94. Bölüm

[KELİME- YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi Hak, ancak senin için, senin üzerine ve O'nun üzeri­ne delâil olarak zılâli îcâd etti. Ve onu soldan sağdan râci' olduğu halde sâcid kıldı. Tâ ki ârif olasın ki, sen kimsin ve senin Hakk'a nisbetin nedir ve Hakk'ın sana nisbeti ne­dir ? / Tâ ki bilesin ki Allâh’ın mâsivâsı nereden ve hangi hakîkat-i İlâhiyye’den Allâh'a fakr-ı külli ile ve ba'zısının ba'zısına iftikârı sebebiyle, ona fakrı nisbi ile muttasıf ol­du (38).

Hz. Şeyh (ra.) Sûre-i Nahl'de vâkı ......................... (Nahl, 16/48) ya'nî "Onlar görmezler mi ki, Allah Teâlâ'nın halk ettiği (yarattığı) cism-i ka­imin (varlık bulan cismin) gölgesi, şemsin (güneşin) tulû' (doğuşunda) ve gurûbu indinde (batışında) sağına ve soluna dönüp uzanarak ve kısalarak züll (alçalmak) üzere Allah Teâlâ'ya secde etmektedir" âyet-i kerîmesine işâret buyururlar.

Ya'nî Hak, zılâli (gölgeleri) senin vücûduna ve O'nun vücûduna delîl (iz, işaret) olmak için îcâd etti (yarattı). Ve o zılâli (gölgeleri) şemsin (güneşin) tulû'u (doğuşu) vaktinde sağdan sola ve gu­rubu (batışı) zamânında da soldan sağa mâil (eğik) olarak sâcid (secde eden),  ya'nî arz (yeryüzü) üzerine münbasıt kıldı (yaydı). Ve sen kimsin ve senin Hakk'a nisbetin (ilişkin, bağıntın) nedir ve Hakk'ın sana nisbeti (ilişkisi, bağıntısı) nedir? İşte bunları bilesin diye gölgelerin vü­cûdlarını ve vücudların gölgelerini sana delâil (deliller, işaretler) olmak üzere îcâd eyledi (yarattı). Eğer sen dikkât edersen bilirsin ki, bu müteayyin olan (meydana çıkan, görülen) vücûd­lar, zıll-i hayâlîdir (hayali gölgelerdir).  Ve sen o müteayyin (belirmiş, meydana çıkmış) olan vücûdlardan birisisin; ve senin Hakk'a nisbetin (ilişkin) zıllin (gölgenin) şahsa nisbeti (ilişkisi) gibidir. Çünkü senin mukayyed (kayıtlı) ve müteayyin (belirmiş, şekillenmiş) olan vücûdun vücûd-i mutlaktan (mutlak varlıktan (evrenden) uzamıştır; ve sen onunla kâimsin (varsın). Ve Hakk'ın sana nisbeti (ilişkisi, bağıntısı) dahi, şahsın zılle nisbeti (gölgeyle olan ilişkisi) gibidir. Ve şahıs gölgesinden bilindiği gibi Hak dahi kendisi­nin zılli (gölgesi) olan âlemden (evren ve evren suretlerinden) ma'lûm olur (bilinir). Ve zıllin (gölgenin) harekât ve sekenâtı, (durması) zî-zıllin (gölge sahibinin) harekât ve sekenâtına (durmasına) tâbi' (bağlı, uyumlu) olup, gölgenin başlıbaşına vücûd-i müstakılli (kendine ait bir vücudu) yoktur. Ve şahs-ı kâim (mevcut bir kişi) olmayınca gölgenin dahi vücûdu olmaz. Ve kezâ (böylece) sen bilirsin ki,  mâsivâ-yı Hak (Hak’tan ayrı şeyler) dediğimiz bu kesîf sûretler (yoğunlaşmış suretler),  ne mertebeden ve hangi hakîkat-i İlâhiyye’den (İlahi hakikatlerden,ilmi suretlerden dolayı) Hakk'ın vü­cûduna ihtiyâc-ı küllî (tam ihtiyaçlık, muhtaçlık) ile ve onların birbirine ihtiyâcı sebebiyle, vücû­d-i Hakk'a (Hakk’ın vücuduna) ihtiyâc-ı nisbî (göreli ihtiyaç, bir şeye göre olan ihtiyaç)  ile muttasıf oldu (vasıflandı).

Ma'lûm olsun ki, iftikar (muhtaç olmak) ve ihtiyâç, iki sûretle (şekilde) olur: Birisi budur ki, mâsivâ-yı Hak (Hakk’ın gayrı şeyler) dediğimiz vücûdât-ı müteayyine (meydana çıkmış, bellilik kazanmış vücutlar), Hakk'ın zıllidir (gölgesidir). Binâenaleyh (nitekim), bunlar vücûdda Mûcid (vücuda getiren, yaratan), Mukavvim (kıvama getiren, biçimine koyan), Rab ve Nûr olan ve Allah ismiyle müsemmâ olan (isimlenen) Zât’a muhtaçtırlar. Nitekim şahsın göl­gesi dahi, vücûd bulabilmek için mutlaka o şahsa muhtaçtır. Ve bi­zim vücûd-i zıllîmiz (gölge vücudumuz), İlâh'ın me'lûhu (kulu) olup kendi nefsinde müstakıl (bağımsız) değildir. İşte bizim vücûdumuzun Hakk'a bu sûretle ihtiyâcı, ifti­kâr-ı küllîdir ­(tam fakirliktir, muhtaçlıktır).

İkincisi, fakîrin zengine ve çocuğun vâlidesine ve zaîfın (zayıfın) kavîye (kuvvetliye) olan ihtiyâcı gibi yekdiğerimize (birbirimize) olan ihtiyâcımızdır. Bu ihtiyâç, zılliyyet­ten (gölge oluştan) dolayı vâkı' (mevcut) olan ihtiyâç nev'inden (türünden) değildir. Belki mezâhirde (görüntü yerlerinde, birimlerde) Hakk'ın rubûbiyyetle (rablıkla) zuhûrundan (açığa çıkmasından) nâşîdir (dolayıdır).  İşte buna da, iftikâr-ı nisbî (göreli ihtiyaç, bir şeye göre olan ihtiyaç) derler. Maahâzâ (bununla beraber) âlem (evren),  rubûbiyyet (esma) cihetinden (yönünden) zıll (gölge) değildir, Hakk'­ın aynıdır. Binâenaleyh (nitekim) iftikâr (muhtaçlık),  hakîkatte Allah'dan gayri (başka) hiçbir kimseye değildir.

Ve tâ ki bilesin ki, nereden ve hangi hakîkat-i İlâhiyye’den, Hak nâstan gınâ ile ve âlemlerden gınâ ile muttasıf oldu. Ve âlem dahi gınâ ile muttasıf oldu. Ya'ni nâstan ba'zısı ba'zısından şu vech ile gınâ ile muttasıf oldu ki, o vech onunla bâ'zısının âhara müftekır olduğu vechin aynıdır. Ve Hak için esmâ-i ilâhiyye’den gayri, âlemin ona müftekır ol­duğu bir sebebiyyet yoktur. Ve muhtâcün-ileyh olan isim, muhtâcın misli olarak âlemden olsun veyâhut ayn-ı Hak'­tan olsun, esmâ-i İlâhiyye, âlemin ona muhtâc olduğu her bir isimdir. O da Allah'dır, gayri değildir. Bunun için Al­lah Teâlâ buyurdu: "Ey nâs, siz Allâh'a muhtaçsınız; ve Al­lah ganî ve hamiddir" (Fâtır, 35/15) (39).

Yâ’ni sen im’ân ile baktığın vakit bâlâda zikr olunan (yukarıda bahsedilen) hakâyıkı (hakikatleri) bildiğin gibi, bunu dahi bilirsin ki: Hak, ne mertebeden ve hangi hakikat-i İlâhiyye (İlahi manalar) ile nâstan (insanlardan) ve âlemlerden gınâ (zenginlik, ihtiyacı olmamak) ile muttasıf (sıfatlanmış) oldu. Ve bu gınâ (ihtiyacı olmama, zenginlik) ile ittisâf (vasıflanma) âlemde dahi vâkı' (mevcut) oldu. Yâ’nî âlemin bir cüz'ü (kısmı) bir hususta diğer cüz'ünden (kısmından) ganî (zengin) oldu. Ve kezâ (böylece) bir cüz (parça, kısım) bir hususta diğer bir cüz'e (diğer bir parçaya, kısma) mütfekır (muhtaç) oldu. Meselâ bir şahsın gölgesi vücûdda o şahsa muhtaçtır. Fakat yine o gölge, kendisinin sâhibi olmayan diğer bir şahıstan ganîdir (şahsa ihtiyacı yoktur) . Ve kezâ su, donmak için şemse (güneşe) muhtaç değildir ve ondan ganîdir (ihtiyacı yoktur). Fakat erimek için güneşin harâretine muhtaçtır. Binâenaleyh (nitekim) su, güneşten bir vech ile (bakımdan) ganidir (ihtiyacı yoktur, zengindir) ve bir vech ile (bakımdan) ona/müftekırdir (muhtaçtır).  Ve bu iftikâr (muhtaç olmak) ve gınâ (zenginlik, ihtiyacı olmamak),  birbirinin aynıdır. Çünkü mezâhir­de (birimlerde, görüntü yerlerinde) Hakk'ın rubûbiyyetle (rablıkla, terkibiyetle) zuhûrundan (meydana çıkışından) nâşîdir (dolayıdır). Ve âlem (evren) ise, rubûbiy­yet (esma) cihetinden (yönünden) Hakk'ın aynıdır. Ve âlem (evren) vücud-i aslîsi (asıl vücut) olmayıp ade­miyyet üzere (yok durumunda) bulunduğundan, şübhesiz iftikar-ı zâtî (zati ihtiyaçlık) ile esbâba (vasıtalara, sebeplere) muh­taçtır. Sebeb olmayınca onun vücûdu olamaz. Ve âlemin (evrenin) muhtaç ol­duğu en büyük sebeb dahi, Hakk'ın sebebiyyetidir. Binâenaleyh (nitekim) bi­zim vücûdumuz, iftikâr-ı zâtî (zati muhtaçlık) ile Hakk'a muhtâc olup, kendi zâtı ile kâim (mevcut) olan zât-ı mutlakanın (kayıtsız, salt, tek olan Zat’ın) tecellisi (görünmesi, belirmesi) ve esmâsiyle kâimdir (mevcuttur).

Âlemin muhtâc olduğu Hakk'ın sebebiyyeti dahi, esmâ-i ilâhiyye­den (ilahi isimlerden) gayri (başka) değildir. Yâ’nî merbûb (kul) ve mahlûk (yaratık) olan âlem, Rabb'e ve Hâ­lık'a (yaratana) muhtaçtır. Maahâzâ (farzedelim ki) bu iftikâr (muhtaçlık) rızk ve halktadır. (yaratmadadır) Yoksa, zevâ­t-ı hakâyık, (kişilerin, zatların hakikatleri) zâtın taayyünâtının (belirmelerin, bellilik kazananların) sûretleridir ve Hakk'ın şuûnâtıdır. (işleri, fiilleridir) Binâenaleyh (nitekim) min-haysü'z-zât (zatı bakımından) iftikar (muhtaç olma) yoktur. Bu iftikâr (muhtaç olmak) ancak niseb­den (sıfatlardan) ibâret olan esmâ arasındadır. Ve biz de işte o esmânın sûretleri­yiz. Ve esmâ-i ilâhiyye, âlemin muhtâc olduğu her bir isimdir ki, ken­disine muhtâc olunan isim, gerek çocuğun vücûdda babasına ihtiyâcı gibi, âlemin cüz'ünden (parçasından) muhtâcın kendisine benzeyen bir cüz' (parçası) olsun; ve gerek çocuğun sûrette ve halkta (yaratmada) Musavvir (suret veren) ve Hâlık olan (yaratan) Hakk'a ihtiyâcı gibi ayn-ı Hak'tan (Hakk’ın hakikatinden) olsun. Ya'nî ism-i Zâhir'in (zahir isminin) taht-ı ihâtasın­da (kuşatması altında) olan mezâhir-i kevniyye (evren ve evren suretleri) ve avâlim-i halkıyyeden (yaratılmış âlemlerden, varlıklardan) her birisi iki i'ti­bâr (husus) ile "ism-i İlâhî"dir.

Birisi budur ki; mevcûd olan her bir şey, Hakk'ın vücûduna ve onun vahdetine (tekliğine) delâlet (işaret) ettiği için "ism-i İlâhî" olmuş olur.

İkincisi budur ki, mevcûd olan her bir şey, esmâ-i İlâhiyye’den bir ismin mazharı (göründüğü yer) ve meclâsıdır (aynasıdır). Binâenaleyh (nitekim) her bir isim, rubûbiyyetini (rablığını) kendisine mahsûs (ait) olan mazharda (görüntü yerinde, birimde) ızhâr ettiği (açığa çıkardığı) ve zâhir (görülen) ile mazhar (görüntü yeri) bir görüldüğü için, her şey "ism-i İlâhî" (İlahi isim) olur. Ve ism-i Bâtın'ın (batın isminin) taht-ı ihâtasında (kuşatması altında) olan suver-i ilmiyyeye (ilmi suretlere) gelince onların esmâ-i ilâhiyye (İlahi esma) ol­duğuna şübhe yoktur.

İmdi muhtâcün-ileyh olan (kendisine ihtiyaç duyulan) isim, Allah'dır; rubûbiyet (Rablığı, esması) cihetiyle (bakımından) onun gayri (başkası) değildir. Babanın çocuğun vücûduna sebeb olması husûsunda, kabiliyetten ve mazhariyyetten (mazhar oluştan) başka bir şey yoktur. Babanın maz­harında (görüntü yerinde, bedeninde) zâhir olan (görülen) fiil, Hakk'ın fiilidir ve mazharın (görüntü yerinin, birimin) vücûdunda zâ­hir olan (görülen) Hakk'ın aynıdır. Bunun için Hak Teâlâ buyurdu ki "Siz Al­lah Teâlâ'ya muhtaçsınız" (Fâtır, 35/15). Ya'nî fakr, (fakirlik, muhtaçlık) sizin sıfat-ı zâtiy­yenizdir (zatınızın sıfatlarındandır).  Binâenaleyh (nitekim), hadd-i zâtında (esasında) sizin gınânız (zenginliğiniz, doygunluğunuz) olmayıp, cemî-i umûrda (bütün her şeyde) fakr-ı küllî (tam bir fakirlik) ile Hak Teâlâ'ya muhtaçsınız. "Ve Allah Teâlâ kendi zâtı ile gayrden ganîdir (başkaya ihtiyacı yoktur, doygundur, zengindir) Ve kendi zâtı ile yine kendi zâtını hamîddir (hamdeden, öven, medhedendir)."

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-30.12.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail