[KELİME-İ
YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN
FASTIR]
Emr, bizim
sana takrîr ettiğimiz vech üzere oldukda, bil ki, sen
hayâlsin. Bütün idrâk edip hakkında "sivâ", ya'nî "gayr", "ben
değilim" dediğin hayâldir. İmdi vücûdun küllisi, hayâl içinde
hayâldir (32).
Ya'nî takrir
olunan (yazılan)
hakâyıkı (hakikâtleri)
anladıktan sonra bil ki, âlemin
(evren ve evren suretlerinin) vücûdu nasıl
mütevehhem (vehmedilen, zannedilen)
ise, sen de öylece mütevehhem olan
(aslında olmayıp kendini var
zannettiğin) bir hayâlsin. Ve idrâk edip hakkında
"Hakk'ın sivâsı (Hakk’tan ayrı)
ve gayridir (başkadır)
ve o benim vücudum değildir" dediğin cemî-'i
eşyâ-yı (bütün varlıkları)
müdreke (idrak eden),
hep hayâldir. Senin vücûd-i müstakıll
(kendi başına bağımsız vücud olarak)
tasavvur ettiğin
(düşündüğün, hayal ettiğin) eşyânın kâffesi
(şeylerin, mevcutların hepsi)
hayâl içinde hayâldir. Zîrâ a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin) zıllidir
(gölgesidir).
Şu halde bizim vücûdumuz zıllin zıllidir.
(gölgenin gölgesidir)
Halbuki zıllin (gölgenin)
vücud-i müstakılli (kendine ait
bir vücudu) olmayıp zi-zıll
(gölgenin sahibi) ile kâim
(mevcut) idi. Biz ise,
vücudumuzun ve âlemin (dünyanın,
evrenin) emr-i zâid
(ilave şey) ve kendi nefsiyle kaim
(mevcut) ve Hak'tan hâriç
(Hakk’ın dışında)
olduğunu tahayyül ederiz
(düşünürüz).
Bu, ancak ma'nâ-yı hayâldir
(hayali bir kavramdır).
Binâenaleyh (nitekim)
zıll (gölge),
hadd-i zâtında
(aslında) hayâldir. Vücud-i
hakîkîye (gerçek vücuda)
nisbet-i ittisâliyyesinden (bağlı olmasından, bitişik olma özelliğinden) başka onun vücudu
(varlığı) yoktur.
İmdi, eşyâ-yı müdreke
(idrak edilen şeyler)
zıllin zılli (gölgenin gölgesi)
olunca, hayâl içinde hayâl olur. Meselâ, gece
insanın gölgesi duvara düşer. O gölge aynı zamanda odadaki
âyîne (ayna) içinde
mün'akis olan (akseden)
duvar üzerinde de görünür. İşte bu zıll
(gölge),
hayâl içinde hayâl olur. Çünkü duvara düşen zıll
(gölge) hayâl idi;
âyineye (aynaya)
akseden suretler dahi hayâldir. Binâenaleyh
(nitekim) âyinedeki
(aynadaki) gölge hayâl
içinde hayâl olur.
Tercüme:
"Kevnde (evrende) olan
her bir şey ya vehim veyâ hayâldir. Yâhut âyînelerde
(aynalarda) olan akisler
veyâ gölgelerdir. Şems-i hüdâ
(hidayet güneşi),
sivâ zıllinde (başka gölgeden)
parladı, beyâbân-ı dalâlde
(delalet çölünde) hayrân
olup kalma! Âdem (İnsan)
kimdir? Lemyezel nûrunun
(zeval bulmaz, baki, devamlı olan nurun) aksidir
(yansımasıdır).
Âlem (evren)
nedir? Lâ-yezâl (sonsuz)
deryâsının mevcidir (okyanusun
dalgasıdır)."
Ve vücûd-i Hak, onun Zâtı ve aynı
haysiyyetiyle, ancak hâssaten Allâh'ın vücududur. Ve Zât-ı
Ahadiyyetle müsemmâ olan Hakk'ın hakîkati, lâ-taayyün ve
taayyün şartı olmaksızın bir vücûd olduğu haysiyyetle,
vücud-i mahzın gayri değildir. Ve O, o haysiyyetten,
sıfatlardan ve isimlerden mukaddestir. Ve O'nun için sıfat ve
isim ve resim yoktur. Ve onda olan kesrete vücûhdan bir vech
ile i'tibâr yoktur. Bu da esmâ cihetinden değildir. Zîrâ
O'nun esmâsı için iki medlûl vardır: Medlûlün birisi
müsemmânın aynıdır. Ve medlûlün diğeri de ismin onun üzerine
delâlet ettiği şeydir ki, isim onunla bu ism-i âhardan
münfasd ve mütemeyyiz olur (33).
Ya'nî kendi
zâtında sâbit (mevcut)
olan "vücut", ancak hâssaten
(yalnız, sadece) Allâh'ın vücududur
(varlığıdır).
Bunun böyle olması, onun "Zât"ı ve "ayn"ı
(hakikâti) cihetindendir
(bakımındandır);
esmâsı haysiyyetinden
(bakımından) değildir. Ve Zât-ı ahadiyyet denilen
Hakk'ın hakikati (Zâtı),
taayyünsüzlük
(belirsizlik, açığa çıkmayışlık) ve taayyün
(meydana çıkma, belirme)
şartı olmaksızın bir vücûddur. Ya'nî onun vücûdu, vücûd olmak
için bu şartlar lâzım değildir. Ve vücûd-i mahz
(tam, katkısız, salt vücut)
olması cihetinden sıfatlardan, isimlerden münezzehdir
(tenzih edilmiştir, temizdir, arıdır).Binâenaleyh
(nitekim),
Ahadiyyet-i Zâtiyyesi
(Zâtının Ahad oluşu) hasebiyle âlemlerden ganîdir
(zengin, gönlü toktur).
Ve kendinde olan
kesrete, (çokluk görüntülerine)
vücûhdan (vecihlerden)
bir vech ile
i'tibâr yoktur. Fakat
esmâ ile müsemmâ (isimlenmiş)
olması haysiyyetiyle
(bakımından) kesrete
(çokluk görüntülerine) i'tibâr
vardır. Çünkü vücûd-i Hak
(Hakk’ın vücudu),
esmâsı haysiyyetiyle
(hususuyla) zâtın aynı değildir. Zîrâ Allâh'ın
isimleri için iki medlûl (anlaşılan
işaret) vardır ki, birisi "zât", diğeri
"sıfat"tır. Zât ise ismin aynıdır. Ve isim bu i'tibâra
(hususa) göre müsemmânın
(isimlenenin) aynıdır. Ve
ikinci medlûl (anlaşılan)
dahi ismin delâlet (işaret)
ettiği sıfattır ki, isim bu sıfatla sâir
(diğer) isimlerden ayrılır.
Çünkü ne kadar esmâ var ise, cümlesi Zât-ı Ahadiyyette
istihlâkte (tükenmekle, bitmekle)
müttehıddir (birleşmiş,
bir olmuştur). Ve
bu ittihâd (birleşme, bir olma)
hasebiyle birbirinin aynıdır. Velâkin Zât-ı
ahadiyye dediğimiz vücûd-i mutlak, mertebe-i vâhidiyyete
(mana mertebesine) tenezzül
ettikde, (indiğinde)
esmânın her birisi kendi sıfatıyla müteayyin olur
(zahir olur, meydana çıkar).
Ve bu taayyün (meydana
çıkış) sebebiyle de birbirinden ayrılır. Ve bu
sûrette her bir isim esmânın kâffesiyle
(bütün hepsiyle) muttasıf
olan (sıfatlanan)
Zât'ın gayri (başkası)
olur.
İmdi Gafûr,
Zâhir ve Bâtın'dan nerede ve Evvel Âhir'den nerede? Böyle
olunca her bir isim, ne ile diğer ismin aynı; ve bir isim ne
ile ism-i âharın gayri olduğu sana zâhir oldu. İmdi o isim,
diğer ismin aynı olması i'tibâriyle o, Hak'tır. Ve o isim,
diğer ismin gayri olması i'tibâriyle sadedinde olduğumuz
Hakk-ı mütehayyeldir. Böyle olunca kendi üzerine nefsinin
gayri delil olmayan Hakk-ı mutlakı tenzîh ederim. Ve onun
vücûdu, ancak onun aynı ile sâbit oldu. İmdi kevnde ahadiyyete
delâlet eden şeyin gayri yoktur. Ve hayâlde dahi ancak onun
üzerine kesret delâlet eden şey vardır (34).
Ya'nî esmânın
her birisi kendi sıfatıyle müteayyin olup
(meydana çıkıp)
biribirinden ayrılınca, nazar et
(bak, gör) ki, Gafûr ismiyle Zâhir ve Bâtın
isimleri arasında ne kadar fark olur ve Evvel ismiyle Âhir
ismi beynindeki (arasındaki)
ayrılık ne nisbette (ölçüde)
bulunur? Binâenaleyh
(nitekim) sen
anladın ki, esmâ-i İlâhiyye'den
(İlahi esmadan) her biri ne i'tibâr
(hangi husus) ile diğerinin
aynıdır. Ya'nî bildin ki, esmâ
(İlahi isimler) Zât-ı Hakk'ın
(Hakk’ın Zât’ının) aynıdır.
Çünkü bi-hasebi'z-Zât (Zâtı
bakımından) cümlesi
(bütün hepsi) müttehıddir
(birleşmiş, bir olmuştur).
Ve Gafûr, Zâhir, Bâtın, Evvel ve Âhir isimleri
Zât-ı Hakk'a (Hakk’ın Zât’ına)
delâlet (işaret)
etmeleri i'tibâriyle
(bakımından) yekdîğerin
(birbirlerinin) aynıdır. Fakat esmâdan her
birisinin bir sıfata delâlet
(işaret) etmesi ve o sıfatla yekdîğerinden
(birbirlerinden) ayrılması
i'tibâriyle (bakımından)
biribirinin gayridir
(birbirlerinden başkadır).
İşte bu ayniyyet
(aynılık) ve gayriyyet
(başkalık) sana zâhir oldu
(açıldı).
Şu halde bir
isim diğer ismin aynı olması i'tibâriyle
(hususuyla) o isim, Hakk-ı
mutlak olur. Çünkü mertebe-i ahadiyyette
(Zat mertebesinde) her bir
isim, kâffe-i esmânın (bütün
esmanın hepsinin) aynı olan "zât"ın aynıdır. Ve bir
isim diğer ismin gayri (başkası)
olması i'tibâriyle
(hususuyla) o isim, sadedinde
(mevzûunda) bulunduğumuz
Hakk-ı mütehayyel (hayal edilen şey
Hakk) olur. Ve Hz. Şeyh'in "Hakk-ı mütehayyel"
(hayalindeki Hakk) ile
murâd-ı âlîleri (maksatları),
esmâ ve a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler) ve onların hâriçte
(dışta) mevcûd olan
mezâhiridir (görüntü yerleridir,
birimlerdir).
Zîrâ cümlesi (bütün hepsi),
Zât-ı İlâhiyye’nin zılleridir
(İlahi Zât’ın, Hakk’ın gölgeleridir)
. Zıll
(gölge) ise hayâldir; ve
vücûd-i Hakk'ın (hakk’ın
vücudunun) aynı olması haysiyyetinden,
(bakımından) suver-i
mütehayyilede (zihinde meydana
gelen hayali suretlerde) zâhir olan
(açığa çıkan)
Hak'tır.
O sûretler ister ilmî ve rûhânî olsun, ister misâlî
(hayali) ve hissî
(beş duyu ile anlaşılanlar)
olsun müsâvîdir. (eşittir)
Ve cümlesi (hapsi)
de hayâldir.
"Sadedinde
olduğumuz" (konusunu ettiğimiz)
ta'bîrinde (ifadesinde)
iki vecih (şekil)
vârid-i hâtır olur: (hatıra
gelir) Birisi, "Yûsuf-i Muhammedî lisâniyle
(Muhammed’in
yusuf’un diliyle)
hayâlin tafsîli sadedindeyiz"
(hayal konusunu açıklamaktayız)
demektir. Diğeri dahi "Biz şimdi hazret-i şehâdetteyiz
(görülen alemdeyiz, dünyadayız)
ve vücûd-i zıllî (gölge vücut)
ile müteayyiniz.
(görülmekteyiz) Binâenaleyh
(nitekim) el'an
(şu anda dahi) Hakk-ı
mütehayyeliz" (hakk’ın hayaliyiz)
demek olur. Bosnevî nüshasında .........
yerine ........ vâkı' olmuştur ki, ma'nâ: "Suverinde
(suretlerinde) bulunduğumuz
Hakk-ı mütehayyeldir" (hakk’ın
hayalidir) demek olup bu ma'nâ dahi ikinci vechi
(şekli) müfid olur.
(anlatır)
Hz. Şeyh bu
tafsîlden (açıklamalardan) sonra buyururlar ki: "Ben kendi nefsinden gayri
(başka) ona delîl olmayan
(onu görmeyen, şahit olmayan)
Hakk-ı mutlakı (sınırsız,
kayıtsız hakk’ı) tenzîh ederim."
(her şeyden münezzeh ederim,
yaratılmışlardan beri tutarım) Zîrâ âlemin
(evrenin) hüviyyeti,
(hakikâti, zatı) ona delâlet
(onu gösteren, işaret) eden
Hakk'ın zıllidir (gölgesidir).
Ve zıll
(gölge) dahi, zıl
(gölge) sâhibinin aynıdır.
Binâenaleyh (nitekim)
Hakk'ın kendi nefsinden gayri (başka)
ona delîl (onu gören,
şahit olan) yoktur.
Mesnevî:
Tercüme: "Âfitâba
(güneşe) delîl (şahit)
yine âfitâb (güneş)
oldu. Eğer sana delîl (şahit)
lâzım ise ondan yüz çevirme!
Ve Hakk'ın
vücûdu ancak kendi zâtiyle sâbit
(mevcut) oldu. Zîrâ zâhir
(açığa çıkmış, görünen) ve bâtında
(gizli, bilinmeyen) olan
vücûd, Hakk'ın gayri (başkası)
olan bir vücûd değildir; izâfi
(nisbetle olan, göreli vücut) ve i'tibârîdir
(gerçekte olmayıp var kabul edilendir).
Meselâ buzun vücûdu suyun
vücûdudur; buzun vücûd-i müstakılli
(kendine has vücudu) yoktur. Ve kezâ
(böylece) bir şahsın
bâtınında (ruhunda) ve
zihninde olan sûretler ancak o şahsın vücûdudur. O sûretlerin
vücûd-i müstakılleri (kendilerine
has, özel bir vücudu) yoktur. Ancak o şahsın
vücûduna muzâftır (bağlıdır, aittir).
Böyle olunca vücûdda mevcûd olan şeyler, ancak
ahadiyyetin (tekin)
medlûlü (delili) olan
şeylerdir. Ahadiyyetin medlûlü
(delili) olan mevcûd
(varlık) dahi vücûd-i Hak'tır
(Hakk’ın vücududur).
Ve hayâlde dahi, ancak üzerine kesret
(çokluk) delâlet eden
şey vardır ki, o da, ekvân
(âlemler, evren) için
suver-i hayâliyyeyi (hayali
suretleri) zâhir kılan
(görünür yapan) kesret-i esmâiyyedir
(esmanın çokluğudur).
O kesret (çokluk)
dahi hayâlde olan şey üzerine delîldir.
Ve hayâlde olan şey ise, suver-i mütekessireden
(çoğalan suretlerden)
müteşekkil (meydana gelmiş)
olan vücûd-i izâfîdir (nisbetle
olan, göreli vücut, evrenin vücududur).
Ya'nî ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın ilminde) zâhir olan
(açığa çıkan, görünen)
a'yân-ı sâbite (ilmi suretlerin
hepsi) esmânın zılli
(gölgesi) olduğu için hayâldir. Binâenaleyh
(nitekim) bu hayâlî olan
sûretleri zâhir kılan (görünür yapan)
esmânın taaddüdü (fazla
oluşu, fazlalığı) ve çokluğudur. A'yân-ı hâriciyye
(dışta görünenler) ise
a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) zılleridir
(gölgeleridir).
Bu eşyâ-yı mütekessireye
(varlıkların çokluklarına) baktığımızda, bunların
hayâlde, ya'nî ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın ilminde) olan şey üzerine delîl olduğunu
anlarız. Ve bu hayâlde olan şey zâtın vücûduna muzâf
(bağlı, ait) olan vücûddur,
çünkü zılldir (gölgedir).
Ve zıllin
(gölgenin) vücûd-i
müstakılli (kendine ait bir vücudu)
olmayıp zıll (gölge)
sâhibinin vücûduna muzâf
(bağlı, ait) olan bir vücûddur.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-18.12.2003
http://gulizk.com
|