96. Bölüm

[KELİME- YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Mesnevî:

Tercüme: "Göz bağlayıcı olan âlem-i vehim ve hayâl, öyle dağı ye­rinden kopardı. Hattâ onun kelâmı, ........ geldi. Ahmakın ve eşe­ğin hâli ne olur?"

Şerh: Çeşm-i basîreti (basiret gözünü), cemâl-i vahdete (tek yüze) nazar etmekten (bakmaktan) bağlayan bu âlem-i vehm (var zannedilen bu âlem) ve hayâl ve zılâl (gölge), bu nukûş-i mâsivâya (Hakk’ın gayrı olan bu nakışlara) kapılma­mak husûsunda dağ gibi metîn olan bir Nebiyy-i zî-şânı (şerefli   Peygamberi) yerinden ko­pardı. Artık, sen suver-i âlemin (evren ve evren suretlerinin) hakâyıkını (hakikâtlerini) idrâkten mahrûm olan ahmakın ve mübtelâ-yı şehvet (şehvet düşkünü) olan eşeklerin hâlini kıyâs et (karşılaştır)! İbrâ­hîm (a.s) bu hayâlât (hayaller) içinde Rabb’isini aradı. Ve bu taharrî (arama, araştırma) vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) ile vücûd-i halk (varlıkların vücutları) arasındaki râbıtaya (bağa, bağlılığa) ve münâsebete taalluk et­ti (alakalı kıldı). Halbuki ahmak ve hımâr (eşek) tabîatında olan kimseler, bu suver-i ha yâliyyeye (hayal olan bu suretlere), birer sûretle (tarzla) temettü' (kâr etmek, fayda sağlamak) kasdiyle dört el ile yapışıp kalmış­lar ve Rab'lerini külliyyen (tamamıyle) unutmuşlar ve hattâ ba'zıları inkâr bile etmişlerdir.

Mesnevî:

Tercüme: "Dağlar gibi olan akıllar, vehim deryâlarında (denizlerinde) ve hayâl girdâbında gark olmuştur (boğulmuştur).Bu tûfanda dağlara fazâhat (alçaklık) vardır. Nûh'­un gemisinde olandan gayri (başka) bir eman (eminlik, korkusuzluk) nerede? Bu yakîn yolunun reh­zeni (yol keseni) olan hayâlden, ehl-i dîn (din sahipleri) yetmiş iki millet oldu. Ehl-i yakîn (tam, kesin, doğru bilgi sahipleri) , o vehim ve hayâlden kurtuldu; kaş kılına hilâl demez! O kimseye ki  Hz. Ömer'in nûru sened (delil, belge) olmaya, kaşının bir eğri kılı onun yolunu vurur."

     Şerh: Ya'nî dağlar gibi râsih (sağlam, köklü bilgisi) ve metîn olan birçok akıllar, bu suver-i âlemi (evren ve evrendeki suretleri) müstakıllü'l-vücûd (kendine ait bağımsız bir vücudu var) zannedip vehim deryâlarında (denizlerinde)  ve hayâl gir­dâbında boğulmuşlardır. Zîrâ onlar hayâli hakîkat zannetmişler ve onun üzerine ibtinâ-i (bina kurup) hüküm eylemişlerdir (karar vermişlerdir). Bu öyle bir tûfandır ki, dağlar gibi akıllara bu tûfandan rüsvâylık (aşağılık, bayağılık) vardır. Bundan kurtuluş, ancak sefine mesâbesinde (gemi derecesinde) olan sünen-i Peygamberîye (Peygamberlerin sünnetlerine) ve onun vâris­lerinin (mirasçılarının) gösterecekleri tarîka (yola) mütâbaat (arkasından gitmek, uymak) ve sülûk (onların yoluna girmek) ile olur. Nitekim (s.a.v) Efendimiz .............. ya'ni "Dünyâ uyuyan kimsenin rü'­yâsı mesâbesindedir" (derecesindedir) buyurmuşlardır. Rü'ya ise hayâldir. Ve hayâl tarîk-i yakînin (yakîn yolunun) reh-zenidir (yol kesicisidir). İşte bu hayâl sebebiyle ehl-i dîn (din sahipleri),  yetmiş iki millet oldu. Zîrâ bunlardan her birisi sünnet-i Resûlullâh'a değil, akıllarına istinâd (dayandılar) ve i'timâd ettiler (güvendiler).  Ve cennet-i kurbdan (yakınlık cennetinden) nâr-ı bu'de (uzaklık ateşine) düştüler. Evhâm (kuruntular, zanlar) ve hayâlât (hayaller) onların yollarını vurdu. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur. ............................ Ya'nî "Be­nim ümmetim yetmiş üç fırkaya (gruba) ayrılacaktır. Onların hepsi nârda­dır (ateştedir). Birisi müstesnâdır." Ve müstesnâ olan fırka (grup) ise sünnete ittibâ' eden (uyan) tâifedir. Zîrâ bunlar akıllarını Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in muvâcehesinde (karşısında, önünde) kurbân edip ehl-i yakînden (yakîn kişilerden) oldular. Artık onlar, kaş kılına hilâl demezler.

