[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ
AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Bu
Kelime-i Hûdiyye'de (Hud
kelimesindeki) "hikmet-i ahadiyye"
(Ahadiyet’in hikmeti)
râsıhtır (sağlam, temeli kuvvetlidir).
Vechi budur ki: Hûd (a.s.)
merbûbât-ı kesîre (mahlukların)
mezâhirinde (görüntü
yerlerinde, bedenlerinde) Vâhid'in rubûbiyyetini
(Tek’in esmasını) müşâhede
eder (seyreder) idi. Ya'nî
her bir mahlûku terbiye eden, onun tâbi'
(emri altında) olduğu bir
ism-i hâssıdır (kendi özel ismidir,
terkibindeki ağırlıklı ismidir).
Esmâ-'i İlâhiyye (Hakk’ın
esması) lâ-yuad ve- lâ-yuhsâ
(sayıp hesap edilemeyecek kadar çok,
sınırsız) olduğundan onların terbiyeleri tahtında
(altında) bulunan mezâhir
(birimler) dahi öylece
kâbil-i ta'dâd (sayılamaz, sayısı
sınırlı) değildir. Binâenaleyh
(nitekim),
her bir "isim" bir Rab'dir
(terbiye edicidir).
Bu sûrette merbûb (kul)
dahî kesîr (çok)
olur. İşte Hûd (a.s.),bu merbûbâtın
(mahlukların) mezâhirinde
(görüntü yerlerinde) erbâb-ı
kesîreyi (çokluk görüntülerini)
ber-taraf edip (bir tarafa
atıp) bir rubûbiyyet
müşâhede etmiş (görmüş)
idi. Nitekim Hak Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de ondan
naklen beyân buyurur: ......................... (Hûd,11/56).
Ya'nî "Hiçbir zî-hayat (hayat sahibi)
yoktur, illâ ki Hak onun nâsiyesini âhizdir
(alnından tutucudur).
Benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakîm
(doğru yol) üzeredir".
İmdi "ahadiyyet" üç mertebe üzerinedir:
Birincisi: "Ahadiyyet-i Zâtiyye"dir.
(Zât’ın ahad oluşudur) Bunda aslâ kesret
i'tibâri
(var kabul edilen çokluklar)
yoktur. ................ (İhlâs, 112/1) bu mertebeyi beyân eder
(bildirir).
Ve bu ahadiyyet-i zâtiyye,
(zatın ahadlığı)
mutlakıyyeti (kayıtsız, salt, tek
oluşu) hasebiyle, Vâhid (tek)
için hiç bir vasfı (sıfatı)
ve na'ti (niteliği)
kabûl etmez; belki bu ahadiyyet Vâhid'in
(tekin) aynıdır.
İşte bu tevhîde (birlemeye)
"tevhîd-i zât" derler:
İkincisi:
Esmâ ve sıfâtın mertebe-i ahadiyyetidir
(ahad olduğu mertebesidir).
Ne kadar esmâ ve sıfât-ı
İlâhiyye (İlahi sıfatlar ve isimler)
varsa, kesret-i nâ-mütenâhiyyesi
(sonsuz, bitmez tükenmez çoklukları)
ile, Zât ile birdir. Ve esmânın kesreti
(çok oluşu) taakkul
(akletmeler) ve nisbet
(sıfatlar) i'tibâriyle
(bakımından)
sâbittir
(anlaşılır).
Yoksa Zât-ı Hak (Hakk’ın
Zât’ı) ıtlâkı (kayıtsızlığı)
hasebiyle bu gibi niseb (sıfatlar)
ve i'tibârât-ı akliyyeden
(akli hususlardan)
münezzehdir (temizdir, beridir).
Bu i'tibâra
(hususa) göre Allah Vâhid'dir
(tektir).
Ve ............... (Zümer, 39/4) bu mertebeyi beyân
eder (açıklar).
Zirâ makhûr (kahra uğrayan)
olmayınca kahhâriyyet (kahredicilik)
zâhir olmaz. Ve makhûrun (kahra
uğrayanın) vücûdu ise nisbî
(göreli) ve i’tibârîdir
(gerçekte olmayıp var kabul ediştir).
Ve bu mertebede "vahdet'' Vâhid'in na'tıdır
(sıfatıdır),
"zât"ı değildir.
Üçüncüsü: "Ahadiyyet-i ef’âl", (fiillerin
ahadlığı) / ahadiyyet-i te'sîrât
ve müteessirâttır (etkileyenlerin
ve etkilenenlerin ahadlığıdır) bu mertebede Zât-ı
müteâliyye (yüce Zât)
cemî-i ef’âlin (bütün fiillerin)
masdarıdır (kaynak yeri,
aslıdır) ve münfailâtın (fiili
kabul edenlerin (pasiflerin) kâffesinde
(bütün hepsinde) müessirdir
(tesir edendir, etkileyendir).
Ve bu ahadiyyet "ahadiyyet-i
rubûbiyye"dir (esması ile ilgili
ahadlığıdır).
İşte Hûd (a.s.)’ın hikmeti, bu "ahadiyyet-i rubûbiyye"
(esmanın ahadlığına)
müsteniddir (dayanır).
Cenâbı-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan mukaddem
(önce) olan Fass-ı
Yûsufî’nin (Yusuf
bölümünün) âhirinde (sonunda)
"Ahadiyyet-i Zâtiyye" (Zât’ının
ahad oluşu) ile "ahadiyyet-i esmâiyye-i İlâhiyye"yi
(İlahi isimlerin ahadlığını)
zikretmiş (anlatmış)
olduğundan, şimdi de "ahadiyyet-i rubûbiyyet"i
(esmanın ahadlığını) mutazammın olan
(içine alan) "Hikmet-i Hûdiyye"yi
(Hud ile ilgili hikmeti)
beyân buyurur (açıklar):
Şiir:
Allâh'a mahsûs sırât-ı müstakîm vardır ki, umûmda zâhirdir; hafî
değildir (1)
Ya'nî Allâh'a mahsûs (ait, özel)
olan tarîk-ı müstakîm (doğru
yol), umûmen
(genel olarak) a'yân-ı
kevniyyede (kozmik âlemde)
ve esmâ-i İlâhiyye’de (Hakk’ın
esmasında) âşikârdır (meydandadır,
açıktır); gizli
bir şey değildir. Ma'lûm olsun (bilinmelidir)
ki, "sırât-ı müstakîm" (doğru
yol) tarîk-ı vahdettir (tek
yoldur) ve Allah Teâlâ Hazretleri vâhid
(Tek) olduğundan, bu tarîk-ı
vahdet (tek yol),
Hakk'a çıkan yolların en yakınıdır. Şöyle ki, her bir
"isim" için bir "abd" (kul)
vardır; ve o "isim", o abdin, (kulun)
Rabb-i hâssıdır (öz
rabbidir (kulda tasarruf eden güçlü isimdir).
Ve o abd (kul)
dahî, o "ism"in abdi (kulu)
olmakla berâber, onun mazharıdır
(o özel ismin göründüğü, açığa çıktığı yerdir).
Binâenaleyh (nitekim),
abd (kul)
zâhirdir (meydandadır, aşikârdır),
cisimdir; Rab ise
bâtındır (gizlidir),
rûhdur. Böyle olunca,
mahlûkâtın nefesleri sayısınca Hakk'a yol vardır. Ve her bir
mahlûk tâbi' (emri altında, bağlı)
olduğu ism-i mahsûsun (ait
olduğu kendi öz isminin) muktezâsı
(gerekleri) üzerine hareket
edip o ismin tarîkında (yolunda)
yürür. O tarîk (yol)
dahî , o "ism"in, o Rabb'in
(terbiye edicinin) "sırât-ı
müstakîm"idir (doğru yoludur).
Meselâ mü'min
“Hâdî” ve kâfir “Mudill” ve zehir “Dârr” ve bal “Nâfi’ ”
isimlerinin mazharlarıdır (göründüğü
mahallerdir).
Bunların her birisi, taht-ı terbiyesinde
(terbiyesi altında)
bulundukları ismin muktezâsına (gereklerine)
tâbi'dirler (uyarlar,
bağlıdırlar). Binâenaleyh
(nitekim) cümlesi,
(bütün hepsi) ism-i hâslarına
(kendi öz isimlerine)
nisbetle (göre) sırât-ı
müstakîm (doğru yol)
üstünde yürürler. Fakat bu isimlerin, tarîkleri
(yolları) yekdîğerine
(biri diğerine) nisbetle
(göre) sırât-ı müstakîm
(doğru yol) değildir. Meselâ
Dârr isminin tarîkı (yolu),
Nafî’ isminin tarîkına (yoluna)
nisbeten (göre)
müstakîm (doğru) olmaz.
Ve mü'min kâfiri, kâfir dahî mü'mini, eğri yolda görür. İmdi ne
kadar esmâ-i İlâhiyye varsa, müsemmânın
(isimlenenin) ahadiyyeti
i'tibâriyle (ahad oluşundan dolayı)
kâffesi (hepsi de)
müsemmâ-i Allâh'a (o isimle anılan
Allah’a) vâsıl olur. / Bu sûrette cemî'-i esmânın
(bütün isimlerin) yollarını
câmi' (toplamış) olan
sırât-ı müstakîm (doğru yol),
"Allah" ismiyle müsemmâ olan
(isimlenen) Zât-ı Ulûhiyyete
(Allah’a) mahsûstur. Ve
tarîklerin (yolların)
kâffesini (hepsini) câmi'
olan (kendinde toplayan)
tarîk-ı tevhîd (birleştiği, bir
olduğu yol) üzere, ancak mazhar-ı ulûhiyyet
(Uluhiyetin göründüğü mahall)
olana, mazhar-ı Muhammedî (Muhammed’in
göründüğü yere) sülûk (katar,
dahil) eder. Ve cemî'-i Enbiyâ
(bütün Peygamberler) ve kümmel-i Evliyâ
(kâmil veliler) o tarîk
(yol) üzeredir. Ve sâir
(diğer) turuk-ı muhtelife,
(çeşitli yollar) bu tarîkdan
(yoldan) müteferri'
(bu kökten) ve müteşa’ibdir
(bu kökten dal budak salmıştır).
Büyükte
ve küçükte ve umûru bilende bilmeyende Allâh'ın "ayn"ı zâhirdir
(2).
Ya'nî bu "halk"
(yaratılmışlar) dediğimiz
eşyânın (varlıkların)
ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister umûra
(hususlara, işlere) vâkıf
olanı olsun, ister olmayanı; hepsinde, Allah'ın "ayn"ı
(hakikâti) zâhir
(aşikâr) ve Zâtı ve "hüviyyet"i
hâzırdır (bizzat bulunur).
Ve nefes-i Rahmânîsi
(Rahman olan nefesi ‘ilmi suretleri’) ve tecellî-i İlâhîsi
(İlahi oluşumları) ile zuhûru
(açığa çıkması) ale's-seviyyedir
(eşittir);
zîrâ halk-ı Rahmân'da (Rahman’ın
varlıkları meydana getirişinde) tefâvüt
(farklılık) yoktur. Ve her
bir zerre, ancak onun zâtiyle mevcûddur ve Zât-ı Hak
(Hakk’ın Zât’ı) onların her
birerlerinde birer isim ile mütecellîdir
(görünmektedir) ve o isimler,
o mezâhirin (birimlerin)
rûhları ve müdebbirleri (yöneticileri)
ve bu mazharlar da (görüntü
yerleri de, birimler de) o isimlerin sûretleridir.
Binâenaleyh (nitekim),
her bir zerre, tâbi' (emri
altında) olduğu ismin sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu) üzerinde yürür.
Bunun için
Allah'ın rahmeti; hakîr ve azîmden her şeye vâsi' oldu (3).
Rahmet iki kısımdır: Birisi "rahmet-i Zâtiyye"
(Zât’ının rahmeti),
diğeri "rahmet-i sıfâtiyye"dir.
(sıfatlarının rahmeti) Ve
bunların her birisi dahî iki kısımdır: Birisi "rahmet-i âmme",
(herkese mahsus olan rahmet),
diğeri "rahmet-i hâssa"dır
(herkese mahsus olmayan özel rahmettir).
Şu halde rahmet, bu dört
asıl üzerine mübtenî bulunur (bina
olmuş, kurulmuştur).
Burada her şeye vâsi' (açık,
geniş) olduğu, beyân buyurulan
(bildirilen) rahmet, rahmet-i
Zâtiyye-i âmmedir (Zât’ın herkese
mahsus olan rahmetidir).
Bu rahmete nâil olmak (erişmek),
amel (yapılan ibadetler,
işler) ile değildir: Zîrâ bu a'yâna
(belli olmuşa, açığa çıkmış olana)
Hak Teâlâ Hazretleri, rahmet-i rahmâniyyesi
(rahmanının rahmeti) ile
vücûd i'tâ buyurdu (verdi, bağışladı).
Halbuki bunların bu vücûda nâil olmaları
(kavuşmaları),
evvelce kendilerinden sâdır olmuş
(çıkmış) bir amel-i müstahsen
(beğenilmiş bir amel)
mukabilinde (karşılığında)
değildir.
Belki alâ-tarıkı'l-imtinânndır (karşılıksız
vermek suretiyledir).
İmdi bu a'yânın (açığa
çıkmışın) vücûdu, vücûd-ı mutlakın
(mutlak vücut sahibi olan Zât’ın)
tenezzülâtından (inmelerinden,
yoğunlaşmalarından) husûle geldiği ve vücûd-ı
Hak (Hakk’ın vücudu)
cemî'-i eşyâya (bütün varlıklara)
sârî (yayılmış)
olduğu için, bu rahmetten murâd dahî mebde-i taayyünât
(meydana çıkan varlıkların kaynağı, ilk
unsuru) olan vücûd-ı mutlaktır
(kayıtsız, sınırsız, salt olan Hakk’ın
vücududur).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-20.01.2004
http://gulizk.com
|