[KELİME-
YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN
FASTIR]
Ve
ba'zımızdan ba'zımıza bizim için iftikâr sâbit olduğu
ma'lûmdur. Böyle olunca bizim esmâmız esmâullahdır. Zîrâ
iftikâr, bilâ-şek O'nadır. Ve bizim a'yânımız ise, nefs-i
emrde O'nun zillidir, O'nun gayri değildir. İmdi O, bizim
"hüviyyet"imizdir; "hüviyyet"imiz değildir. İşte biz sâna
tarîkı temhîd ettik, nazar et! (40).
Ya'nî Hakk'ın
bize tecellî eylediği (bizde
belirdiği, oluştuğu)
esmâ ile ba'zımızın ba'zımıza iftikârı
(ihtiyaç duyması) sâbit
(belli, anlaşılmış) olur.
Ve esmâ-i kevniyye, (kozmik
isimlerin) tenezzülü
(inmeleri, alçalmaları) ve sıfât-ı kevniyye
(kozmik sıfatlar)
ile ittisâfı
(sıfatlanması) i'tibâriyle
(hususuyla) Allâh'ın
isimleridir. Meselâ mertebe-i letâfette
(şeffaf bulundukları mertebede)
buharın adı buhardır. Fakat tenezzülâtı i'tibâriyle
(aşağıya inmeleri bakımından)
her mertebede bir isim alır. Bir mertebede adı bulut ve
bir mertebede yağmur ve su ve bir mertebede kar ve bir
mertebede de buzdur. Bu isimlerin cümlesi buhârın isimleridir.
Şu halde bizler ki, a'yân-ı kevniyyeyiz
(kozmik manalarız),
bizim isimlerimiz Allâh'ın
isimleridir. Ve bizler ancak esmânın suretleriyiz. Bizim
yekdîğerimize (birimizin diğer
birine) muhtâc oluşumuz dahi, Hakk'a olan
ihtiyâcdır. Ve hiç şübhe yoktur ki, iftikâr
(muhtaç olma) ancak Allah
Teâlâ'yadır. Ve a'yân-ı sâbitemiz
(ilmi suretlerimiz, esma terkibimiz) ile a'yân-ı
mevcûdemiz (bizdeki mevcut manalar)
nefsü'l emrde
(gerçekte) Hakk'ın zıllidir
(gölgesidir).
Ve bir şeyin zılli
(gölgesi) ise o şeyin aynıdır. İşte bu i'tibâr
(husus) ile Hak bizim
"hüviyyet"imizdir (aslımızdır,
hakikatimizdir).
Ve bir şeyin zılli (gölgesi)
o şeyden ayrı olduğundan bu i'tibâr
(husus) ile dahi, Hak bizim
"hüviyyet"imiz (aslımız)
değildir. Meselâ buhar, hakîkat ve vücûd i'tibâriyle,
(bakımından) buzun
hüviyyetidir (aslıdır).
Ve taayyün (meydana çıkma,
şekillenme) ve kayd
(kayıtlılık) ve izâfet
(bağ, ilişki) i'tibâriyle
(bakımından) buzun
hüviyyeti (aslı)
değildir.
İşte ey kâri'
(okuyucu),
biz sana Hakk'a mûsıl olan
(seni Hakk’a ulaştıran) gâyet geniş bir yol açtık. Sen dîde-i
basîret (kalp gözü) ile
nazar edip (bakıp)
cemâl-i ahadiyyeti, (ahad olan
cemali, tek yüzü) cemî'-i mezâhir-i âlemde
(âlemdeki bütün görüntü yerlerinde,
birimlerde) ve bu sûretlerde müşâhede et
(gör, seyret) !
Ve âlemin suver-i kesîresi
(âlemde gördüğün suretlerin çokluğu)
gözüne perde olmasın! Rubâî:
Tercüme:
"Ma'şûkun (sevgilinin)
ayân (apaçık, aşikâr)
olduğunu şimdi bildim. Arada benim ile berâber olduğunu şimdi
bildim. Taleb (istek) ve
taharrî (araştırmak, aramak)
ile bir makâma vâsıl olurum
(ulaşırım) demiş idim. Halbuki onun tefrika
(ayrılık, farklı olma, ikilik)
olduğunu şimdi bildim."
4 Temmuz
332; 16 Ramazan
334, yevm-i
Pazartesi, sâat-i ezâni 3.
M e s n e v î
:
Tercüme: "Vehim ve hayâl ve tama'
(açgözlülük) ve korku âlemi,
yolcu için bir sedd-i azîmdir."
(büyük engeldir).
Şerh: Ya'nî
tarîk-ı Hakk'a sâlik (Hakk yolunun
yolcusu) olan bir kimse, eğer kendisinin ve âlemin
hey'et-i mecmûasının (tamamının)
vücûd-i vehmîlerinden
(aslında olmayıp var zannedilen vücutlarından) geçmez
ve onların esmâ-i İlâhiyye’nin
(ilahi esmanın) zılâli
(gölgesi) olup bir hayâlden ibâret bulunduğunu
bilmezse, kendi vücûd-i mevhûmuna
(var zannettiği vücuduna) müterettib
(ait) olacak mükâfâta tama'
(düşkünlük, hırs) ve
mücâzâttan (karşılığında çekeceği
cezadan) dahi havf eder
(korkar). Ve
ameli (yaptığı işleri)
ancak mükâfâta nâil olmak ve mücâzâttan
(karşılığında gelecek cezadan)
halâs (kurtulmuş)
olmak için îfâ eyler (yerine getirir).
Bu ise isneyniyyet
(ikilik) olup Hak yolunda
sedd-i azîmdir (büyük engeldir).
Zîrâ sâlikin (Hak yolunda
yürüyen kişinin) maksûdu
(maksadı) vahdettir
(tekliktir). Bu keserât-ı mevhûme
(var zannedilen bu çokluklar)
ve muhayyele (hayaller)
ile vahdet (tek)
bulunmaz.
Mesnevî:
Tercüme: "Bu nakış bağlayıcı olan hayâlin
nakışları, dağ gibi olan Halîl gibi bir zâta zarar oldu."
Şerh: "Hayâl-i
nakş-bend"den murâd (anlatılmak
istenilen) ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın ilminde) olan eşyânın
(manaların) sûretleridir. Bu
hayâlin nakışları (işleri)
ise hazret-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz boyutta) zâhir olan
(görülen) sûretlerdir ki,
a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin)
zılâlidir (gölgesidir).
Binâenaleyh (nitekim)
bu âlem, hayâlin hayâli olmuş olur. Bunun tafsîli
(geniş açıklaması) Fass-ı
Yüsufî'de murûr etmiştir (geçmiştir).
İşte bu nukûş-i muhayyele
(hayaldeki nakışlar) dağ gibi râsih
(sağlam, temeli kuvvetli bilgisi) olan, İbrâhîm
Halîlullah gibi bir zâta zarar îrâs etti
(verdi).
Tercüme: "Cevâd
olan cenâb-ı İbrâhim, işte Rabbim budur, dedi. Çünkü âlem-i
vehme düştü. Yıldızın zikrine böyle te'vîl söyledi. Onun gibi
bir kimse te'vîl gevherini deldi."
Şerh: Ya'nî
cömert olan cenâb-ı İbrâhîm, evvelen parlak bir yıldız gördü.
İşte Rabbim budur, dedi. O yıldız gâib
(kayıp) olunca, ben ufûl
edenleri (batanları, kaybolanları)
sevmem, deyip bu tevehhümden
(vehminden) vazgeçti. Bu
vak'anın tafsîli (olayın açıklaması)
sûre-i En'âm'da............................ (En'âm,
6/76) âyet-i kerîmesinden bed' ile
(çirkin, fena olarak) Kur'ân-ı Kerîm'de beyân
buyrulmuştur (bildirilmiştir).
Ba'dehû (daha sonra)
kameri (ay’ı)
daha büyük müşâhede edip (görüp)
“işte Rabbim budur” dedi. Gurûb edince
(görünmez olunca, batınca)
ondan dahi yüz çevirdi. Şemsi
(güneşi) daha büyük ve daha münevver
(nurlu, parlak) gördü. İşte
Rabbim budur, dedi. O da gurûb edince
(batınca) bu vehimden dahi
vazgeçip yeri göğü yaratan Sâni'-i Hakîm'e
(hikmet sahibi yaratıcıya) ve
âlemlerin Rabb'ine müteveccih oldu
(döndü). İşte
cenâb-ı İbrâhîm gibi bir zâtı, suver-i âlem
(varlık suretleri) te'vîl
cânibine (görülen açık manasından
daha başka mana tarafına) sevk etti
(sürükledi, gönderdi).
Maahâzâ (bununla beraber)
nûr-i aklı (aklın nuru),
bu sûretlerin birer hayâl-i zâil
(geçen hayal (gelip geçici, hayali)
olduğuna hükm eyledi
(karar verdi).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-06.01.2004
http://gulizk.com
|