95. Bölüm

[KELİME- YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve ba'zımızdan ba'zımıza bizim için iftikâr sâbit olduğu ma'lûmdur. Böyle olunca bizim esmâmız esmâullahdır. Zî­râ iftikâr, bilâ-şek O'nadır. Ve bizim a'yânımız ise, nefs-i emrde O'nun zillidir, O'nun gayri değildir. İmdi O, bizim "hüviyyet"imizdir; "hüviyyet"imiz değildir. İşte biz sâna ta­rîkı temhîd ettik, nazar et! (40).

Ya'nî Hakk'ın bize tecellî eylediği (bizde belirdiği, oluştuğu) esmâ ile ba'zımızın ba'zımıza iftikârı (ihtiyaç duyması) sâbit (belli, anlaşılmış) olur. Ve esmâ-i kevniyye, (kozmik isimlerin) tenezzülü (inmeleri, alçalmaları) ve sıfât-ı kevniy­ye (kozmik sıfatlar) ile ittisâfı (sıfatlanması) i'tibâriyle (hususuyla) Allâh'ın isimleridir. Meselâ mertebe-i letâ­fette (şeffaf bulundukları mertebede) buharın adı buhardır. Fakat tenezzülâtı i'tibâriyle (aşağıya inmeleri bakımından) her merte­bede bir isim alır. Bir mertebede adı bulut ve bir mertebede yağ­mur ve su ve bir mertebede kar ve bir mertebede de buzdur. Bu isimlerin cümlesi buhârın isimleridir. Şu halde bizler ki, a'yân-ı kev­niyyeyiz (kozmik manalarız),  bizim isimlerimiz Allâh'ın isimleridir. Ve bizler ancak es­mânın suretleriyiz. Bizim yekdîğerimize (birimizin diğer birine) muhtâc oluşumuz dahi, Hakk'a olan ihtiyâcdır. Ve hiç şübhe yoktur ki, iftikâr (muhtaç olma) ancak Al­lah Teâlâ'yadır. Ve a'yân-ı sâbitemiz (ilmi suretlerimiz, esma terkibimiz) ile a'yân-ı mevcûdemiz (bizdeki mevcut manalar) nefsü'l ­emrde (gerçekte) Hakk'ın zıllidir (gölgesidir). Ve bir şeyin zılli (gölgesi) ise o şeyin aynıdır. İşte bu i'tibâr (husus) ile Hak bizim "hüviyyet"imizdir (aslımızdır, hakikatimizdir). Ve bir şeyin zılli (gölgesi) o şeyden ayrı olduğundan bu i'tibâr (husus) ile dahi, Hak bizim "hüviyyet"imiz (aslımız) değil­dir. Meselâ buhar, hakîkat ve vücûd i'tibâriyle, (bakımından) buzun hüviyyetidir (aslıdır). Ve taayyün (meydana çıkma, şekillenme) ve kayd (kayıtlılık) ve izâfet (bağ,  ilişki) i'tibâriyle (bakımından) buzun hüviyyeti (aslı) değildir.

İşte ey kâri' (okuyucu), biz sana Hakk'a mûsıl olan (seni Hakk’a ulaştıran) gâyet geniş bir yol aç­tık. Sen dîde-i basîret (kalp gözü) ile nazar edip (bakıp) cemâl-i ahadiyyeti, (ahad olan cemali, tek yüzü) cemî'-i mezâhir-i âlemde (âlemdeki bütün görüntü yerlerinde, birimlerde) ve bu sûretlerde müşâhede et (gör, seyret) ! Ve âlemin suver-i kesîresi (âlemde gördüğün suretlerin çokluğu) gözüne perde olmasın! Rubâî:

Tercüme: "Ma'şûkun (sevgilinin) ayân (apaçık, aşikâr) olduğunu şimdi bildim. Arada benim ile berâber olduğunu şimdi bildim. Taleb (istek) ve taharrî (araştırmak, aramak) ile bir makâma vâsıl olurum (ulaşırım) demiş idim. Halbuki onun tefrika (ayrılık, farklı olma, ikilik) olduğunu şimdi bil­dim."

4 Temmuz 332; 16 Ramazan

334, yevm-i Pazartesi, sâat-i ezâni 3.

M e s n e v î :
Tercüme: "Vehim ve hayâl ve tama' (açgözlülük) ve korku âlemi, yolcu için bir sedd-i azîmdir." (büyük engeldir).

Şerh: Ya'nî tarîk-ı Hakk'a sâlik (Hakk yolunun yolcusu) olan bir kimse, eğer kendisinin ve âlemin hey'et-i mecmûasının (tamamının) vücûd-i vehmîlerinden (aslında olmayıp var zannedilen vücutlarından) geçmez ve on­ların esmâ-i İlâhiyye’nin (ilahi esmanın) zılâli (gölgesi) olup bir hayâlden ibâret bulunduğunu bilmezse, kendi vücûd-i mevhûmuna (var zannettiği vücuduna) müterettib (ait) olacak mükâfâta tama' (düşkünlük, hırs) ve mücâzâttan (karşılığında çekeceği cezadan) dahi havf eder (korkar). Ve ameli (yaptığı işleri) ancak mükâfâta nâil olmak ve mücâzâttan (karşılığında gelecek cezadan) halâs (kurtulmuş) olmak için îfâ eyler (yerine getirir).  Bu ise isneyniyyet (ikilik) olup Hak yolunda sedd-i azîmdir (büyük engeldir). Zîrâ sâlikin (Hak yolunda yürüyen kişinin) maksûdu (maksadı) vahdettir (tekliktir). Bu keserât-ı mevhûme (var zannedilen bu çokluklar) ve muhayyele (hayaller) ile vahdet (tek) bulunmaz.

Mesnevî:
Tercüme: "Bu nakış bağlayıcı olan hayâlin nakışları, dağ gibi olan Halîl gibi bir zâta zarar oldu."

Şerh: "Hayâl-i nakş-bend"den murâd (anlatılmak istenilen) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) olan eşyânın (manaların) sû­retleridir. Bu hayâlin nakışları (işleri) ise hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz boyutta) zâhir olan (görülen) sû­retlerdir ki, a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) zılâlidir (gölgesidir). Binâenaleyh (nitekim) bu âlem, hayâ­lin hayâli olmuş olur. Bunun tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Yüsufî'de murûr etmiş­tir (geçmiştir). İşte bu nukûş-i muhayyele (hayaldeki  nakışlar) dağ gibi râsih (sağlam, temeli kuvvetli bilgisi) olan, İbrâhîm Halî­lullah gibi bir zâta zarar îrâs etti (verdi).

Tercüme: "Cevâd olan cenâb-ı İbrâhim, işte Rabbim budur, dedi. Çünkü âlem-i vehme düştü. Yıldızın zikrine böyle te'vîl söyledi. Onun gibi bir kimse te'vîl gevherini deldi."

Şerh: Ya'nî cömert olan cenâb-ı İbrâhîm, evvelen parlak bir yıldız gördü. İşte Rabbim budur, dedi. O yıldız gâib (kayıp) olunca, ben ufûl eden­leri (batanları, kaybolanları) sevmem, deyip bu tevehhümden (vehminden) vazgeçti. Bu vak'anın tafsîli (olayın açıklaması) sûre-i En'âm'da............................ (En'âm, 6/76) âyet-i kerîmesinden bed' ile (çirkin, fena olarak) Kur'â­n-ı Kerîm'de beyân buyrulmuştur (bildirilmiştir). Ba'dehû (daha sonra) kameri (ay’ı) daha büyük müşâhede edip (görüp) “işte Rabbim budur” dedi. Gurûb edince (görünmez olunca, batınca) ondan dahi yüz çevirdi. Şemsi (güneşi) daha büyük ve daha münevver (nurlu, parlak) gördü. İşte Rabbim budur, dedi. O da gurûb edince (batınca) bu vehimden dahi vazgeçip yeri gö­ğü yaratan Sâni'-i Hakîm'e (hikmet sahibi yaratıcıya) ve âlemlerin Rabb'ine müteveccih oldu (döndü).  İşte cenâb-ı İbrâhîm gibi bir zâtı, suver-i âlem (varlık suretleri) te'vîl cânibine (görülen açık manasından daha  başka  mana tarafına) sevk etti (sürükledi, gönderdi). Maahâzâ (bununla beraber) nûr-i aklı (aklın nuru), bu sûretlerin birer hayâl-i zâil (geçen  hayal (gelip geçici, hayali) olduğuna hükm eyledi (karar verdi).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-06.01.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail