99. Bölüm

KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ                   AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR

Mâsivâ-yı Hakk'ın kâffesi "dâbbe"dir; zîrâ zî-rûhtur. Ve kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; o ancak kendi nefsinin gayriyle hareket eder: Binâenaleyh o şey, sırât-ı müstakîm ûzerine olan şeyin hükmüne tebaiyyetle hareket eyler, zîra sırât, ancak üzerinde yürümekle sırât olur (7).

Ya'nî örf-i âmmda (umumi  örf’de, genel hükümde), Hakk'ın gayri (Hakk’tan başka) dediğimiz şeylerin kâffesi (bütün hepsi) ister cemâd (cansız cisim) olsun, ister nebât (bitki) "dâbbe"dir (hayvandır).  Çünkü, cümlesi zî-rûhtur (ruh sahibidir) ve onların rûhları, esmâ-i İlâhiyye’den birer isimdir ve Hak o isimler ile onlarda zâhirdir (görülür) ve o şeylerin kıyâmı (varlığı, ayakta durması),  ancak o isimlerin kayyûmiyyetiyledir (varlığıyladır). Ve vücûtta (varlıkta) kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; zîra kendi nefsiyle mevcûd değildir; belki kendi nefsinden gayri (başka) bir vücûd ile hareket eder. Binâenaleyh (nitekim) o şey, kendisinin mazhar (görüntü mahalli) olduğu ve sırât-ı müstakîm (doğru yolu) üzerinde bulunduğu Rabb-i hâssı (terkibinde ağırlıklı isim) olan ismin hükmüne tebean (uyarak) yürür. Ve sırât (yol), üzerinde meşy olunmakla (yürümekle) sırât (yol) olur. İmdi, o şeyin hareketi, mâdemki tebaiyyet (tabi olma, uyma) hükmüyle vâkı' olur (gerçekleşir),  o halde onun hareketi hareket-i zaîfedir (zayıf harekettir); zîra hareket-i ârızadır (sonradan kazanılmış, gelip geçici olan harekettir), hareket-i zâtiyye (zatın hareketi) değildir. Ve bu hareket ile, o şeyin kâbiliyetinde müteayyin olan (meydana çıkan, görülen) Hak, ona mahsûs (ait, özel) olan kemâlin (mükemmelliklerin) müntehâsına (en sonuna) çeker ve onunla berâber seyreder (yürür, hareket eder). Bu sûrette o şey,  Hak ile Hak'ta hareket eder ve bu hareket, Hak'la ve Hak'ta vâkı' olunca (gerçekleşince), sırât (yol) ve sırât (yol) üstünde yürüyen Hak olur. Ve Hakk'a tebaiyyet (tabi olma, uyma) hükmü ile olan hareket dahî, seyr-billâh (Allah’la seyr, Allah ile hareket, yürüyüş) olur.

Şiir:

Halk sana münkâd olduğu vakit, Hak sana münkad oldu (8).

Ya'nî "halk" (yaratılmışlar) dediğimiz sûret-i kesîf (yoğunlaşmış, madde suretler), sana inkıyâd ettiği (boyun eğdiği) vakit, muhakkak bil ki, onun mazharında (görüntü yerinde) zâhir olan (görülen) Hak sana inkıyâd etmiştir (boyun eğmiştir). Zîra mazhar (görüntü mahalli olan birim), zâhirin (dışta görülenin) aynıdır. Ve suver-i mahlûkâttan (yaratılmış suretlerden) her bir sûret, esmâ-i İlâhiyyeden (İlahi isimlerden) bir ismin sûretidir ve o isim, o sûret-i mahlûkun (yaratılmış suretinin) rûhu ve hüviyyetidir (hakikatidir, zatıdır). İmdi rûh, o sûretin âyîne-i cisminde (ayna olan madde bedeninde) zâhir (açıkta)  ve celîdir (meydandadır); şu halde sûretin inkıyâdı (boyun eğmesi), o "ism"in inkıyâdıdır (boyun eğmesidir); çünkü sûretin vücûdu, kendisinde zâhir olan (görülen) ismin zuhûrudur (meydana çıkışıdır).

Ve eğer Hak sana itâat ederse, bazan halk sana itâat ve inkıyâd etmez (9).

Ya'nî senin mazharında (görüntü mahallin olan madde bedeninde) zâhir olan (görülen, açığa çıkan) Hak sana münkâd olduğu (boyun eğdiği) vakit, halâikın (mahlukatın) sana inkıyâdı (boyun eğmesi) lâzım gelmez. Zîrâ sana münkâd olan (boyun eğen) Hak sende zâhir olan (açığa çıkan) Rabb-i hâsstır; (kendi terkibindeki has isim olan güçlü isimdir) ve o da esmâdan bir isimdir. Ve sâir halâikta (diğer yaratılmışlarda) zâhir olup, (açığa çıkıp) onlara münkâd olan (boyun eğen) Hak ise, onların Rabb-i hâssları (kendi terkibindeki has isim) olan esmâdır. Binâenaleyh (nitekim), senin Rabb'in (has esman) sana münkâd olmakla (boyun eğmekle) sâir (diğer başka) Rabb'lerin (esmanın) sana inkıyâdı (boyun eğmesi) lâzım gelmez ve Erbâb-ı sâire, (diğer esma) sana münkâd olmayınca (boyun eğmeyince), onların mezâhiri (görüntü yerleri) olan halâikın (mahlukatın) da inkıyâdı (boyun eğmesi) iktizâ etmez (gerekmez).

Meselâ, senin Rabb'in (terbiye eden ismin) ism-i Hâdîdir (Hadi esmasıdır).Ve senin mazharında (madde bedeninde) mütecellî olan (görülen) Hak, bu taayyün-i hâs (senin özel taayyününün) hükmü ile sana münkâd olmuştur (boyun eğmiştir). Ve bir diğerinin Rabb'i (terbiyecisi olan isim) dahi ism-i Mudill'dir (mudil ismidir) ve onun mazharında (madde bedeninde) mütecellî olan (görülen) Hak dahî, o taayyün-i mahsûsun (kendi has taayyününün) hükmü ile o kâfire münkâd olmuştur (boyun eğmiştir). Binâenaleyh (nitekim), Hak böylece ikinize de münkâd olmakla (boyun eğmekle), sizin de birbirinize inkıyâdınız (boyun eğmeniz) lâzım gelmez; çünkü her birinizin Rabb-i hâssı (has ismi) olan isim, sizi kendilerine mahsûs (ait) olan kemâle (mükemmelliğe) sevk eder (götürür). Halbuki birinin kemâli hidâyette (doğru yolu bulmakta), diğerinin dalâlettedir (doğru yoldan uzaklaşmaktır) . Binâenaleyh (nitekim) sen kâfiri tarîk-ı hidâyete (hakk yoluna) da'vette ne kadar mübâlağa etsen (üstüne düşsen) sana münkâd olmayıp, (boyun eğmeyip) onun dalâlette kemâli tezâyüd eder; (artar) ve kezâ o kâfir dahî seni tarîk-ı küfr (hakk’ı inkar yoluna) ve dalâlete (yanlış yola) da'vet etse, sen de ona münkâd olmayıp (boyun eğmeyip) hidâyette (hak yolunda) kemâlin artar. Sana münkâd olan (boyun eğen) mahlûk ile Rabb-i hâsslarınız (has esmanız) arasında münâsebet (bağ, ilişki) vardır.

İmdi nefsü'l-emrde sen sözümüzü tahkîk et! Zîrâ, benim sözüm haktır (10).

Ya'nî Hakk'ın envârı (nurları) ve halkın esrârı (varlıklarda gizlenen sırlar) hakkında bu söylediğimiz kelâmı, ey teşne-i hakîkat (hakikâte susamış), sen tahkîk et! (incele, doğruluğunu araştır) Ve ondan sonra nefsü'l-emre (işin hakikâtine, gerçeğe) mutâbık (uygun) olduğunu gör de tasdîk et! Zîrâ benim mazharımdan (bedenimden) kâil olan (söyleyen) Hak'tır. Veyâhut harf ve savt (ses) ve kitâb üzerindeki nukûş-i taayyünâtına (oluşturduğu nakışlara, yazılara) bürünüp benim kelâmım sûretinde (kelimelerim şeklinde) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) Hak'tır.

İmdi sen kevnde nutku olmayan bir mevcûd olmadığını görürsün (11).

Ya'nî sen bu âlem-i cismânîde (madde dünyasında) cemâd (cansız cisim) olsun, nebât (bitki) ve hayvan ol­sun, nutk sâhibi olmayan (konuşamayan) hiçbir mevcûd olmadığını görürsün. Zirâ, her bir mevcûdda mütecellî olan (beliren, görünen) Hak'tır. Ve o mevcûd kendisinde mütecellî olan (görülen) Hak ile nutkeder (konuşur). Ve Hak o mâzhar (birim) ile nâtıktır (konuşandır) ve onu intâk eder (söyletir, konuşturtur). Nitekim, âyet-i kerîmede buyruluyor:............................................ (Fussilet 41/21) Ve Hak bir mazharda (görüntü yerinde, birimde),  ancak esmâsından bir ismin sûetiyle tecellî eder (belirir, görünür).  Ve her bir isim ise cemî'-i esmâ (bütün esma) ile mevsûftur (vasıflanmıştır). Zîra, Hakk'ın ismi kendisinin aynıdır ve Hak ise mütecezzî (parçalara, cüzlere ayrılmış) değildir. Fakat mahlûkât, i'tidâl (her birimin dengesi, ölçüsü) ve tesviyede  (yaratılışındaki düzgünlük) mütefâvit (birbirinden farklı) olduğundan, Hakk'ın cemî-i esmâsıyla (bütün esmasıyla) tecellîsine (belirmesine) kendilerinin taayyünü (oluşumu) mâni'dir (engeldir). Eğer bir mazhar (görüntü yeri, birim),  İnsân-ı Kâmil’in mazharı (vücudu) gibi, son derece i'tidâlde (dengede) olsa, Hak o mazharda (birimde) kâffe-i esmâsıyla (esmasının bütün hepsiyle) mütecellî olur (belirir, görülür).  Ve eğer insân-ı nâkısın (kemale ermemiş, beşerin) mazharı (vücudu) gibi bir mazharın (görüntü yerinin) tesviyesi  (yapısındaki düzgünlük) i'tidâlde (ölçüsünde) olmasa ve i'tidâl-i insânî (insan olma ölçüsü) haddinden  hâriç (sınırının dışında) olsa, onda sıfât-ı seb'a (yedi sıfat) ile berâber nutuk (konuşma melekesi) zâhir olursa da (görülürse de),  sâir (diğer) esmâ ile kemâlât bâtında (gizli), ya'nî kuvvede kalır (istidadında potansiyel güç kuvve olarak gizli kalır, açığa çıkmaz), fi'len zâhir olmaz. ((faaliyet, etkinlik göstermez) Ve eğer bir mazharda (birimde) i'tidâl (dengeli oluş, ölçülülük) ve tesviye (yaratılışındaki düzgünlük) zikrolunan (anlatılan) mertebeden dûn (aşağı) bir derecede olursa, cemâdât (cansız cisimler) ve nebâtâtta (bitkilerde) olduğu gibi, nutuk (konuşma melekesi) bâtında (açığa çıkmaz, gizli) kalır; zîra nutkun (konuşmanın) zuhûruna (meydana çıkmasına) mahallin (birimin) kâbiliyeti yoktur. Binâenaleyh (nitekim), mevcûdâtın kâffesi (meydana çıkmış varlıkların bütün hepsi) ya zâhiren (görünüşte) veyâ bâtınen (ruhen) nâtıktır. (konuşabilmektedir) Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur: .................. (İsrâ, 17/44).

İmdi nutukları (konuşma melekesi) bâtında (ruhta gizli) kalan eşyânın (varlıkların) Hakk'a tesbîhi, ehl-i hicâbın (perdeli kişilerin) zannettiği gibi lisân-ı hâl (içinde bulunduğu hal, tavır) ile değildir; belki lisân-ı kâl (söz) iledir. Binâenaleyh (nitekim), hacer (taş) ve şecerin (ağacın) ve cemî'-i eşyânın (bütün varlıkların) kelâmını (kelimelerini),  ancak mevcûdâtın bâtınlarını (ruhlarını) keşfeden kimse işitir. Ve ehl-i hicâb (perdeli kişiler) işitmediğinden kimisi, “onların nutukları (konuşmaları) lisân-ı hâl (hal, tavır) iledir” der. Ve kimisi onlarda nutuk (konuşabilir) olmasını istib'âd ile (ihtimal vermeyerek) inkâr eder.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-03.02.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail