97. Bölüm

[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ                   AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Bu Kelime-i Hûdiyye'de (Hud kelimesindeki) "hikmet-i ahadiyye" (Ahadiyet’in hikmeti) râsıhtır (sağlam, temeli kuvvetlidir).  Vechi budur ki: Hûd (a.s.) merbûbât-ı kesîre (mahlukların) mezâhirinde (görüntü yerlerinde, bedenlerinde) Vâhid'in rubûbiyyetini (Tek’in esmasını) müşâhede eder (seyreder) idi. Ya'nî her bir mahlûku terbiye eden, onun tâbi' (emri altında) olduğu bir ism-i hâssıdır (kendi özel ismidir, terkibindeki ağırlıklı ismidir). Esmâ-'i İlâhiyye (Hakk’ın esması) lâ-yuad ve- lâ-yuhsâ (sayıp hesap edilemeyecek kadar çok, sınırsız) olduğundan onların terbiyeleri tahtında (altında) bulunan mezâhir (birimler) dahi öylece kâbil-i ta'dâd (sayılamaz, sayısı sınırlı) değildir. Binâenaleyh (nitekim), her bir "isim" bir Rab'dir (terbiye edicidir). Bu sûrette merbûb (kul) dahî kesîr (çok) olur. İşte Hûd (a.s.),bu merbûbâtın (mahlukların) mezâhirinde (görüntü yerlerinde) erbâb-ı kesîreyi (çokluk görüntülerini) ber-taraf edip (bir tarafa atıp) bir rubûbiyyet müşâhede etmiş (görmüş) idi. Nitekim Hak Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de ondan naklen beyân buyurur: ......................... (Hûd,11/56). Ya'nî "Hiçbir zî-hayat (hayat sahibi) yoktur, illâ ki Hak onun nâsiyesini âhizdir (alnından tutucudur). Benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakîm (doğru yol) üzeredir".

İmdi "ahadiyyet" üç mertebe üzerinedir:

Birincisi: "Ahadiyyet-i Zâtiyye"dir. (Zât’ın ahad oluşudur) Bunda aslâ kesret i'tibâri (var kabul edilen çokluklar) yoktur. ................ (İhlâs, 112/1) bu mertebeyi beyân eder (bildirir).  Ve bu ahadiyyet-i zâtiyye, (zatın ahadlığı) mutlakıyyeti (kayıtsız, salt, tek oluşu) hasebiyle, Vâhid (tek) için hiç bir vasfı (sıfatı) ve na'ti (niteliği) kabûl etmez; belki bu ahadiyyet Vâhid'in (tekin) aynıdır. İşte bu tevhîde (birlemeye) "tevhîd-i zât" derler:

İkincisi: Esmâ ve sıfâtın mertebe-i ahadiyyetidir (ahad olduğu mertebesidir).  Ne kadar esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye (İlahi sıfatlar ve isimler) varsa, kesret-i nâ-mütenâhiyyesi (sonsuz, bitmez tükenmez çoklukları) ile, Zât ile birdir. Ve esmânın kesreti (çok oluşu) taakkul (akletmeler) ve nisbet (sıfatlar) i'tibâriyle (bakımından) sâbittir (anlaşılır). Yoksa Zât-ı Hak (Hakk’ın Zât’ı) ıtlâkı (kayıtsızlığı) hasebiyle bu gibi niseb (sıfatlar) ve i'tibârât-ı akliyyeden  (akli hususlardan) münezzehdir (temizdir, beridir).  Bu i'tibâra (hususa) göre Allah Vâhid'dir (tektir). Ve ............... (Zümer, 39/4) bu mertebeyi beyân eder (açıklar). Zirâ makhûr (kahra uğrayan) olmayınca kahhâriyyet (kahredicilik) zâhir olmaz. Ve makhûrun (kahra uğrayanın) vücûdu ise nisbî (göreli) ve i’tibârîdir (gerçekte olmayıp var kabul ediştir). Ve bu mertebede "vahdet'' Vâhid'in na'tıdır (sıfatıdır),  "zât"ı değildir.

Üçüncüsü: "Ahadiyyet-i ef’âl", (fiillerin ahadlığı) / ahadiyyet-i te'sîrât ve müteessirâttır (etkileyenlerin ve etkilenenlerin ahadlığıdır) bu mertebede Zât-ı müteâliyye (yüce Zât) cemî-i ef’âlin (bütün fiillerin) masdarıdır (kaynak yeri, aslıdır) ve münfailâtın (fiili kabul edenlerin (pasiflerin) kâffesinde (bütün hepsinde) müessirdir (tesir edendir, etkileyendir).  Ve bu ahadiyyet "ahadiyyet-i rubûbiyye"dir (esması ile ilgili ahadlığıdır). İşte Hûd (a.s.)’ın hikmeti, bu "ahadiyyet-i rubûbiyye" (esmanın ahadlığına) müsteniddir (dayanır).

Cenâbı-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan mukaddem (önce) olan Fass-ı Yûsufî’nin (Yusuf bölümünün) âhirinde (sonunda) "Ahadiyyet-i Zâtiyye" (Zât’ının ahad oluşu) ile "ahadiyyet-i esmâiyye-i İlâhiyye"yi (İlahi isimlerin ahadlığını) zikretmiş (anlatmış) olduğundan, şimdi de "ahadiyyet-i rubûbiyyet"i (esmanın ahadlığını) mutazammın olan (içine alan) "Hikmet-i Hûdiyye"yi (Hud ile ilgili hikmeti) beyân buyurur (açıklar):

Şiir:

Allâh'a mahsûs sırât-ı müstakîm vardır ki, umûmda zâhirdir; hafî    değildir (1)

Ya'nî Allâh'a mahsûs (ait, özel) olan tarîk-ı müstakîm (doğru yol), umûmen (genel olarak) a'yân-ı kevniyyede (kozmik âlemde) ve esmâ-i İlâhiyye’de (Hakk’ın esmasında) âşikârdır (meydandadır, açıktır); gizli bir şey değildir. Ma'lûm olsun (bilinmelidir) ki, "sırât-ı müstakîm" (doğru yol) tarîk-ı vahdettir (tek yoldur) ve Allah Teâlâ Hazretleri vâhid (Tek) olduğundan, bu tarîk-ı vahdet (tek yol), Hakk'a çıkan yolların en yakınıdır. Şöyle ki, her bir "isim" için bir "abd" (kul) vardır; ve o "isim", o abdin, (kulun) Rabb-i hâssıdır (öz rabbidir (kulda tasarruf eden güçlü isimdir). Ve o abd (kul) dahî, o "ism"in abdi (kulu) olmakla berâber, onun mazharıdır (o özel ismin göründüğü, açığa çıktığı yerdir). Binâenaleyh (nitekim), abd (kul) zâhirdir (meydandadır, aşikârdır),  cisimdir; Rab ise bâtındır (gizlidir),  rûhdur. Böyle olunca, mahlûkâtın nefesleri sayısınca Hakk'a yol vardır. Ve her bir mahlûk tâbi' (emri altında, bağlı) olduğu ism-i mahsûsun (ait olduğu kendi öz isminin) muktezâsı (gerekleri) üzerine hareket edip o ismin tarîkında (yolunda) yürür. O tarîk (yol) dahî , o "ism"in, o Rabb'in (terbiye edicinin) "sırât-ı müstakîm"idir (doğru yoludur).

Meselâ mü'min “Hâdî” ve kâfir “Mudill” ve zehir “Dârr” ve bal “Nâfi’ ” isimlerinin mazharlarıdır (göründüğü mahallerdir). Bunların her birisi, taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) bulundukları ismin muktezâsına (gereklerine) tâbi'dirler (uyarlar, bağlıdırlar).  Binâenaleyh (nitekim) cümlesi, (bütün hepsi) ism-i hâslarına (kendi öz isimlerine) nisbetle (göre) sırât-ı müstakîm (doğru yol) üstünde yürürler. Fakat bu isimlerin, tarîkleri (yolları) yekdîğerine (biri diğerine) nisbetle (göre) sırât-ı müstakîm (doğru yol) değildir. Meselâ Dârr isminin tarîkı (yolu), Nafî’ isminin tarîkına (yoluna) nisbeten (göre) müstakîm (doğru) olmaz. Ve mü'min kâfiri, kâfir dahî mü'mini, eğri yolda görür. İmdi ne kadar esmâ-i İlâhiyye varsa, müsemmânın (isimlenenin) ahadiyyeti i'tibâriyle (ahad oluşundan dolayı) kâffesi (hepsi de) müsemmâ-i Allâh'a (o isimle anılan Allah’a) vâsıl olur. / Bu sûrette cemî'-i esmânın (bütün isimlerin) yollarını câmi' (toplamış) olan sırât-ı müstakîm (doğru yol), "Allah" ismiyle müsemmâ olan (isimlenen) Zât-ı Ulûhiyyete (Allah’a) mahsûstur. Ve tarîklerin (yolların) kâffesini (hepsini) câmi' olan (kendinde toplayan) tarîk-ı tev­hîd (birleştiği, bir olduğu yol) üzere, ancak mazhar-ı ulûhiyyet (Uluhiyetin göründüğü mahall) olana, mazhar-ı Muhammedî (Muhammed’in göründüğü yere) sülûk (katar, dahil) eder. Ve cemî'-i Enbiyâ (bütün Peygamberler) ve kümmel-i Evliyâ (kâmil veliler) o tarîk (yol) üzeredir. Ve sâir (diğer) turuk-ı muhtelife, (çeşitli yollar) bu tarîkdan (yoldan) müteferri' (bu kökten) ve müteşa’ibdir (bu kökten dal budak salmıştır).

Büyükte ve küçükte ve umûru bilende bilmeyende Allâh'ın "ayn"ı zâhirdir (2).

Ya'nî bu "halk" (yaratılmışlar) dediğimiz eşyânın (varlıkların) ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister umûra (hususlara, işlere) vâkıf olanı olsun, ister olmayanı; hepsinde, Allah'ın "ayn"ı (hakikâti) zâhir (aşikâr) ve Zâtı ve "hüviyyet"i hâzırdır (bizzat bulunur).  Ve nefes-i Rahmânîsi (Rahman olan nefesi ‘ilmi suretleri’) ve tecellî-i İlâhîsi (İlahi oluşumları) ile zuhûru (açığa çıkması) ale's-seviyyedir (eşittir); zîrâ halk-ı Rahmân'da (Rahman’ın varlıkları meydana getirişinde) tefâvüt (farklılık) yoktur. Ve her bir zerre, ancak onun zâtiyle mevcûddur ve Zât-ı Hak (Hakk’ın Zât’ı) onların her birerlerinde birer isim ile mütecellîdir (görünmektedir) ve o isimler, o mezâhirin (birimlerin) rûhları ve müdebbirleri (yöneticileri) ve bu mazharlar da (görüntü yerleri de, birimler de) o isimlerin sûretleridir. Binâenaleyh (nitekim), her bir zerre, tâbi' (emri altında) olduğu ismin sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinde yürür.

Bunun için Allah'ın rahmeti; hakîr ve azîmden her şeye vâsi' oldu (3).

Rahmet iki kısımdır: Birisi "rahmet-i Zâtiyye" (Zât’ının rahmeti), diğeri "rahmet-i sıfâtiyye"dir. (sıfatlarının rahmeti) Ve bunların her birisi dahî iki kısımdır: Birisi "rahmet-i âmme", (herkese mahsus olan rahmet), diğeri "rahmet-i hâssa"dır (herkese mahsus olmayan özel rahmettir).  Şu halde rahmet, bu dört asıl üzerine mübtenî bulunur (bina olmuş, kurulmuştur). Burada her şeye vâsi' (açık, geniş) olduğu, beyân buyurulan (bildirilen) rahmet, rahmet-i Zâtiyye-i âmmedir (Zât’ın herkese mahsus olan rahmetidir). Bu rahmete nâil olmak (erişmek), amel (yapılan ibadetler, işler) ile değildir: Zîrâ bu a'yâna (belli olmuşa, açığa çıkmış olana) Hak Teâlâ Hazretleri, rahmet-i rahmâniyyesi (rahmanının rahmeti) ile vücûd i'tâ buyurdu (verdi, bağışladı). Halbuki bunların bu vücûda nâil olmaları (kavuşmaları), evvelce kendilerinden sâdır olmuş (çıkmış) bir amel-i müstahsen (beğenilmiş bir amel) mukabilinde (karşılığında) değildir.

Belki alâ-tarıkı'l-imtinânndır (karşılıksız vermek suretiyledir). İmdi bu a'yânın (açığa çıkmışın) vücûdu, vücûd-ı mutlakın (mutlak vücut sahibi olan Zât’ın) tenezzülâtından (inmelerinden, yoğunlaşmalarından) husûle geldiği ve vücûd-ı      Hak (Hakk’ın vücudu) cemî'-i eşyâya (bütün varlıklara) sârî (yayılmış) olduğu için, bu rahmetten murâd dahî mebde-i taayyünât (meydana çıkan varlıkların kaynağı, ilk unsuru) olan vücûd-ı mutlaktır (kayıtsız, sınırsız, salt olan Hakk’ın vücududur).

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-20.01.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail