93. Bölüm

KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi kesretle vâkıf olan kimse, âlem ile ve esmâ-i İlâhiy­ye ile ve esmâ-i âlem ile olur. Ve ahadiyyet ile vâkıf olan kimse, Hakk'ın sûreti haysiyyetiyle değil, âlemlerden ganî olan zâtı haysiyyetiyle Hak'la olur. Ve âlemlerden gani ol­dukda dahi, onun âlemlerden gınâsı, esmânın ona nisbe­tinden onun gınâsının aynı olur. Zîrâ onun için olan esmâ, ona delâlet ettiği gibi, bu eseri muhakkık olan diğer mü­semmeyâta da delâlet eder (35).

Ya'nî bu gördüğümüz eşyâ-yı kesîre (varlıkların çokluğu) muvâcehesinde (karşısında) duran ve vahde­t-i Hakk'a (tek Hakk’a) tâlib olmayan kimse, âlem (evren) ile ve esmâ-i İlâhiyye (İlahi isimler) ile ve âlemin isimleriyle meşgûl olup bu kesret (çokluk) ile Hak'tan mahcûb (perdeli) olur. Fakat ahadiyyet-i Zâtiyye indinde (ahad olan Zât’ın katında, huzurunda) duran ve ahadiyyet-i Zâtiyyeyi (Zât’ın ahadlığını, salt tekliğini) mü­şâhede eden (gören) kimse, Hakk'ın âlemlerden ganî olan (zengin, başkasına ihtiyacı olmayan) zâtı haysiyyetiyle (bakımından), ebeden (sonsuza dek) Hak ile olur. Fakat Hakk'ın sûreti, ya'nî sıfâtı haysiyyetiy­le (bakımından), onun aynı olmaz. Çünkü sıfât, mertebe-i taakkulde (hatırda, akılda) olan birta­kım keserâttan (çokluklardan) ibâret olup Zât-ı ahadiyyette (Zât’ın ahadlığında) müstehlektir (helak olmuş, yok olmuştur).Binâenâ­leyh (nitekim), ahadiyyet-i Zâtiyyeyi (Zât’ın ahadlığını) müşâhede eden (gören) kimse, gani (ihtiyacı olmayan, zengin, doygun) olan Zât’ın mazhariyyetinde olur (Zât’la şereflenir); kesreti îcâb eden (çokluğu gerektiren) sûret-i esmâiyye (esma suretleriyle) mazhariyyetin­de olmaz (şereflenmez),  ya'nî zâtî olur, sıfâtî olmaz. Ve kesrette (çokluklarda) vukuf (vakıf olma),halktan (yaratılmışlıktan) ibâret olan âlem (evren) ile Hak'tan mahcûb (perdeli) olanların şânı olduğu gibi, aha­diyyetle vukuf (vakıf olmak) dahi, halktan (yaratılmışlardan) mahcûb (perdeli) olan muvahhidînin (Hakk’ı birleyenin, tevhid ehlinin) şânıdır.

Bu iki makamdan daha a'lâ (yüksek) olan makam, velev ki (hatta, isterse) eşyânın (varlıkların) en ha­kîri (değersizi) olsun, kâffe-i mezâhirde (bütün görüntü yerlerinde, mevcut birimlerin hepsinde) Hakk'ı müşâhede eden (gören, seyreden) kümmel-i müşâ­hidînin (mükemmel, tam olarak görenlerin) makamıdır. Çünkü onlar,  halk (yaratılmışlar) ile berâber Hakk'ı ve kes­ret (çokluk) ile berâber vahdeti (tekliği) ve kezâ (böylece) bunun aksi (tersi) olarak Hak'la berâber halkı (yaratılmışları) ve vahdet (teklik) ile berâber kesreti (çokluğu) görürler. Onların nazarında (görüşlerinde) biri diğerine hicâb (perde) olmaz. Ve Zât-ı Hak (Hakk’ın Zâtı) âlemlerden gani oldukda (zengin, doygun olması) dahi, onun bu gınâsı (zenginliği), isimden gınâsının (zenginliğinin) aynıdır. Zîrâ esmâ bir vech (yön) ile onun aynı ise de, bir vech (yön) ile de gayrıdır (başkadır). Nitekim, bu ayniyyet (aynılık, aynı oluş) ve gayriyyet (başkalık, başka oluş) bâlâda (yukarıda) îzâh olundu (anlatıldı). Ya'nî esmâ Zât’a delâlet (işaret) ettiği gibi, o isim sebebiyle ba'zısı ba'zısından mümtâz (ayrılmış) olan mefhûmâta (kavramlara) da delâ­let (işaret) eder. Ve bu mefhûmât, (anlaşılmış kavramlar, manalar)  o esmânın eseri olarak tahakkuk eyler (gerçekleşir). O eser ise, isimlerin mezâhirinden (görüntü yerlerinden, birimlerden) sâdır olan (çıkan) ef’âldir (fiillerdir). Sen ve ben, esmânın suretlerinden başka bir şey değiliz. Ve bizim ef’âlimiz (fiillerimiz), maz­har (isimlerin göründüğü yer, mahal) olduğumuz isimlerin eseridir.

Yâ Muhammed! "Sen de! Allah", aynı haysiyyetinden, "ahaddir" (İhlâs, 11211) Bizim ona istinâdımız haysiyyetin­den "Allah muhtâcün-ileyhdir." (İhlas, 112/2) Kendi hüviy­yeti ve bizim hüviyyetimiz haysiyyetiyle, "doğurmadı"; ve yine böylece "doğmadı". Ve kezâlik "bir ahad ona küfüvv ve muâdil olmadı". (İhlas, 112/3-4) İşte bu, Hakk'ın na'tidir. İmdi kendi zâtını "Allâhü Ahad" kavli ile ifrâd eyledi. Ve kesret, Hakk'ın nuût-i ma'lûmesiyle, bizim indimizde zâhir oldu. Böyle olunca biz doğururuz ve doğarız; ve Hakk'a müstenid oluruz. Ve biz ba'zımız ba'zımıza küfüvv oluruz. Ve bu Vâhid bu nuûttan münezzehdir. İmdi O bizden gani olduğu gibi, bu nuûttan ganîdir. Ve Hak için, İhlâs sûre­si olan bu sûreden gayri bir sıfat yoktur. Ve bunun hak­kında nâzil oldu (36).

Ya'nî Hakk'ın vücûdu, kendisinin zâtı haysiyyetiyle (bakımından), Ahad'dir. Allah gayriden ganîdir (başkaya ihtiyacı olmayandır, zengindir). Allah Samed'dir, ya'nî Allah havâyicte (ihtiyaçlarda) mak­sûddur (arzulanandır). Vücûdumuzda ve sıfâtımızda bizim ona istinâdımız (dayanmamız) haysiy­yetiyle (bakımından) muhtâcün-ileyhdir (kendisine ihtiyaç duyulandır). Ve isim i'tibâriyle (bakımından) vücûd-i Hak Vâhid'dir (Hakk’ın vücudu tektir) ve isimlerden ganî (zengin, ihtiyac duymayan) değildir. Zîrâ "Samed"in ma'nâsı, muhtâcün-­ileyhdir; (kendisine ihtiyaç duyulandır) ve muhtâcün-ileyh (kendisine ihtiyac duyulan), muhtâcın (ihtiyacı olanın) vücûdu ile mütehakkık olur (gerçekleşir).  Binâenaleyh (nitekim) vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) ahadiyyeti (ahad oluşu) haysiyyetiyle (bakımından) gayriden ganî (başkaya ihtiyacı olmayan) ol­makla berâber, sıfât ve esmâ haysiyyetiyle (bakımından) ganî (ihtiyacı olmayan, zengin) değildir. Nitekim Hâce Hâfız buyurur.

Beyt:

(Tercüme) "Ma'şûkun (sevilen erkeğin) sâyesi (gölgesi) eğer âşıkın üzerine düştü ise ne oldu? Biz vücûdda ona muhtâc idik; o da bize müştâk (bizi şiddetle arzu eden)  idi."

Ve Hak "doğurmadı", ya'nî vâcib olan "hüviyyet"i (Zâtı), bizim mümkin olan hüviyyetlerimize (zatlarımıza) mukârenetle (birleşerek, kavuşarak)  veled (çoçuk) makâmında olarak üçün­cü bir vücûd tevellüd etmedi (doğmadı) ki, Hak onun vâlidi (babası) olsun. Bu vücûd-i mümkin (mümkün olan vücut, açığa çıkmış ve çıkacak olan ilmi suretlerin hepsi), ancak onun vücûduna muzâf (bağlı) olan bir vücûd-i i'tibârîdir (gerçekte olmayıp var kabul edilen vücuttur). Yoksa iki vücûdun birbirine mukarenetinden (bitişmesinden) peydâ olan bir netîce değildir. Ve Hak bir kimseden "doğmadı", ya'nî iki vücûd yok idi ki, onlar birbirine mukârin olmakla (birleşmekle) Hak onların netîcesi olsun. Ve Hakk'ın vücûduna "küfüvv" (eş, benzer) ve mukâbil (karşıt) ve misil (benzer, aynı) ve muâdil (müsavi, denk) olarak diğer bir vücûd yoktur ki, kendisine musâhib (arkadaş) olsun. Belki kâffe-i me­râtibde (mertebelerin hepsinde) "vücûd" ancak kendisinindir. Meselâ buhâr kesâfet peydâ edip (yoğunluk kazanıp) bulut ve su ve buz olur. Bu üç mertebede zâhir olan (görülen) suver (suretler) , hep bu­hârın vücûdudur. Bulutun ve suyun ve buzun vücudları, buhârın vü­cûduna muzâf (bağlı) olan vücûdât-ı i'tibâriyyedir (aslında olmayıp var kabul edilen göreceli vucutlardır).İşte bu ahadiyyet, zâtı hasebiyle Hakk'ın na'tıdır (sıfatıdır, özelliğidir).Binâenaleyh (nitekim) Hak Teâlâ "Allâhü Ahad" kavliyle (sözleriyle) zâtının ferd (yalnız, tek) olup kesretten münezzeh (çokluk görüntülerinden temiz, arı, beri) olduğunu beyân eyle­di (bildirdi).  Bu münezzehiyyet (münezzeh oluş), Hakk'ın na't-ı ahadiyyeti (ahadlık sıfatı, ahad olma özelliği) hasebiyledir.

Velâkin, Hak'tan selb edip, (kaldırıp, yok hale getirip) bizim muttasıf olduğumuz (vasıflandığımız),  nuût-i ma'­lûme (bilinen sıfatlar) hasebiyle, bizim indimizde (bizim görüşümüzde) kesret (çokluk) zâhir oldu (meydana çıktı).Çünkü, biz doğu­ruruz ve doğarız ve vücûdumuzda ve sıfâtımızda Hakk'a istinâd ede­riz (dayanırız) ve biribirimize küfüvv (benzeriz) ve muâdil (denk, müsavi) oluruz. İşte Hak'tan selb etti­ğimiz (kaldırdığımız, yok hale getirdiğimiz bu nuût (sıfatlar) ile bizler muttasıf oluruz (sıfatlanırız).  Ve bu sebeble de bizim in­dimizde (görüşümüzde, bize göre) kesret (çokluk) zâhir olur (meydana gelir).  Ve Hakk-ı vâhid, (Hakk’ın tekliği) Zât-ı ahadiyyeti (Zât’ının ahad oluşu) ve ayn-ı vâhidesi (tek hakikât olması) i'tibâriyle, (bakımından) bunlardan münezzehdir (arıdır, temizdir, beridir) ve ganîdir (ihtiyacı yoktur, zengindir) ve nitekim bizlerden dahi ganidir (zengindir). Çünkü, bizler bu nuût (sıfatlar) ile muttasıfız. (vasıflanmışık) Binâe­naleyh (nitekim) Hak, Zât’ıyla bizden ganîdir (zengindir).  Ve gınâ-i Zâtîsi (Zât’ının zenginliği) i'tibâriyle (hususuyla) bu sûre-i İhlâs'tan (İhlas suresinden) başka Hakk'ın bir sıfatı yoktur. Zîrâ bu sûre-i şerî­fe (şerefli sûre), Zât-ı ahadiyyetten (ahad olan Zât’tan) kesretin (çokluğun) ve ahkâmının (hükümlerinin) ve nuûtunun (sıfatlarının) selbine (kaldırmasına, yok hale getirmesine) muhtasstır (tahsis edilmiştir).  Ve ahadiyyet nefy-i kesrettir (çokluğu negatif hale getirme, yok etmedir).  İşte ma'nâ-yı İhlâs (ihlasın manası) budur. Onun için İmâm-ı Alî (k.a.v.) Efendimiz hazretleri .................. ya'nî "O'nun için ihlâsın kemâli, O'ndan sı­fâtın nefyidir (yok hale getirmektir) " buyurdular. Ve bu sûre-i İhlâs (ihlas suresi),Hakk'ın nesebi (nû­nun fethiyle), ya'nî na'ti (sıfatı) olan ahadiyyetin vasfında (özelliğinde) nâzil oldu (indi).  Fakat bu ahadiyyet, ahadiyyet-i zâtiyyedir (zatına ait ahadiyetidir); ahadiyyet-i esmâiyye (esması ile ilgili ahadiyeti) değildir. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) âtîde (aşağıda) buyurur:

İmdi Allâh'ın ahadiyyeti, bize tâlib olan esmâ haysiyyetin­den, ahadiyyet-i kesrettir. Ve bizden ve esmâdan gınâsı hay­siyyetinden, Allâh'ın ahadiyyeti, ahadiyyet-i "ayn"dır. Hal­buki her ikisine de, ahadiyyet ıtlâk olunur. İşte bunu bill (37).

Ya'nî ahadiyyet-i İlâhiyye (Hakk’ın ahadiyeti) ikidir: Birisi âsârını (eserlerini) bizde ızhâr etmek (açığa çıkarmak) için bize tâlib olan isimleri haysiyyetinden (bakımından) olan ahadiyyete, "ahadiyyet-i kesret" (çokluğun ahadiyeti) derler. Zîrâ birçok esmâ ile müsemmâ olan (isimlenen) şey, ancak Zât-i vâhiddir. (tek Zât’tır) Ve bu kesret (çokluk), ancak mertebe-i akılda olan kesret-i nisebiyyedir (çoklukla ilgili sıfatlardır).Meselâ, insan mefhûmu (manası, kavramı), ahadiyyü'z-Zât (Zât’ı bakımından ahad) olduğu halde, gülen, ağlayan, okuyan, yazan, döven, seven gibi ilh... birtakım nis­betleri (sıfatları) vardır. Bunların taaddüdü (çoğalması) ile Zât’ının taaddüdü (çoğalması) lâzım gelmez. Bu kesret (çokluk) taakkul (akletme, hatırlama) mertebesindedir. İşte bu esmâ cihetinden (yönünden) olan in­san mefhûmunun (kavramının) ahadiyyeti ahadiyyet-i kesrettir (çokluğun ahadiyetidir).

İkincisi: Allâh'ın âsâr-ı esmâ (esmasının eserleri) olan bizlerden ve isimlerinden gınâsı (zenginliği) cihetinden (bakımından) olan ahadiyyetidir. Buna da "ahadiyyet-i ayn", ya'nî "ahadiyyet-i Zâtiyye" (Zât’ının ahadiyeti) derler. Zîrâ Zât, Zât olmak için mutlaka isim­lerine ve onun âsârına (eserlerine) muhtâç değildir. İsimleri olsa da olmasa da yine Zât’tır. Meselâ insanın isimlerinden mücerred (karışık olmadığı, yalın, soyut) olarak bir ahadiy­yeti vardır ki, zâtı cihetindendir (bakımındandır).Binâenaleyh (nitekim), okuyucu, yazıcı, dövü­cü, sevici olmasa da, insan yine insandır. Ve bu nisbetlerden (vasıflarlardan) müs­tağnidir (doygundur,gerekli bulmayandır).  Zât-ı insanın (insanın zâtının) bunlara ihtiyâcı yoktur.

İşte bu iki ahadiyyete dahi "Ahad" ismi verilir. Fakat zâta nisbet olunan (bağlanan) ahadiyyet başka, esmâya nisbet olunan (bağlanan) ahadiyyet başkadır. Binâenaleyh (nitekim), bunları mahallerinde (yerlerinde) isti'mâl etmek (kullanmak) için farklarını bil!

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-23.12.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail