[KELİME-
YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN
FASTIR]
Mesnevî:
Tercüme: "Göz
bağlayıcı olan âlem-i vehim ve hayâl, öyle dağı yerinden
kopardı. Hattâ onun kelâmı, ........ geldi. Ahmakın ve eşeğin
hâli ne olur?"
Şerh: Çeşm-i
basîreti (basiret gözünü),
cemâl-i vahdete (tek yüze)
nazar etmekten (bakmaktan)
bağlayan bu âlem-i vehm
(var zannedilen bu âlem) ve hayâl ve zılâl
(gölge),
bu nukûş-i mâsivâya
(Hakk’ın gayrı olan bu nakışlara) kapılmamak
husûsunda dağ gibi metîn olan bir Nebiyy-i zî-şânı
(şerefli Peygamberi)
yerinden kopardı. Artık, sen suver-i âlemin
(evren ve evren suretlerinin)
hakâyıkını (hakikâtlerini)
idrâkten mahrûm olan ahmakın ve mübtelâ-yı şehvet
(şehvet düşkünü) olan
eşeklerin hâlini kıyâs et
(karşılaştır)!
İbrâhîm (a.s) bu hayâlât (hayaller)
içinde Rabb’isini aradı. Ve bu taharrî
(arama, araştırma) vücûd-i
Hak (Hakk’ın vücudu) ile
vücûd-i halk (varlıkların vücutları)
arasındaki râbıtaya (bağa,
bağlılığa) ve münâsebete taalluk etti
(alakalı kıldı).
Halbuki ahmak ve hımâr (eşek)
tabîatında olan kimseler, bu suver-i ha yâliyyeye
(hayal olan bu suretlere),
birer sûretle (tarzla)
temettü' (kâr etmek, fayda
sağlamak) kasdiyle dört el ile yapışıp kalmışlar ve
Rab'lerini külliyyen (tamamıyle)
unutmuşlar ve hattâ ba'zıları inkâr bile etmişlerdir.
Mesnevî:
Tercüme: "Dağlar
gibi olan akıllar, vehim deryâlarında
(denizlerinde) ve hayâl
girdâbında gark olmuştur
(boğulmuştur).Bu tûfanda dağlara fazâhat
(alçaklık) vardır. Nûh'un
gemisinde olandan gayri (başka)
bir eman (eminlik,
korkusuzluk) nerede? Bu yakîn yolunun rehzeni
(yol keseni) olan hayâlden,
ehl-i dîn (din sahipleri)
yetmiş iki millet oldu. Ehl-i yakîn
(tam, kesin, doğru bilgi sahipleri) ,
o vehim ve hayâlden kurtuldu; kaş kılına hilâl demez!
O kimseye ki
Hz. Ömer'in nûru
sened (delil, belge)
olmaya, kaşının bir eğri kılı onun yolunu vurur."
Şerh: Ya'nî
dağlar gibi râsih (sağlam, köklü
bilgisi) ve metîn olan birçok akıllar, bu suver-i
âlemi (evren ve evrendeki suretleri)
müstakıllü'l-vücûd
(kendine ait bağımsız bir vücudu var) zannedip vehim
deryâlarında (denizlerinde)
ve hayâl girdâbında boğulmuşlardır. Zîrâ onlar hayâli
hakîkat zannetmişler ve onun üzerine ibtinâ-i
(bina kurup) hüküm
eylemişlerdir (karar vermişlerdir).
Bu öyle bir tûfandır ki, dağlar gibi akıllara bu
tûfandan rüsvâylık (aşağılık,
bayağılık) vardır. Bundan kurtuluş, ancak sefine
mesâbesinde (gemi derecesinde)
olan sünen-i Peygamberîye
(Peygamberlerin sünnetlerine) ve onun vârislerinin
(mirasçılarının)
gösterecekleri tarîka (yola)
mütâbaat (arkasından gitmek,
uymak) ve sülûk (onların
yoluna girmek) ile olur. Nitekim (s.a.v) Efendimiz
.............. ya'ni "Dünyâ uyuyan kimsenin rü'yâsı
mesâbesindedir" (derecesindedir)
buyurmuşlardır. Rü'ya ise hayâldir. Ve hayâl tarîk-i
yakînin (yakîn yolunun)
reh-zenidir (yol kesicisidir).
İşte bu hayâl sebebiyle ehl-i dîn
(din sahipleri),
yetmiş iki millet oldu. Zîrâ
bunlardan her birisi sünnet-i Resûlullâh'a değil, akıllarına
istinâd (dayandılar) ve
i'timâd ettiler (güvendiler).
Ve cennet-i kurbdan
(yakınlık cennetinden) nâr-ı
bu'de (uzaklık ateşine)
düştüler. Evhâm (kuruntular, zanlar)
ve hayâlât (hayaller)
onların yollarını vurdu. Nitekim hadîs-i şerîfte
buyrulur. ............................ Ya'nî "Benim ümmetim
yetmiş üç fırkaya (gruba)
ayrılacaktır. Onların hepsi nârdadır
(ateştedir).
Birisi müstesnâdır." Ve müstesnâ olan fırka
(grup) ise sünnete ittibâ'
eden (uyan) tâifedir. Zîrâ
bunlar akıllarını Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in muvâcehesinde
(karşısında, önünde)
kurbân edip ehl-i yakînden (yakîn
kişilerden) oldular. Artık onlar, kaş kılına hilâl
demezler.
Bu beyân
(açıklama) ile cenâb-ı Ömer
(r.a) zamânında olan bir vak'aya
(geçmiş olaya) işâret buyrulur: Birisi, hilâli
görüyorum, diye huzûr-i Ömer'e
(ömerin huzuruna) gelmiş idi. Halbuki bu zât gâyet
müsinn (yaşlı, ihtiyar)
olup gözünün üzerine sarkmış olan kaşının kılını hilâl
zannetmiş idi. Hz. Ömer farkına varıp kaşının kılını düzeltmiş
ve ondan sonra yine hilâli görüp görmediğini sormuş. Ve netîcede
o rü’yetin (görülenin)
hayâl ve vehimden ibâret olduğu anlaşılmış idi. İşte böyle Hz.
Ömer'in nûrunu sened (delil, belge)
ittihâz (kabul)
etmiş olan kimsenin yolunu kaşının bir eğri kılı vurmaz.
Ehl-i âlem (insanlar)
dahi, tıpkı hilâli görüyorum iddiâsıyla zannına tâbi' olmuş
(uymuş) kimselere benzer. Hz.
Ömer gibi olan mürşid-i kâmil (kâmil
bir yol göstericinin) huzûruna gidince onu zannından
halâs edip (kurtarıp)
mertebe-i yakîne îsâl eder
(ulaştırır).
Mesnevi:
Tercüme: "Yüz
binlerce hevl (korku) ve
sehm (hata, yanılma) ile
mevsûf (vasıflanmış) olan
gemi, vehim deryâsında (denizinde)
tahte tahte (paramparça)
olmuştur. Onların ednâsı
(en aşağıda olanı),
çâlâk (büyük adam) ve
feylesof (felsefe ile uğraşan âlim)
olan Fir'avn'dır.
(firavundur) Onun mâhı
(ay’ı), burc-i
vehmîde (vehim kalesinde)
husûftedir (tutulmaktadır).
Fâhişe kadının kim
olduğunu kimse bilmez. Ancak kendince şübhesi olmayan kimse
bilir. Mâdemki seni vehmin (zannın)
hıyre-ser (sersem, alık)
tutar, neden dolayı o diğer vehim
(zannının) etrâfında
dolaşırsın. Ben, kendi benliğimden âcizim, benim önümde
pür-enâniyyet (benliğinle)
niçin oturdun?"
Şerh: Ya'nî bir
çok mahâvif (tehlikeler)
ile mevsûf (vasıflanmış)
ve gemi gibi olan akl-ı cüz'î (bir
cüz olan aklın),
evhâm (zan) ve hayâlât
deryâsında (hayal denizinde)
parça parça olmuştur. Onların bir tânesi de, vehme
tebaiyyette (tâbî olmakta, uymakta)
çâlâk (büyük adam)
ve feylesof (felsefeci)
olan Fir'avn'dır (firavundur).
Onun mâh (ay)
gibi olan nûr-i aklı (akıl nuru)
vehme mensûb (ait)
olan burcda husûftedir (tutulmaktadır). Zîrâ o
kendisini müstakıllü’l-vücûd
(bağımsız kendine ait bir vücudu var) zannedip
............ (Nâziat, 79/24) dedi. Kendisinin ve mülkünün
taayyünât-ı hayâliyyesini (belirmiş
hayaller olduğunu) bilemedi. Bu âlemin taayyünâtı
(evrenin suretleri) hakikati
setr etmiştir (örtmüştür).
Meselâ mestûre (örtülü)
kadınlar içinde hangisinin fâhişe olduğunu kimse
bilmez. Bunların arasında bulunan fâhişe kadını ancak onunla
münâsebette bulunmuş olan kimse bilir. Bu hususta o kimse aslâ
şübhe etmez.
Ey vehminin
mağlûbu olmuş (vehmine
yenilmiş) olan kimse, hakîkati bulacağım diye niçin
kendin gibi bir vehme mağlûbun
(vehmine yenilmişin) etrâfında dolaşıp durursun? Sen
ne kendinin ve ne de âlemin (evrenin)
hakikâtini anlamamış olduğun halde, cehilde
(cahillikte) seninle hem-hâl
(aynı durumda) olan
feylesofların (felsefecilerin),
felsefiyyât-ı vehmiyyesi
(felsefi zanları) etrâfında dolaşmak ne fâide
(fayda) verir? Meselâ ben
kendi vücûdumu müstakıl (bağımsız, kendi başına) farz edip
(sayıp) bu vehimden bir türlü kurtulamıyorum ve kendi
başımın çâresini bulmaktan âcizim. Sen aynı acz
(acizlik) ile muttasıf
(sıfatlanmış) iken enâniyyet
(benlik) ile dolu olarak
benim önüme gelip oturduğun halde benden ne istifâde edersin?
İki âcizin birbirine ne muâveneti
(yardımı) olabilir? Hz. Pîr-i dest-gîr
(Hz.
Şeyh İbnü’l-Arabî) bu
kelâmı bi't-tenezzül (inerek)
feylesofların (felsefecilerin)
makâmından söylemişlerdir. Yoksa kendilerinin
kendiliği kalmamıştır.
Mesnevî:
Tercüme: "Ben
canla "men" (ben) ve
"mâ"sız (bizsiz) arıyorum, tâ ki o hoş çevgânın
(cirit oyun değneğinin) topu
olayım. Her kim "ben"siz oldu, bütün "ben"ler ondadır. Mâdemki
kendisine dost değildir, cümlenin
(hepsinin) yâri oldu. Âyîne
(ayna) nakışsız olunca bahâ
(güzellik) bulur. Zîrâ
bütün nakışlardan hikâye edicidir."
Şerh: Ben, cân ü
gönülden, kendi varlığından ve enâniyyetinden
(benliğinden) kurtulmuş bir
kimse arıyorum. Çevgân (cirit oyun
değneği), topu
nasıl çeler ve onda istediği gibi tasarruf
(idare) ederse, o kendisinden
halâs olup (kurtulup)
................. sırrına mâ-sadak
(uymuş, tıpkı) olmuş olan
mürşid-i kâmil dahi, bende öylece tasarruf etsin. Her kim
benlikten halâs oldu (kurtuldu)
ise bütün "ben"ler ondadır. Zîrâ "ben" ta'bîri
vücûd-i mutlakta (kayıtsız vücutta)
müteayyin bulunan (meydana
çıkan) vücûd-i mukayyede
(kayıtlı vücuda) âit bir lafızdır
(sözdür).
Ve mutlaka
(kayıtsıza) ârız olan
(gelen) mukayyediyyet
(kayıtlılık) kalkınca, o mukayyed
(kayıtlı olan) ayn-ı Mutlak
(Mutlak’ın aynı, tıpkısı)
olur. Binâenaleyh (nitekim)
ne kadar mukayyedât (kayıtlılar) var ise, artık o ayn-ı Mutlak
(Mutlak’ın aynı) olan
mukayyedin (kayıtlının)
içindedir. Nitekim, âyînenin
(aynanın) üzerinde nakış bulunmazsa, güzel ve
kıymet-dâr (kıymetli, değerli)
olur. Çünkü bî-nakş (nakışsız)
olan âyîneye (aynaya)
bütün suver-i eşyâ
(varlıkların suretleri) müntabi' olur
(aynada görülür).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-13.01.2004
http://gulizk.com
|