte (tükenmekle, bitmekle) müttehıddir (birleşmiş, bir olmuştur).  Ve bu ittihâd (birleşme, bir olma) hasebiyle birbirinin aynıdır. Velâkin Zât-ı ahadiyye dediğimiz vücûd-i mutlak, mertebe-i vâhidiyyete (mana mertebesine) tenezzül ettikde, (indiğinde) esmânın her birisi kendi sıfa­tıyla müteayyin olur (zahir olur, meydana çıkar). Ve bu taayyün (meydana çıkış) sebebiyle de birbirinden ayrı­lır. Ve bu sûrette her bir isim esmânın kâffesiyle (bütün hepsiyle) muttasıf olan (sıfatlanan) Zâ­t'ın gayri (başkası) olur.

İmdi Gafûr, Zâhir ve Bâtın'dan nerede ve Evvel Âhir'den nerede? Böyle olunca her bir isim, ne ile diğer ismin aynı; ve bir isim ne ile ism-i âharın gayri olduğu sana zâhir oldu. İmdi o isim, diğer ismin aynı olması i'tibâriyle o, Hak'­tır. Ve o isim, diğer ismin gayri olması i'tibâriyle sadedin­de olduğumuz Hakk-ı mütehayyeldir. Böyle olunca kendi üzerine nefsinin gayri delil olmayan Hakk-ı mutlakı tenzîh ederim. Ve onun vücûdu, ancak onun aynı ile sâbit oldu. İmdi kevnde ahadiyyete delâlet eden şeyin gayri yoktur. Ve hayâlde dahi ancak onun üzerine kesret delâlet eden şey vardır (34).

Ya'nî esmânın her birisi kendi sıfatıyle müteayyin olup (meydana çıkıp) biribirin­den ayrılınca, nazar et (bak, gör) ki, Gafûr ismiyle Zâhir ve Bâtın isimleri ara­sında ne kadar fark olur ve Evvel ismiyle Âhir ismi beynindeki (arasındaki) ay­rılık ne nisbette (ölçüde) bulunur? Binâenaleyh (nitekim) sen anladın ki, esmâ-i İlâhiy­ye'den (İlahi esmadan) her biri ne i'tibâr (hangi husus) ile diğerinin aynıdır. Ya'nî bildin ki, esmâ (İlahi isimler) Zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın Zât’ının) aynıdır. Çünkü bi-hasebi'z-Zât (Zâtı bakımından) cümlesi (bütün hepsi) müttehıddir (birleşmiş, bir olmuştur). Ve Gafûr, Zâhir, Bâtın, Evvel ve Âhir isimleri Zât-ı Hakk'a (Hakk’ın Zât’ına) delâlet (işaret) et­meleri i'tibâriyle (bakımından) yekdîğerin (birbirlerinin) aynıdır. Fakat esmâdan her birisinin bir sıfata delâlet (işaret) etmesi ve o  sıfatla yekdîğerinden (birbirlerinden) ayrılması i'tibâriyle (bakımından) biribirinin gayridir (birbirlerinden başkadır). İşte bu ayniyyet (aynılık) ve gayriyyet (başkalık) sana zâhir oldu (açıldı).

Şu halde bir isim diğer ismin aynı olması i'tibâriyle (hususuyla) o isim, Hakk-ı mutlak olur. Çünkü mertebe-i ahadiyyette (Zat mertebesinde) her bir isim, kâffe-i es­mânın (bütün esmanın hepsinin) aynı olan "zât"ın aynıdır. Ve bir isim diğer ismin gayri (başkası) ol­ması i'tibâriyle (hususuyla) o isim, sadedinde (mevzûunda) bulunduğumuz Hakk-ı mütehayyel (hayal edilen şey Hakk) olur. Ve Hz. Şeyh'in "Hakk-ı mütehayyel" (hayalindeki Hakk) ile murâd-ı âlîleri (maksatları), esmâ ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ve onların hâriçte (dışta) mevcûd olan mezâhiridir (görüntü yerleridir, birimlerdir). Zîrâ cümlesi (bütün hepsi), Zât-ı İlâhiyye’nin zılleridir (İlahi Zât’ın, Hakk’ın gölgeleridir) . Zıll (gölge) ise hayâldir; ve vücûd-i Hakk'­ın (hakk’ın vücudunun) aynı olması haysiyyetinden, (bakımından) suver-i mütehayyilede (zihinde meydana gelen hayali suretlerde) zâhir olan (açığa çıkan)   Hak'­tır. O sûretler ister ilmî ve rûhânî olsun, ister misâlî (hayali) ve hissî (beş duyu ile anlaşılanlar) olsun müsâvîdir. (eşittir) Ve cümlesi (hapsi) de hayâldir.

"Sadedinde olduğumuz" (konusunu ettiğimiz) ta'bîrinde (ifadesinde) iki vecih (şekil) vârid-i hâtır olur: (hatıra gelir) Bi­risi, "Yûsuf-i Muhammedî lisâniyle (Muhammed’in  yusuf’un diliyle) hayâlin tafsîli sadedindeyiz" (hayal konusunu açıklamaktayız) de­mektir. Diğeri dahi "Biz şimdi hazret-i şehâdetteyiz (görülen alemdeyiz, dünyadayız) ve vücûd-i zıllî (gölge vücut) ile müteayyiniz. (görülmekteyiz) Binâenaleyh (nitekim) el'an (şu anda dahi) Hakk-ı mütehayyeliz" (hakk’ın hayaliyiz) demek olur. Bosnevî nüshasında ......... yerine ........ vâkı' olmuştur ki, ma'nâ: "Suverinde (suretlerinde) bulunduğumuz Hakk-ı mütehayyeldir" (hakk’ın hayalidir) demek olup bu ma'nâ dahi ikinci vechi (şekli) müfid  olur. (anlatır)

Hz. Şeyh bu tafsîlden (açıklamalardan) sonra buyururlar ki: "Ben kendi nefsinden gayri (başka) ona delîl olmayan (onu görmeyen, şahit olmayan) Hakk-ı mutlakı (sınırsız, kayıtsız hakk’ı) tenzîh ederim." (her şeyden münezzeh ederim, yaratılmışlardan beri tutarım) Zîrâ âlemin (evrenin) hüviyyeti, (hakikâti, zatı) ona delâlet (onu gösteren, işaret) eden Hakk'ın zıllidir (gölgesidir).  Ve zıll (gölge) dahi, zıl (gölge) sâhibi­nin aynıdır. Binâenaleyh (nitekim) Hakk'ın kendi nefsinden gayri (başka) ona delîl (onu gören, şahit olan) yok­tur.

Mesnevî:
Tercüme: "Âfitâba (güneşe) delîl (şahit) yine âfitâb (güneş) oldu. Eğer sana delîl (şahit) lâzım ise ondan yüz çevirme!

Ve Hakk'ın vücûdu ancak kendi zâtiyle sâbit (mevcut) oldu. Zîrâ zâhir (açığa çıkmış, görünen) ve bâtında (gizli, bilinmeyen) olan vücûd, Hakk'ın gayri (başkası) olan bir vücûd değildir; izâfi (nisbetle olan, göreli vücut) ve i'tibârîdir (gerçekte olmayıp var kabul edilendir).  Meselâ buzun vücûdu suyun vücûdudur; buzun vücûd-i müs­takılli (kendine has vücudu) yoktur. Ve kezâ (böylece) bir şahsın bâtınında (ruhunda) ve zihninde olan sûret­ler ancak o şahsın vücûdudur. O sûretlerin vücûd-i müstakılleri (kendilerine has, özel bir vücudu) yok­tur. Ancak o şahsın vücûduna muzâftır (bağlıdır, aittir). Böyle olunca vücûdda mev­cûd olan şeyler, ancak ahadiyyetin (tekin) medlûlü (delili) olan şeylerdir. Ahadiy­yetin medlûlü (delili) olan mevcûd (varlık) dahi vücûd-i Hak'tır (Hakk’ın vücududur). Ve hayâlde dahi, ancak üzerine kesret (çokluk) delâlet eden  şey vardır ki, o da, ekvân (âlemler, evren) için suve­r-i hayâliyyeyi (hayali suretleri) zâhir kılan (görünür yapan) kesret-i esmâiyyedir (esmanın çokluğudur). O kesret (çokluk) dahi ha­yâlde olan şey üzerine delîldir. Ve hayâlde olan şey ise, suver-i mü­tekessireden (çoğalan suretlerden) müteşekkil (meydana gelmiş) olan vücûd-i izâfîdir (nisbetle olan, göreli vücut, evrenin vücududur). Ya'nî ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) zâ­hir olan (açığa çıkan, görünen) a'yân-ı sâbite (ilmi suretlerin hepsi) esmânın zılli (gölgesi) olduğu için hayâldir. Binâena­leyh (nitekim) bu hayâlî olan sûretleri zâhir kılan (görünür yapan) esmânın taaddüdü (fazla oluşu, fazlalığı) ve çok­luğudur. A'yân-ı hâriciyye (dışta görünenler) ise a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) zılleridir (gölgeleridir). Bu eşyâ-yı mütekessireye (varlıkların çokluklarına) baktığımızda, bunların hayâlde, ya'nî ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) olan şey üzerine delîl olduğunu anlarız. Ve bu hayâlde olan şey zâtın vü­cûduna muzâf (bağlı, ait) olan vücûddur, çünkü zılldir (gölgedir).  Ve zıllin (gölgenin) vücûd-i müsta­kılli (kendine ait bir vücudu) olmayıp zıll (gölge) sâhibinin vücûduna muzâf (bağlı, ait) olan bir vücûddur.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-18.12.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail