[KELİME-
YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN
FASTIR]
İmdi Hak,
ancak senin için, senin üzerine ve O'nun üzerine delâil olarak
zılâli îcâd etti. Ve onu soldan sağdan râci' olduğu halde sâcid
kıldı. Tâ ki ârif olasın ki, sen kimsin ve senin Hakk'a nisbetin
nedir ve Hakk'ın sana nisbeti nedir ?
/
Tâ ki bilesin ki Allâh’ın mâsivâsı nereden ve
hangi hakîkat-i İlâhiyye’den Allâh'a fakr-ı külli ile ve
ba'zısının ba'zısına iftikârı sebebiyle, ona fakrı nisbi ile
muttasıf oldu (38).
Hz. Şeyh (ra.)
Sûre-i Nahl'de vâkı ......................... (Nahl, 16/48)
ya'nî "Onlar görmezler mi ki, Allah Teâlâ'nın halk ettiği
(yarattığı) cism-i kaimin
(varlık bulan cismin)
gölgesi, şemsin (güneşin)
tulû' (doğuşunda) ve
gurûbu indinde (batışında)
sağına ve soluna dönüp uzanarak ve kısalarak züll
(alçalmak) üzere Allah
Teâlâ'ya secde etmektedir" âyet-i kerîmesine işâret buyururlar.
Ya'nî Hak,
zılâli (gölgeleri) senin
vücûduna ve O'nun vücûduna delîl (iz,
işaret) olmak için îcâd etti
(yarattı).
Ve o zılâli (gölgeleri)
şemsin (güneşin)
tulû'u (doğuşu)
vaktinde sağdan sola ve gurubu
(batışı) zamânında da soldan sağa mâil
(eğik) olarak sâcid
(secde eden),
ya'nî arz (yeryüzü)
üzerine münbasıt kıldı (yaydı).
Ve sen kimsin ve senin Hakk'a nisbetin
(ilişkin, bağıntın) nedir ve
Hakk'ın sana nisbeti (ilişkisi,
bağıntısı) nedir? İşte bunları bilesin diye
gölgelerin vücûdlarını ve vücudların gölgelerini sana delâil
(deliller, işaretler) olmak
üzere îcâd eyledi (yarattı).
Eğer sen dikkât edersen bilirsin ki, bu müteayyin
olan (meydana çıkan, görülen)
vücûdlar, zıll-i hayâlîdir
(hayali gölgelerdir). Ve
sen o müteayyin (belirmiş, meydana
çıkmış) olan vücûdlardan birisisin; ve senin Hakk'a
nisbetin (ilişkin) zıllin
(gölgenin) şahsa nisbeti
(ilişkisi) gibidir. Çünkü
senin mukayyed (kayıtlı)
ve müteayyin (belirmiş, şekillenmiş)
olan vücûdun vücûd-i mutlaktan
(mutlak varlıktan (evrenden) uzamıştır; ve sen onunla kâimsin
(varsın).
Ve Hakk'ın sana nisbeti
(ilişkisi, bağıntısı) dahi, şahsın zılle nisbeti
(gölgeyle olan ilişkisi)
gibidir. Ve şahıs gölgesinden bilindiği gibi Hak dahi
kendisinin zılli (gölgesi) olan âlemden (evren ve
evren suretlerinden) ma'lûm olur
(bilinir). Ve
zıllin (gölgenin) harekât
ve sekenâtı, (durması)
zî-zıllin (gölge sahibinin)
harekât ve sekenâtına (durmasına)
tâbi' (bağlı, uyumlu)
olup, gölgenin başlıbaşına vücûd-i müstakılli
(kendine ait bir vücudu)
yoktur. Ve şahs-ı kâim (mevcut bir
kişi) olmayınca gölgenin dahi vücûdu olmaz. Ve kezâ
(böylece) sen bilirsin
ki, mâsivâ-yı Hak (Hak’tan ayrı
şeyler) dediğimiz bu kesîf sûretler
(yoğunlaşmış suretler),
ne mertebeden ve hangi
hakîkat-i İlâhiyye’den (İlahi
hakikatlerden,ilmi suretlerden dolayı) Hakk'ın
vücûduna ihtiyâc-ı küllî (tam
ihtiyaçlık, muhtaçlık) ile ve onların birbirine
ihtiyâcı sebebiyle, vücûd-i Hakk'a
(Hakk’ın vücuduna) ihtiyâc-ı nisbî
(göreli ihtiyaç, bir şeye göre olan
ihtiyaç)
ile muttasıf oldu
(vasıflandı).
Ma'lûm olsun ki,
iftikar (muhtaç olmak) ve
ihtiyâç, iki sûretle (şekilde)
olur: Birisi budur ki, mâsivâ-yı Hak
(Hakk’ın gayrı şeyler)
dediğimiz vücûdât-ı müteayyine
(meydana çıkmış, bellilik kazanmış vücutlar),
Hakk'ın zıllidir
(gölgesidir).
Binâenaleyh (nitekim),
bunlar vücûdda Mûcid
(vücuda getiren, yaratan),
Mukavvim (kıvama getiren,
biçimine koyan),
Rab ve Nûr olan ve Allah ismiyle müsemmâ olan
(isimlenen) Zât’a
muhtaçtırlar. Nitekim şahsın gölgesi dahi, vücûd bulabilmek
için mutlaka o şahsa muhtaçtır. Ve bizim vücûd-i zıllîmiz
(gölge vücudumuz),
İlâh'ın me'lûhu (kulu)
olup kendi nefsinde müstakıl
(bağımsız) değildir. İşte
bizim vücûdumuzun Hakk'a bu sûretle ihtiyâcı, iftikâr-ı
küllîdir (tam fakirliktir,
muhtaçlıktır).
İkincisi,
fakîrin zengine ve çocuğun vâlidesine ve zaîfın
(zayıfın) kavîye
(kuvvetliye) olan ihtiyâcı
gibi yekdiğerimize (birbirimize)
olan ihtiyâcımızdır. Bu ihtiyâç, zılliyyetten
(gölge oluştan) dolayı vâkı'
(mevcut) olan ihtiyâç
nev'inden (türünden) değildir. Belki mezâhirde
(görüntü yerlerinde, birimlerde) Hakk'ın rubûbiyyetle
(rablıkla) zuhûrundan
(açığa çıkmasından) nâşîdir
(dolayıdır).
İşte buna da, iftikâr-ı
nisbî (göreli ihtiyaç, bir şeye göre
olan ihtiyaç) derler. Maahâzâ
(bununla beraber) âlem
(evren),
rubûbiyyet
(esma)
cihetinden (yönünden)
zıll (gölge)
değildir, Hakk'ın aynıdır. Binâenaleyh
(nitekim) iftikâr
(muhtaçlık),
hakîkatte Allah'dan gayri
(başka) hiçbir kimseye
değildir.
Ve tâ ki
bilesin ki, nereden ve hangi hakîkat-i İlâhiyye’den, Hak nâstan
gınâ ile ve âlemlerden gınâ ile muttasıf oldu. Ve âlem dahi gınâ
ile muttasıf oldu. Ya'ni nâstan ba'zısı ba'zısından şu vech ile
gınâ ile muttasıf oldu ki, o vech onunla bâ'zısının âhara
müftekır olduğu vechin aynıdır. Ve Hak için esmâ-i ilâhiyye’den
gayri, âlemin ona müftekır olduğu bir sebebiyyet yoktur. Ve
muhtâcün-ileyh olan isim, muhtâcın misli olarak âlemden olsun
veyâhut ayn-ı Hak'tan olsun, esmâ-i İlâhiyye, âlemin ona muhtâc
olduğu her bir isimdir. O da Allah'dır, gayri değildir. Bunun
için Allah Teâlâ buyurdu: "Ey nâs, siz Allâh'a muhtaçsınız; ve
Allah ganî ve hamiddir" (Fâtır, 35/15) (39).
Yâ’ni sen im’ân
ile baktığın vakit bâlâda zikr olunan
(yukarıda bahsedilen)
hakâyıkı (hakikatleri)
bildiğin gibi, bunu dahi bilirsin ki: Hak, ne mertebeden ve
hangi hakikat-i İlâhiyye (İlahi
manalar) ile nâstan
(insanlardan) ve âlemlerden gınâ
(zenginlik, ihtiyacı olmamak)
ile muttasıf (sıfatlanmış)
oldu. Ve bu gınâ (ihtiyacı
olmama, zenginlik) ile ittisâf
(vasıflanma) âlemde dahi
vâkı' (mevcut) oldu. Yâ’nî
âlemin bir cüz'ü (kısmı)
bir hususta diğer cüz'ünden
(kısmından) ganî (zengin)
oldu. Ve kezâ (böylece)
bir cüz (parça, kısım)
bir hususta diğer bir cüz'e
(diğer bir parçaya, kısma)
mütfekır (muhtaç) oldu.
Meselâ bir şahsın gölgesi vücûdda o şahsa muhtaçtır. Fakat yine
o gölge, kendisinin sâhibi olmayan diğer bir şahıstan ganîdir
(şahsa ihtiyacı yoktur) .
Ve kezâ su, donmak için şemse
(güneşe) muhtaç değildir ve
ondan ganîdir (ihtiyacı yoktur).
Fakat erimek için güneşin harâretine muhtaçtır.
Binâenaleyh (nitekim) su,
güneşten bir vech ile (bakımdan)
ganidir (ihtiyacı yoktur,
zengindir) ve bir vech ile
(bakımdan) ona/müftekırdir
(muhtaçtır).
Ve bu iftikâr
(muhtaç olmak) ve gınâ
(zenginlik, ihtiyacı olmamak),
birbirinin aynıdır. Çünkü
mezâhirde (birimlerde, görüntü
yerlerinde) Hakk'ın rubûbiyyetle
(rablıkla, terkibiyetle)
zuhûrundan (meydana çıkışından)
nâşîdir (dolayıdır).
Ve âlem (evren)
ise, rubûbiyyet (esma)
cihetinden (yönünden)
Hakk'ın aynıdır. Ve âlem
(evren) vücud-i aslîsi
(asıl vücut) olmayıp ademiyyet üzere
(yok durumunda)
bulunduğundan, şübhesiz iftikar-ı zâtî
(zati ihtiyaçlık) ile esbâba
(vasıtalara, sebeplere)
muhtaçtır. Sebeb olmayınca onun vücûdu olamaz. Ve âlemin
(evrenin) muhtaç olduğu en
büyük sebeb dahi, Hakk'ın sebebiyyetidir. Binâenaleyh
(nitekim) bizim vücûdumuz,
iftikâr-ı zâtî (zati muhtaçlık)
ile Hakk'a muhtâc olup, kendi zâtı ile kâim
(mevcut) olan zât-ı
mutlakanın (kayıtsız, salt, tek olan
Zat’ın) tecellisi
(görünmesi, belirmesi) ve esmâsiyle kâimdir
(mevcuttur).
Âlemin muhtâc
olduğu Hakk'ın sebebiyyeti dahi, esmâ-i ilâhiyyeden
(ilahi isimlerden) gayri
(başka) değildir. Yâ’nî
merbûb (kul) ve mahlûk
(yaratık) olan âlem, Rabb'e
ve Hâlık'a (yaratana)
muhtaçtır. Maahâzâ (farzedelim ki)
bu iftikâr (muhtaçlık)
rızk ve halktadır.
(yaratmadadır) Yoksa, zevât-ı hakâyık,
(kişilerin, zatların hakikatleri) zâtın taayyünâtının
(belirmelerin, bellilik kazananların)
sûretleridir ve Hakk'ın şuûnâtıdır.
(işleri, fiilleridir)
Binâenaleyh (nitekim)
min-haysü'z-zât (zatı bakımından)
iftikar (muhtaç olma)
yoktur. Bu iftikâr (muhtaç
olmak) ancak nisebden
(sıfatlardan) ibâret olan esmâ arasındadır. Ve biz de
işte o esmânın sûretleriyiz. Ve esmâ-i ilâhiyye, âlemin muhtâc
olduğu her bir isimdir ki, kendisine muhtâc olunan isim, gerek
çocuğun vücûdda babasına ihtiyâcı gibi, âlemin cüz'ünden
(parçasından) muhtâcın
kendisine benzeyen bir cüz' (parçası)
olsun; ve gerek çocuğun sûrette ve halkta
(yaratmada) Musavvir
(suret veren) ve Hâlık olan
(yaratan) Hakk'a ihtiyâcı
gibi ayn-ı Hak'tan (Hakk’ın
hakikatinden) olsun. Ya'nî ism-i Zâhir'in
(zahir isminin) taht-ı
ihâtasında (kuşatması altında)
olan mezâhir-i kevniyye
(evren ve evren suretleri) ve avâlim-i halkıyyeden
(yaratılmış âlemlerden, varlıklardan)
her birisi iki i'tibâr
(husus) ile "ism-i İlâhî"dir.
Birisi budur ki;
mevcûd olan her bir şey, Hakk'ın vücûduna ve onun vahdetine
(tekliğine) delâlet
(işaret) ettiği için "ism-i
İlâhî" olmuş olur.
İkincisi budur
ki, mevcûd olan her bir şey, esmâ-i İlâhiyye’den bir ismin
mazharı (göründüğü yer) ve
meclâsıdır (aynasıdır).
Binâenaleyh (nitekim)
her bir isim, rubûbiyyetini
(rablığını) kendisine mahsûs
(ait) olan mazharda
(görüntü yerinde, birimde)
ızhâr ettiği (açığa çıkardığı)
ve zâhir (görülen) ile
mazhar (görüntü yeri) bir
görüldüğü için, her şey "ism-i İlâhî"
(İlahi isim) olur. Ve ism-i
Bâtın'ın (batın isminin)
taht-ı ihâtasında (kuşatması altında)
olan suver-i ilmiyyeye
(ilmi suretlere) gelince onların esmâ-i ilâhiyye
(İlahi esma) olduğuna şübhe
yoktur.
İmdi
muhtâcün-ileyh olan (kendisine
ihtiyaç duyulan) isim, Allah'dır; rubûbiyet
(Rablığı, esması) cihetiyle
(bakımından) onun gayri
(başkası) değildir. Babanın
çocuğun vücûduna sebeb olması husûsunda, kabiliyetten ve
mazhariyyetten (mazhar
oluştan) başka bir şey
yoktur. Babanın mazharında (görüntü
yerinde, bedeninde) zâhir olan
(görülen) fiil, Hakk'ın
fiilidir ve mazharın (görüntü
yerinin, birimin) vücûdunda zâhir olan
(görülen) Hakk'ın aynıdır.
Bunun için Hak Teâlâ buyurdu ki "Siz Allah Teâlâ'ya
muhtaçsınız" (Fâtır, 35/15). Ya'nî fakr,
(fakirlik, muhtaçlık) sizin
sıfat-ı zâtiyyenizdir (zatınızın
sıfatlarındandır). Binâenaleyh
(nitekim),
hadd-i zâtında (esasında)
sizin gınânız
(zenginliğiniz, doygunluğunuz) olmayıp, cemî-i umûrda
(bütün her şeyde) fakr-ı
küllî (tam bir fakirlik)
ile Hak Teâlâ'ya muhtaçsınız. "Ve Allah Teâlâ kendi zâtı ile
gayrden ganîdir (başkaya ihtiyacı
yoktur, doygundur, zengindir) Ve kendi zâtı ile yine
kendi zâtını hamîddir (hamdeden,
öven, medhedendir)."
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-30.12.2003
http://gulizk.com
|