KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ
AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
......................... (HÛd, 11/56):
"Hiçbir zî-hayât yoktur; illâ Hak onun
nâsıyesini tutucudur; benim Rabb'im muhakkak sırât-ı mûstakîm
üzered'ir. (4).
Hûd (a.s.)ın
hikmeti, bu âyet-i kerîmeye mübtenîdir
(dayanmaktadır).
Ya'nî
mevcûdâttan hiçbir şey yoktur; illâ ki Allah Teâlâ, hüviyyet-i
zâtiyyesi
(zatının
hakikati)
ile onun nâsiyyesini âhizdir
(alnından
tutucudur)
ve esmâsı hasebiyle onda mutasarrıftır
(tasarruf
eden, yönetendir).
Tahkîkan
(gerçekten)
benim Rabb'im sırât-ı
müstakîm
(kendi
doğru yolu)
üzeredir. Çünkü her bir ismin kendisine mahsûs
(ait)
tarîkı
(yolu)
vardır. Ve
bu tarîk-ı mahsûs
(kendi
özel yolu)
dahî onun sırât-ı müstakîmidir
(kendi
doğru yoludur).
Ve bu
âyet-i kerîmede "dâbbe"nin,
(“hayvan”ın)
her "şey'-i
mevcûd"
(“mevcut
varlıklar”)
ile tefsîri
(açıklaması),
.....................(İsrâ, 17/44) âyet-i kerimesine
müsteniddir
(dayanmaktadır);
zîra tesbîh ve tahmîd
(hamdetme),
hayâta
mütevakkıftır
(bağlıdır,
ancak onunla olur).
Ve
cemâdat
(cansız
cisimler)
ile nebâtât
(bitkiler)
dahî
kendilerine mahsûs
(ait)
olan bir
hayat ile haydirler
(hayattadırlar);
Şu
kadar ki, insana varıncaya kadar olan merâtib-i hayât,
(hayat mertebeleri)
bi-hasebi'l-kemâl,
(hesap edilemiyecek kadar kemal)
derecât
(dereceleri)
üzerinedir.
Binâenaleyh
(nitekim)
hayât-ı
nebâtât
(bitkilerin
hayatı),
hayât-ı
cemâdâta
(cansız
cisimlerin hayatına)
ve hayât-ı hayvânat,
(hayvanların
hayatı)
hayât-ı nebâtâta
(bitkilerin
hayatına)
ve hayât-ı insan
(insanın
hayatı)
hayât-ı hayvânâta
(hayvanların
hayatına)
kemâlen takaddüm
(kemal
olarak önde)
ve tefazzul eder
(üstün
olur).
Velhâsıl
cemî'-i eşyâ,
(bütün
varlıklar),
ashâb-ı zevk
(manevi
zevk sahipleri)
ve şühûd indinde
(görenler
katında)
zî-hayâttır
(hayat
sahibidir)
ve onun rûhu Rabb-i hâssı
(idaresi
altında olduğu isim)
olan ism-i İlâhîdir
(Hakk’ın esmasıdır).
Suâl:
Bu ayet-i kerîmede naklolunan
(aktarılan)
Hûd (a.s.)’ın kavlinde
(sözlerinde)
"Rabb"
ancak kendi nefsine izâfe
(alakalı)
kılınmış ve her şeyin bir Rabb-i hâssı
(kendi terkibinde tasarruf eden öz Rabbi olan
esma)
bulunduğu tasrîh edilmemiştir
(açıkça belirtilmemiştir).
Cevap:
Kâffe-i esmâ-i İlâhiyye
(bütün esma ve sıfatlar)
"Allah" ismi tahtında
(altında)
müctemi'dir
(cem olmuş, toplanmıştır):
Binâenaleyh
(nitekim),
cemî'-i esmânın
(bütün esmanın)
tarîkları
(yolları),
"Allah" isminin sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu)
tahtında
(altında)
vâkı' olur
(gerçekleşir).
Ve Allah ism-i câmi'inin
(bütün isimleri kendinde toplamış olan Allah
isminin)
mazharı
(göründüğü mahall)
ise, ancak insân-ı kâmildir: Ve bu ism-i câmi'
(bütün isimleri kendinde toplayan, cem eden)
insân-ı kâmilin Rabb'i olup, bu zât-ı sâadet-meâb
(zatı saadetli kişi)
cemî'-i esmâ-i İlâhiyye’nin
(bütün İlahi isimlerin)
mazharıdır
(göründüğü mahaldir).
Ve
Hûd (a.s.) ise vaktinin bir Nebiyy-i zî-şânı
(şerefli bir Peygamberi)
ve "Allah" ism-i câmi'inin
(bütün isimleri cem eden Allah isminin)
mazharı
(göründüğü mahall)
olan insân-ı kâmil idi. Binâenaleyh
(nitekim),
Rabb'i kendi nefsine izâfe
(alakalı)
etmekte, kendinin mazhar
(görüntü yeri)
olduğu ism-i câmi' olan
(bütün isimleri cem eden, kendinde toplayan)
"Allah" isminin sırât-ı müstakîm
(doğru yolu)
üzere
olduğunu sarâhaten
(açık olarak)
ve erbâb-ı esmâdan
(her biri bir Rab olan esmada)
her bir Rabb'in
(esmanın, terbiye edicinin)
kendi sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu)
bulunduğunu dahî zımmen
(üstü kapalı olarak)
beyân buyurmuştur
(bildirmiştir).
Suâl:
Mâdemki her isim kendi sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu)
üzerinedir ve o ismin taht-ı terbiyesinde
(terbiyesi altında)
bulunan kimse dahî onun sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu)
üzerinde yürür; şu halde böyle sırât-ı müstakîmi
(doğru yol)
üzerinde da'vetten ne fâide
(fayda)
hâsıl olur?
Cevap: Da'vet ism-i
Mudıll'den
(delalete düşüren isimden)
ism-i Hâdî'ye
(doğru yolu gösteren, hidayete erdiren isme)
ve ism-i Câbir'den
(cebreden, zorlayan isimden)
ism-i Adl'e
(doğruluk, adelet ismine)
ve turuk-ı müteferrikadan
(çeşitli, muhtelif yollardan)
............... (Fâtiha, 1/5) âyet-i
kerîmesinde beyân buyurulan
(bildirilen)
ve kâffe-i turuku
(bütün yolları)
câmi' bulunân
(toplayan)
sırât-ı müstakîme,
(doğru yola)
ya'nî "tevhîd-i zâtî"
(zatın birliğine)
ve mazhar-ı Muhammedî
(Muhammedi mahall olan)
tarîkınadır
(yoladır).
Daha
açıkçası tarîk-ı noksândan
(noksan yoldan)
tarîk-ı kemâle
(kemal yola)
da'vet olunur.
İmdi her yürüyen, Rabb'in doğru yolu üzerinde
yürür. Binâenaleyh,
bu vecihden onlar mağzûbün aleyhim ve dâll
değildir (5).
Çünkü mutî'
(itaat eden)
olsun, âsî olsun, mazharı
(görüntü yeri)
oldukları isimler, bunları, kendilerine mahsûs
(özel)
olan tarîkta
(yolda)
'terbiye
eder. Binâenaleyh
(nitekim),
mutî
(itaat eden)
ve âsî Rabb-i hâssları
(terkibindeki ağırlıklı isim)
olan isimlerin muktezâsı
(gerektirdikleri)
üzerine yürür. Ve halbuki muktezâ-yı tabîat üzere
(tabiatının gerektirdiği gibi)
yürüyen kimseye gazab olunmak
(kızmak, öfkelenmek)
mutasavver değildir
(düşünülemez).
Ya'nî
tâbi'
(uyan, emir altında olan);
metbû'un
(uyulanın, kendisine tabi olunanın)
hükmü
(emri)
tahtında
(altında)
yürürse metbû'
(uyduğu, tabi olduğu, emir aldığı)
ona gazab etmez
(kızmaz).
Şu halde, her bir isim, kendi mazharından
(görüntü yerinden)
ve onun terbiyesi tahtında
(altında)
olan şeyden râzîdır; ona gazab etmez
(kızmaz, hiddetlenmez).
Fakat hükümde
(emirlerde)
Rabb-i hâssına
(has, öz ismine)
muhâlif
(aykırı, zıt)
olan diğer Rabb-i hâssa
(öz isme)
nazaran
(göre)
o
mazhar
(birim, varlık),
"mağzûbün-aleyhim
(kızılmış, öfkelenilmiş)
ve dâllîn"
(delalete düşmüşler)
zümresindendir.
Meselâ Hâdî
(hidayete erdiren, doğru yolu gösteren)
isminin
hükmü
hidâyet
(doğru yol)
ve Mudill
(delalete düşüren, doğru yoldan saptıran)
isminin hükmü dahî dalâlettir
(eğri, yanlış yoldur).
Hâdî ismi kendisinin abdi
(kulu)
olan mü'minden râzî olduğu gibi, Mudıll ismi de abd-i
kâfırinden
(kâfir kulundan)
râzıdır. Fakat Hâdî ismine nisbeten
(göre)
kâfir"mağzûbün-aleyhim
(gazab edilmiş)
ve dâll"
(delalete düşmüşlerin)
zümresine dâhildir. Ve kezâ, ism-i Mudill
(delalete düşüren isim)
kendisinin sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu)
hâricinde
(dışında
bulunan abd-i mü'mine
(mümin kula)
gazab eder
(kızar, öfkelenir)
ve onu dalâlette
(yanlış yolda)
görür; zîra bu iki isim, hükümde yekdîğerine
(birbirlerine)
muhâliftir
(zıttır).
Binâenaleyh
(nitekim)
cemî'-i mezâhir
(bütün birimler)
bir vecihden"
(yönden)
mağzûbün-aleyhim
(gazab edilenler)
ve dâll"(yanlış
yolda olanlar)
zümresine dâhildir ve bir vecihden
(yönden)
değildir.
İmdi dalâl, nasıl ki ârız ise, gazab-ı İlâhî
dahî, öylece ârızdır. Ve meâl, her şeye vâsi'a olan
rahmetedir o da sâbıkadır (6).