Bu beyân (açıklama) ile cenâb-ı Ömer (r.a) zamânında olan bir vak'aya (geçmiş olaya) işâret buyrulur: Birisi, hilâli görüyorum, diye huzûr-i Ömer'e (ömerin huzuruna) gelmiş idi. Halbuki bu zât gâyet müsinn (yaşlı, ihtiyar) olup gözünün üzerine sarkmış olan ka­şının kılını hilâl zannetmiş idi. Hz. Ömer farkına varıp kaşının kılı­nı düzeltmiş ve ondan sonra yine hilâli görüp görmediğini sormuş. Ve netîcede o rü’yetin (görülenin) hayâl ve vehimden ibâret olduğu anlaşılmış idi. İşte böyle Hz. Ömer'in nûrunu sened (delil, belge) ittihâz (kabul) etmiş olan kimse­nin yolunu kaşının bir eğri kılı vurmaz. Ehl-i âlem (insanlar) dahi, tıpkı hilâli görüyorum iddiâsıyla zannına tâbi' olmuş (uymuş) kimselere benzer. Hz. Ömer gibi olan mürşid-i kâmil (kâmil bir yol göstericinin) huzûruna gidince onu zannından halâs edip (kurtarıp) mertebe-i yakîne îsâl eder (ulaştırır).

Mesnevi:

Tercüme: "Yüz binlerce hevl (korku) ve sehm (hata, yanılma) ile mevsûf (vasıflanmış) olan gemi, vehim deryâsında (denizinde) tahte tahte (paramparça) olmuştur. Onların ednâsı (en aşağıda olanı), çâlâk (büyük adam) ve feylesof (felsefe ile uğraşan âlim) olan Fir'avn'dır. (firavundur) Onun mâhı (ay’ı),  burc-i vehmîde (vehim kalesinde) husûftedir (tutulmaktadır).  Fâhişe ka­dının kim olduğunu kimse bilmez. Ancak kendince şübhesi olmayan kimse bilir. Mâdemki seni vehmin (zannın) hıyre-ser (sersem, alık) tutar, neden dolayı o diğer vehim (zannının) etrâfında dolaşırsın. Ben, kendi benliğimden âcizim, be­nim önümde pür-enâniyyet (benliğinle) niçin oturdun?"

Şerh: Ya'nî bir çok mahâvif (tehlikeler) ile mevsûf (vasıflanmış) ve gemi gibi olan akl-ı cüz'î (bir cüz olan aklın), evhâm (zan) ve hayâlât deryâsında (hayal denizinde) parça parça olmuştur. Onların bir tâ­nesi de, vehme tebaiyyette (tâbî olmakta, uymakta) çâlâk (büyük adam) ve feylesof (felsefeci) olan Fir'avn'dır (firavundur). Onun mâh (ay) gibi olan nûr-i aklı (akıl nuru) vehme mensûb (ait) olan burcda husûftedir (tutulmaktadır). Zîrâ o kendisini müstakıllü’l-vücûd (bağımsız kendine ait bir vücudu var) zannedip ............ (Nâziat, 79/24) dedi. Kendisinin ve mülkünün taayyünât-ı hayâliyyesini (belirmiş hayaller olduğunu) bilemedi. Bu âlemin taayyünâtı (evrenin suretleri) hakikati setr etmiştir (örtmüştür). Meselâ mestûre (örtülü) kadınlar içinde hangisinin fâhişe olduğunu kimse bilmez. Bunların arasında bulunan fâhişe kadını ancak onunla münâsebette bulunmuş olan kim­se bilir. Bu hususta o kimse aslâ şübhe etmez.

Ey vehminin mağlûbu olmuş (vehmine yenilmiş) olan kimse, hakîkati bulacağım diye niçin kendin gibi bir vehme mağlûbun (vehmine yenilmişin) etrâfında dolaşıp durursun? Sen ne kendinin ve ne de âlemin (evrenin) hakikâtini anlamamış olduğun hal­de, cehilde (cahillikte) seninle hem-hâl (aynı durumda) olan feylesofların (felsefecilerin), felsefiyyât-ı vehmiyye­si (felsefi zanları) etrâfında dolaşmak ne fâide (fayda) verir? Meselâ ben kendi vücûdumu müstakıl (bağımsız, kendi başına) farz edip (sayıp) bu vehimden bir türlü kurtulamıyorum ve kendi başımın çâresini bulmaktan âcizim. Sen aynı acz (acizlik) ile muttasıf (sıfatlanmış) iken enâniyyet (benlik) ile dolu olarak benim önüme gelip oturduğun halde ben­den ne istifâde edersin? İki âcizin birbirine ne muâveneti (yardımı) olabilir? Hz. Pîr-i dest-gîr (Hz. Şeyh İbnü’l-Arabî) bu kelâmı bi't-tenezzül (inerek) feylesofların (felsefecilerin) makâmından söylemişlerdir. Yoksa kendilerinin kendiliği kalmamıştır.

Mesnevî:

Tercüme: "Ben canla "men" (ben) ve "mâ"sız (bizsiz) arıyorum, tâ ki o hoş çev­gânın (cirit oyun değneğinin) topu olayım. Her kim "ben"siz oldu, bütün "ben"ler ondadır. Mâdemki kendisine dost değildir, cümlenin (hepsinin) yâri oldu. Âyîne (ayna) nakışsız olunca bahâ (güzellik) bulur. Zîrâ bütün nakışlardan hikâye edicidir."

Şerh: Ben, cân ü gönülden, kendi varlığından ve enâniyyetinden (benliğinden) kurtulmuş bir kimse arıyorum. Çevgân (cirit oyun değneği), topu nasıl çeler ve onda is­tediği gibi tasarruf (idare) ederse, o kendisinden halâs olup (kurtulup) ................. sırrına mâ-sadak (uymuş, tıpkı) olmuş olan mürşid-i kâmil dahi, bende öylece ta­sarruf etsin. Her kim benlikten halâs oldu (kurtuldu) ise bütün "ben"ler onda­dır. Zîrâ "ben" ta'bîri vücûd-i mutlakta (kayıtsız vücutta) müteayyin bulunan (meydana çıkan) vücûd-i mukayyede (kayıtlı vücuda) âit bir lafızdır (sözdür).  Ve mutlaka (kayıtsıza) ârız olan (gelen) mukayyediyyet (kayıtlılık) kal­kınca, o mukayyed (kayıtlı olan) ayn-ı Mutlak (Mutlak’ın aynı, tıpkısı) olur. Binâenaleyh (nitekim) ne kadar mukay­yedât (kayıtlılar) var ise, artık o ayn-ı Mutlak (Mutlak’ın aynı) olan mukayyedin (kayıtlının) içindedir. Nite­kim, âyînenin (aynanın) üzerinde nakış bulunmazsa, güzel ve kıymet-dâr (kıymetli, değerli) olur. Çünkü bî-nakş (nakışsız) olan âyîneye (aynaya) bütün suver-i eşyâ (varlıkların suretleri) müntabi' olur (aynada görülür).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-13.01.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail