KELİME-İ
YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN
FASTIR]
İmdi
kesretle vâkıf olan kimse, âlem ile ve esmâ-i İlâhiyye ile ve
esmâ-i âlem ile olur. Ve ahadiyyet ile vâkıf olan kimse,
Hakk'ın sûreti haysiyyetiyle değil, âlemlerden ganî olan zâtı
haysiyyetiyle Hak'la olur. Ve âlemlerden gani oldukda dahi,
onun âlemlerden gınâsı, esmânın ona nisbetinden onun
gınâsının aynı olur. Zîrâ onun için olan esmâ, ona delâlet
ettiği gibi, bu eseri muhakkık olan diğer müsemmeyâta da
delâlet eder (35).
Ya'nî bu
gördüğümüz eşyâ-yı kesîre
(varlıkların çokluğu) muvâcehesinde
(karşısında) duran ve
vahdet-i Hakk'a (tek Hakk’a)
tâlib olmayan kimse, âlem
(evren) ile ve esmâ-i
İlâhiyye (İlahi isimler)
ile ve âlemin isimleriyle meşgûl olup bu kesret
(çokluk) ile Hak'tan mahcûb
(perdeli) olur. Fakat
ahadiyyet-i Zâtiyye indinde (ahad
olan Zât’ın katında, huzurunda) duran ve
ahadiyyet-i Zâtiyyeyi (Zât’ın
ahadlığını, salt tekliğini) müşâhede eden
(gören) kimse, Hakk'ın
âlemlerden ganî olan (zengin,
başkasına ihtiyacı olmayan) zâtı haysiyyetiyle
(bakımından),
ebeden (sonsuza dek)
Hak ile olur. Fakat Hakk'ın sûreti, ya'nî sıfâtı
haysiyyetiyle (bakımından),
onun aynı olmaz. Çünkü sıfât, mertebe-i taakkulde
(hatırda, akılda) olan
birtakım keserâttan (çokluklardan)
ibâret olup Zât-ı ahadiyyette
(Zât’ın ahadlığında)
müstehlektir (helak olmuş, yok
olmuştur).Binâenâleyh
(nitekim),
ahadiyyet-i Zâtiyyeyi (Zât’ın
ahadlığını) müşâhede eden
(gören) kimse, gani
(ihtiyacı olmayan, zengin, doygun)
olan Zât’ın mazhariyyetinde olur
(Zât’la şereflenir);
kesreti îcâb eden
(çokluğu gerektiren) sûret-i esmâiyye
(esma suretleriyle)
mazhariyyetinde olmaz
(şereflenmez),
ya'nî zâtî olur, sıfâtî
olmaz. Ve kesrette (çokluklarda)
vukuf (vakıf olma),halktan
(yaratılmışlıktan)
ibâret olan âlem (evren)
ile Hak'tan mahcûb (perdeli)
olanların şânı olduğu gibi, ahadiyyetle vukuf
(vakıf olmak) dahi, halktan
(yaratılmışlardan)
mahcûb (perdeli) olan
muvahhidînin (Hakk’ı birleyenin,
tevhid ehlinin) şânıdır.
Bu iki
makamdan daha a'lâ (yüksek)
olan makam, velev ki (hatta,
isterse) eşyânın
(varlıkların) en hakîri
(değersizi) olsun, kâffe-i
mezâhirde (bütün görüntü
yerlerinde, mevcut birimlerin hepsinde) Hakk'ı
müşâhede eden (gören, seyreden)
kümmel-i müşâhidînin
(mükemmel, tam olarak görenlerin) makamıdır. Çünkü
onlar, halk (yaratılmışlar)
ile berâber Hakk'ı ve kesret
(çokluk) ile berâber vahdeti
(tekliği) ve kezâ
(böylece) bunun aksi
(tersi) olarak Hak'la
berâber halkı (yaratılmışları)
ve vahdet (teklik)
ile berâber kesreti
(çokluğu) görürler. Onların nazarında
(görüşlerinde) biri diğerine hicâb
(perde) olmaz. Ve Zât-ı Hak
(Hakk’ın Zâtı) âlemlerden
gani oldukda (zengin,
doygun olması) dahi, onun bu gınâsı
(zenginliği),
isimden gınâsının
(zenginliğinin) aynıdır. Zîrâ esmâ bir vech
(yön) ile onun aynı ise de,
bir vech (yön) ile de
gayrıdır (başkadır).
Nitekim, bu ayniyyet
(aynılık, aynı oluş) ve gayriyyet
(başkalık, başka oluş)
bâlâda (yukarıda) îzâh
olundu (anlatıldı).
Ya'nî esmâ Zât’a delâlet
(işaret) ettiği gibi, o
isim sebebiyle ba'zısı ba'zısından mümtâz
(ayrılmış) olan mefhûmâta
(kavramlara) da delâlet
(işaret) eder. Ve bu
mefhûmât, (anlaşılmış kavramlar,
manalar) o esmânın eseri olarak tahakkuk eyler
(gerçekleşir).
O eser ise, isimlerin mezâhirinden
(görüntü yerlerinden, birimlerden)
sâdır olan (çıkan)
ef’âldir (fiillerdir).
Sen ve ben, esmânın suretlerinden başka bir şey
değiliz. Ve bizim ef’âlimiz
(fiillerimiz),
mazhar (isimlerin göründüğü
yer, mahal) olduğumuz isimlerin eseridir.
Yâ Muhammed! "Sen de! Allah", aynı
haysiyyetinden, "ahaddir" (İhlâs, 11211) Bizim ona istinâdımız
haysiyyetinden "Allah muhtâcün-ileyhdir." (İhlas, 112/2)
Kendi hüviyyeti ve bizim hüviyyetimiz haysiyyetiyle,
"doğurmadı"; ve yine böylece "doğmadı". Ve kezâlik "bir ahad
ona küfüvv ve muâdil olmadı". (İhlas, 112/3-4) İşte bu,
Hakk'ın na'tidir. İmdi kendi zâtını "Allâhü Ahad" kavli ile
ifrâd eyledi. Ve kesret, Hakk'ın nuût-i ma'lûmesiyle, bizim
indimizde zâhir oldu. Böyle olunca biz doğururuz ve doğarız;
ve Hakk'a müstenid oluruz. Ve biz ba'zımız ba'zımıza küfüvv
oluruz. Ve bu Vâhid bu nuûttan münezzehdir. İmdi O bizden gani
olduğu gibi, bu nuûttan ganîdir. Ve Hak için, İhlâs sûresi
olan bu sûreden gayri bir sıfat yoktur. Ve bunun hakkında
nâzil oldu (36).
Ya'nî Hakk'ın vücûdu, kendisinin
zâtı haysiyyetiyle (bakımından),
Ahad'dir. Allah gayriden ganîdir
(başkaya ihtiyacı olmayandır,
zengindir).
Allah Samed'dir, ya'nî Allah havâyicte
(ihtiyaçlarda) maksûddur
(arzulanandır).
Vücûdumuzda ve sıfâtımızda bizim ona istinâdımız
(dayanmamız) haysiyyetiyle
(bakımından)
muhtâcün-ileyhdir (kendisine
ihtiyaç duyulandır).
Ve isim i'tibâriyle
(bakımından) vücûd-i Hak Vâhid'dir
(Hakk’ın vücudu tektir) ve
isimlerden ganî (zengin, ihtiyac
duymayan) değildir. Zîrâ "Samed"in ma'nâsı,
muhtâcün-ileyhdir; (kendisine
ihtiyaç duyulandır) ve muhtâcün-ileyh
(kendisine ihtiyac duyulan),
muhtâcın (ihtiyacı
olanın) vücûdu ile mütehakkık olur
(gerçekleşir).
Binâenaleyh
(nitekim) vücûd-i Hak
(Hakk’ın vücudu) ahadiyyeti
(ahad oluşu)
haysiyyetiyle (bakımından)
gayriden ganî (başkaya ihtiyacı
olmayan) olmakla berâber, sıfât ve esmâ
haysiyyetiyle (bakımından)
ganî (ihtiyacı olmayan, zengin)
değildir. Nitekim Hâce Hâfız buyurur.
Beyt:
(Tercüme)
"Ma'şûkun (sevilen erkeğin)
sâyesi (gölgesi)
eğer âşıkın üzerine düştü ise ne oldu? Biz vücûdda ona muhtâc
idik; o da bize müştâk (bizi
şiddetle arzu eden) idi."
Ve Hak
"doğurmadı", ya'nî vâcib olan "hüviyyet"i
(Zâtı),
bizim mümkin olan hüviyyetlerimize
(zatlarımıza) mukârenetle
(birleşerek, kavuşarak)
veled (çoçuk) makâmında
olarak üçüncü bir vücûd tevellüd etmedi
(doğmadı) ki, Hak onun
vâlidi (babası) olsun.
Bu vücûd-i mümkin (mümkün olan
vücut, açığa çıkmış ve çıkacak olan ilmi suretlerin hepsi),
ancak onun vücûduna muzâf
(bağlı) olan bir vücûd-i
i'tibârîdir (gerçekte olmayıp var
kabul edilen vücuttur).
Yoksa iki vücûdun birbirine mukarenetinden
(bitişmesinden) peydâ olan
bir netîce değildir. Ve Hak bir kimseden "doğmadı", ya'nî iki
vücûd yok idi ki, onlar birbirine mukârin olmakla
(birleşmekle) Hak onların
netîcesi olsun. Ve Hakk'ın vücûduna "küfüvv"
(eş, benzer) ve mukâbil
(karşıt) ve misil
(benzer, aynı) ve muâdil
(müsavi, denk) olarak diğer
bir vücûd yoktur ki, kendisine musâhib
(arkadaş) olsun. Belki
kâffe-i merâtibde (mertebelerin
hepsinde) "vücûd" ancak kendisinindir. Meselâ buhâr
kesâfet peydâ edip (yoğunluk
kazanıp) bulut ve su ve buz olur. Bu üç mertebede
zâhir olan (görülen)
suver (suretler) ,
hep buhârın vücûdudur. Bulutun ve suyun ve buzun
vücudları, buhârın vücûduna muzâf
(bağlı) olan vücûdât-ı i'tibâriyyedir
(aslında olmayıp var kabul edilen
göreceli vucutlardır).İşte bu ahadiyyet, zâtı
hasebiyle Hakk'ın na'tıdır
(sıfatıdır, özelliğidir).Binâenaleyh
(nitekim) Hak Teâlâ "Allâhü
Ahad" kavliyle (sözleriyle)
zâtının ferd (yalnız, tek)
olup kesretten münezzeh
(çokluk görüntülerinden temiz, arı, beri) olduğunu
beyân eyledi (bildirdi).
Bu münezzehiyyet
(münezzeh oluş),
Hakk'ın na't-ı ahadiyyeti
(ahadlık sıfatı, ahad olma özelliği) hasebiyledir.
Velâkin,
Hak'tan selb edip, (kaldırıp, yok
hale getirip) bizim muttasıf olduğumuz
(vasıflandığımız),
nuût-i ma'lûme
(bilinen sıfatlar)
hasebiyle, bizim indimizde (bizim
görüşümüzde) kesret
(çokluk) zâhir oldu
(meydana çıktı).Çünkü, biz doğururuz ve doğarız ve
vücûdumuzda ve sıfâtımızda Hakk'a istinâd ederiz
(dayanırız) ve biribirimize
küfüvv (benzeriz) ve
muâdil (denk, müsavi)
oluruz. İşte Hak'tan selb ettiğimiz
(kaldırdığımız, yok hale getirdiğimiz
bu nuût (sıfatlar) ile
bizler muttasıf oluruz
(sıfatlanırız). Ve
bu sebeble de bizim indimizde
(görüşümüzde, bize göre) kesret
(çokluk) zâhir olur
(meydana gelir).
Ve Hakk-ı vâhid,
(Hakk’ın tekliği) Zât-ı
ahadiyyeti (Zât’ının ahad oluşu)
ve ayn-ı vâhidesi (tek
hakikât olması) i'tibâriyle,
(bakımından) bunlardan
münezzehdir (arıdır, temizdir,
beridir) ve ganîdir
(ihtiyacı yoktur, zengindir) ve nitekim bizlerden
dahi ganidir (zengindir).
Çünkü, bizler bu nuût
(sıfatlar) ile muttasıfız.
(vasıflanmışık)
Binâenaleyh (nitekim)
Hak, Zât’ıyla bizden ganîdir
(zengindir). Ve
gınâ-i Zâtîsi (Zât’ının zenginliği)
i'tibâriyle (hususuyla)
bu sûre-i İhlâs'tan
(İhlas suresinden) başka Hakk'ın bir sıfatı yoktur.
Zîrâ bu sûre-i şerîfe (şerefli
sûre), Zât-ı
ahadiyyetten (ahad olan Zât’tan)
kesretin (çokluğun)
ve ahkâmının
(hükümlerinin) ve nuûtunun
(sıfatlarının) selbine
(kaldırmasına, yok hale getirmesine)
muhtasstır (tahsis
edilmiştir). Ve
ahadiyyet nefy-i kesrettir (çokluğu
negatif hale getirme, yok etmedir).
İşte ma'nâ-yı İhlâs
(ihlasın manası) budur.
Onun için İmâm-ı Alî (k.a.v.) Efendimiz hazretleri
.................. ya'nî "O'nun için ihlâsın kemâli, O'ndan
sıfâtın nefyidir (yok hale
getirmektir) " buyurdular. Ve bu sûre-i İhlâs
(ihlas suresi),Hakk'ın
nesebi (nûnun fethiyle), ya'nî na'ti
(sıfatı) olan ahadiyyetin
vasfında (özelliğinde)
nâzil oldu (indi).
Fakat bu ahadiyyet,
ahadiyyet-i zâtiyyedir (zatına ait
ahadiyetidir);
ahadiyyet-i esmâiyye (esması
ile ilgili ahadiyeti) değildir. Nitekim Hz. Şeyh
(r.a.) âtîde (aşağıda)
buyurur:
İmdi Allâh'ın ahadiyyeti, bize tâlib
olan esmâ haysiyyetinden, ahadiyyet-i kesrettir. Ve bizden ve
esmâdan gınâsı haysiyyetinden, Allâh'ın ahadiyyeti, ahadiyyet-i
"ayn"dır. Halbuki her ikisine de, ahadiyyet ıtlâk olunur. İşte
bunu bill (37).
Ya'nî
ahadiyyet-i İlâhiyye (Hakk’ın
ahadiyeti) ikidir: Birisi âsârını
(eserlerini) bizde ızhâr
etmek (açığa çıkarmak)
için bize tâlib olan isimleri haysiyyetinden
(bakımından) olan ahadiyyete,
"ahadiyyet-i kesret" (çokluğun
ahadiyeti) derler. Zîrâ birçok esmâ ile müsemmâ olan
(isimlenen) şey, ancak Zât-i vâhiddir.
(tek Zât’tır) Ve bu kesret
(çokluk),
ancak mertebe-i akılda olan kesret-i nisebiyyedir
(çoklukla ilgili sıfatlardır).Meselâ,
insan mefhûmu (manası, kavramı),
ahadiyyü'z-Zât (Zât’ı
bakımından ahad) olduğu halde, gülen, ağlayan,
okuyan, yazan, döven, seven gibi ilh... birtakım nisbetleri
(sıfatları) vardır. Bunların
taaddüdü (çoğalması) ile Zât’ının taaddüdü
(çoğalması) lâzım gelmez. Bu kesret
(çokluk) taakkul
(akletme, hatırlama)
mertebesindedir. İşte bu esmâ cihetinden
(yönünden) olan insan
mefhûmunun (kavramının) ahadiyyeti ahadiyyet-i kesrettir
(çokluğun ahadiyetidir).
İkincisi:
Allâh'ın âsâr-ı esmâ (esmasının
eserleri) olan bizlerden ve isimlerinden gınâsı
(zenginliği) cihetinden
(bakımından) olan
ahadiyyetidir. Buna da "ahadiyyet-i ayn", ya'nî "ahadiyyet-i
Zâtiyye" (Zât’ının ahadiyeti)
derler. Zîrâ Zât, Zât olmak için mutlaka isimlerine ve onun
âsârına (eserlerine)
muhtâç değildir. İsimleri olsa da olmasa da yine Zât’tır. Meselâ
insanın isimlerinden mücerred
(karışık olmadığı, yalın, soyut) olarak bir
ahadiyyeti vardır ki, zâtı cihetindendir
(bakımındandır).Binâenaleyh
(nitekim), okuyucu,
yazıcı, dövücü, sevici olmasa da, insan yine insandır. Ve bu
nisbetlerden (vasıflarlardan)
müstağnidir (doygundur,gerekli
bulmayandır). Zât-ı
insanın (insanın zâtının)
bunlara ihtiyâcı yoktur.
İşte bu iki
ahadiyyete dahi "Ahad" ismi verilir. Fakat zâta nisbet olunan
(bağlanan) ahadiyyet başka,
esmâya nisbet olunan (bağlanan)
ahadiyyet başkadır. Binâenaleyh
(nitekim), bunları
mahallerinde (yerlerinde)
isti'mâl etmek (kullanmak)
için farklarını bil!
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-23.12.2003
http://gulizk.com
|