KELİME-İ
HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ AHADİYYE”NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR
Mâsivâ-yı Hakk'ın
kâffesi "dâbbe"dir; zîrâ zî-rûhtur. Ve kendi nefsiyle hareket
eder bir şey yoktur; o ancak kendi nefsinin gayriyle hareket
eder: Binâenaleyh o şey, sırât-ı müstakîm ûzerine olan şeyin
hükmüne tebaiyyetle hareket eyler, zîra sırât, ancak üzerinde
yürümekle sırât olur (7).
Ya'nî örf-i âmmda
(umumi örf’de, genel hükümde),
Hakk'ın gayri
(Hakk’tan başka)
dediğimiz şeylerin kâffesi
(bütün hepsi)
ister cemâd
(cansız cisim)
olsun, ister nebât
(bitki)
"dâbbe"dir
(hayvandır).
Çünkü,
cümlesi zî-rûhtur
(ruh sahibidir)
ve onların rûhları, esmâ-i İlâhiyye’den birer isimdir ve Hak o
isimler ile onlarda zâhirdir
(görülür)
ve
o şeylerin kıyâmı
(varlığı, ayakta durması),
ancak
o isimlerin kayyûmiyyetiyledir
(varlığıyladır).
Ve vücûtta
(varlıkta)
kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; zîra kendi nefsiyle
mevcûd değildir; belki kendi nefsinden gayri
(başka)
bir
vücûd ile hareket eder. Binâenaleyh
(nitekim)
o
şey, kendisinin mazhar
(görüntü mahalli)
olduğu ve sırât-ı müstakîm
(doğru yolu)
üzerinde bulunduğu Rabb-i hâssı
(terkibinde ağırlıklı isim)
olan ismin hükmüne tebean
(uyarak)
yürür. Ve sırât
(yol),
üzerinde meşy olunmakla
(yürümekle)
sırât
(yol)
olur. İmdi, o şeyin hareketi, mâdemki tebaiyyet
(tabi olma, uyma)
hükmüyle vâkı' olur
(gerçekleşir),
o
halde onun hareketi hareket-i zaîfedir
(zayıf harekettir);
zîra hareket-i ârızadır
(sonradan kazanılmış, gelip geçici olan harekettir),
hareket-i zâtiyye
(zatın hareketi)
değildir. Ve bu hareket ile, o şeyin kâbiliyetinde müteayyin
olan
(meydana çıkan, görülen)
Hak,
ona mahsûs
(ait, özel)
olan kemâlin
(mükemmelliklerin)
müntehâsına
(en sonuna)
çeker ve onunla berâber seyreder
(yürür, hareket eder).
Bu sûrette o şey,
Hak
ile Hak'ta hareket eder ve bu hareket, Hak'la ve Hak'ta vâkı'
olunca
(gerçekleşince),
sırât
(yol)
ve
sırât
(yol)
üstünde yürüyen Hak olur. Ve Hakk'a tebaiyyet
(tabi olma, uyma)
hükmü ile olan hareket dahî, seyr-billâh
(Allah’la seyr, Allah ile hareket, yürüyüş)
olur.
Şiir:
Halk sana münkâd
olduğu vakit, Hak sana münkad oldu (8).
Ya'nî "halk"
(yaratılmışlar)
dediğimiz sûret-i kesîf
(yoğunlaşmış, madde suretler),
sana inkıyâd ettiği
(boyun eğdiği)
vakit, muhakkak bil ki, onun mazharında
(görüntü yerinde)
zâhir olan
(görülen)
Hak
sana inkıyâd etmiştir
(boyun eğmiştir).
Zîra mazhar
(görüntü mahalli olan birim),
zâhirin
(dışta görülenin)
aynıdır. Ve suver-i mahlûkâttan
(yaratılmış suretlerden)
her
bir sûret, esmâ-i İlâhiyyeden
(İlahi isimlerden)
bir
ismin sûretidir ve o isim, o sûret-i mahlûkun
(yaratılmış suretinin)
rûhu ve hüviyyetidir
(hakikatidir, zatıdır).
İmdi rûh, o sûretin âyîne-i cisminde
(ayna olan madde bedeninde)
zâhir
(açıkta)
ve
celîdir
(meydandadır);
şu halde sûretin inkıyâdı
(boyun eğmesi),
o "ism"in inkıyâdıdır
(boyun eğmesidir);
çünkü sûretin vücûdu, kendisinde zâhir olan
(görülen)
ismin zuhûrudur
(meydana çıkışıdır).
Ve eğer Hak sana itâat ederse, bazan halk sana itâat ve inkıyâd
etmez (9).
Ya'nî senin
mazharında
(görüntü
mahallin olan madde bedeninde)
zâhir olan
(görülen,
açığa çıkan)
Hak sana münkâd olduğu
(boyun
eğdiği)
vakit, halâikın
(mahlukatın)
sana
inkıyâdı
(boyun eğmesi)
lâzım gelmez. Zîrâ sana münkâd
olan
(boyun eğen)
Hak sende zâhir olan
(açığa
çıkan)
Rabb-i hâsstır;
(kendi
terkibindeki has isim olan güçlü isimdir)
ve o da esmâdan bir isimdir.
Ve sâir halâikta
(diğer
yaratılmışlarda)
zâhir olup,
(açığa
çıkıp)
onlara münkâd olan
(boyun eğen)
Hak ise,
onların Rabb-i hâssları
(kendi
terkibindeki has isim)
olan esmâdır. Binâenaleyh
(nitekim),
senin
Rabb'in
(has esman)
sana münkâd olmakla
(boyun
eğmekle)
sâir
(diğer başka)
Rabb'lerin
(esmanın)
sana
inkıyâdı
(boyun eğmesi)
lâzım gelmez ve Erbâb-ı sâire,
(diğer esma)
sana münkâd olmayınca
(boyun
eğmeyince),
onların
mezâhiri
(görüntü yerleri)
olan halâikın
(mahlukatın)
da inkıyâdı
(boyun eğmesi)
iktizâ etmez
(gerekmez).
Meselâ, senin Rabb'in
(terbiye eden ismin)
ism-i Hâdîdir
(Hadi esmasıdır).Ve
senin mazharında
(madde bedeninde)
mütecellî olan
(görülen)
Hak,
bu taayyün-i hâs
(senin özel taayyününün)
hükmü ile sana münkâd olmuştur
(boyun eğmiştir).
Ve bir diğerinin Rabb'i
(terbiyecisi olan isim)
dahi ism-i Mudill'dir
(mudil ismidir) ve
onun mazharında
(madde bedeninde)
mütecellî olan
(görülen)
Hak
dahî, o taayyün-i mahsûsun
(kendi has taayyününün)
hükmü ile o kâfire münkâd olmuştur
(boyun eğmiştir).
Binâenaleyh
(nitekim),
Hak
böylece ikinize de münkâd olmakla
(boyun eğmekle),
sizin de birbirinize inkıyâdınız
(boyun eğmeniz)
lâzım gelmez; çünkü her birinizin Rabb-i hâssı
(has ismi)
olan isim, sizi kendilerine mahsûs
(ait)
olan kemâle
(mükemmelliğe)
sevk eder
(götürür).
Halbuki birinin kemâli hidâyette
(doğru yolu bulmakta),
diğerinin dalâlettedir
(doğru yoldan uzaklaşmaktır)
.
Binâenaleyh
(nitekim)
sen
kâfiri tarîk-ı hidâyete
(hakk yoluna)
da'vette ne kadar mübâlağa etsen
(üstüne düşsen)
sana münkâd olmayıp,
(boyun eğmeyip)
onun dalâlette kemâli tezâyüd eder;
(artar)
ve
kezâ o kâfir dahî seni tarîk-ı küfr
(hakk’ı inkar yoluna)
ve
dalâlete
(yanlış yola)
da'vet etse, sen de ona münkâd olmayıp
(boyun eğmeyip)
hidâyette
(hak yolunda)
kemâlin artar. Sana münkâd olan
(boyun eğen)
mahlûk ile Rabb-i hâsslarınız
(has esmanız)
arasında münâsebet
(bağ, ilişki)
vardır.
İmdi
nefsü'l-emrde sen sözümüzü tahkîk et! Zîrâ, benim sözüm haktır
(10).
Ya'nî Hakk'ın envârı
(nurları)
ve
halkın esrârı
(varlıklarda gizlenen sırlar)
hakkında bu söylediğimiz kelâmı, ey teşne-i hakîkat
(hakikâte susamış),
sen tahkîk et!
(incele, doğruluğunu araştır)
Ve
ondan sonra nefsü'l-emre
(işin hakikâtine, gerçeğe)
mutâbık
(uygun)
olduğunu gör de tasdîk et! Zîrâ benim mazharımdan
(bedenimden)
kâil olan
(söyleyen)
Hak'tır. Veyâhut harf ve savt
(ses)
ve
kitâb üzerindeki nukûş-i taayyünâtına
(oluşturduğu nakışlara, yazılara)
bürünüp benim kelâmım sûretinde
(kelimelerim şeklinde)
zâhir olan
(açığa çıkan, görülen)
Hak'tır.
İmdi sen kevnde nutku olmayan bir mevcûd olmadığını görürsün
(11).
Ya'nî sen bu âlem-i cismânîde
(madde dünyasında)
cemâd
(cansız cisim)
olsun, nebât
(bitki)
ve
hayvan olsun, nutk sâhibi olmayan
(konuşamayan)
hiçbir mevcûd olmadığını görürsün. Zirâ, her bir mevcûdda
mütecellî olan
(beliren, görünen)
Hak'tır. Ve o mevcûd kendisinde mütecellî olan
(görülen)
Hak
ile nutkeder
(konuşur).
Ve Hak o mâzhar
(birim)
ile
nâtıktır
(konuşandır)
ve
onu intâk eder
(söyletir, konuşturtur).
Nitekim, âyet-i kerîmede buyruluyor:............................................
(Fussilet 41/21) Ve Hak bir mazharda
(görüntü yerinde, birimde),
ancak
esmâsından bir ismin sûetiyle tecellî eder
(belirir, görünür).
Ve
her bir isim ise cemî'-i esmâ
(bütün esma)
ile
mevsûftur
(vasıflanmıştır).
Zîra, Hakk'ın ismi kendisinin aynıdır ve Hak ise
mütecezzî
(parçalara, cüzlere ayrılmış)
değildir. Fakat mahlûkât, i'tidâl
(her birimin dengesi, ölçüsü)
ve
tesviyede
(yaratılışındaki düzgünlük)
mütefâvit
(birbirinden farklı)
olduğundan, Hakk'ın cemî-i esmâsıyla
(bütün esmasıyla)
tecellîsine
(belirmesine)
kendilerinin taayyünü
(oluşumu)
mâni'dir
(engeldir).
Eğer bir mazhar
(görüntü yeri, birim),
İnsân-ı
Kâmil’in mazharı
(vücudu)
gibi, son derece i'tidâlde
(dengede)
olsa, Hak o mazharda
(birimde)
kâffe-i esmâsıyla
(esmasının bütün hepsiyle)
mütecellî olur
(belirir, görülür).
Ve
eğer insân-ı nâkısın
(kemale ermemiş, beşerin)
mazharı
(vücudu)
gibi bir mazharın
(görüntü yerinin)
tesviyesi
(yapısındaki düzgünlük)
i'tidâlde
(ölçüsünde)
olmasa ve i'tidâl-i insânî
(insan olma ölçüsü)
haddinden
hâriç
(sınırının dışında)
olsa, onda sıfât-ı seb'a
(yedi sıfat)
ile
berâber nutuk
(konuşma melekesi)
zâhir olursa da
(görülürse de),
sâir
(diğer)
esmâ ile kemâlât bâtında
(gizli),
ya'nî kuvvede kalır
(istidadında potansiyel güç kuvve olarak gizli kalır, açığa
çıkmaz),
fi'len zâhir olmaz.
((faaliyet, etkinlik göstermez)
Ve eğer bir mazharda
(birimde)
i'tidâl
(dengeli oluş, ölçülülük)
ve
tesviye
(yaratılışındaki düzgünlük)
zikrolunan
(anlatılan)
mertebeden dûn
(aşağı)
bir
derecede olursa, cemâdât
(cansız cisimler)
ve
nebâtâtta
(bitkilerde)
olduğu gibi, nutuk
(konuşma melekesi)
bâtında
(açığa çıkmaz, gizli)
kalır; zîra nutkun
(konuşmanın)
zuhûruna
(meydana çıkmasına)
mahallin
(birimin)
kâbiliyeti yoktur. Binâenaleyh
(nitekim),
mevcûdâtın kâffesi
(meydana çıkmış varlıkların bütün hepsi)
ya zâhiren
(görünüşte)
veyâ bâtınen
(ruhen)
nâtıktır.
(konuşabilmektedir)
Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur: .................. (İsrâ,
17/44).
İmdi nutukları
(konuşma melekesi)
bâtında
(ruhta gizli)
kalan eşyânın
(varlıkların)
Hakk'a tesbîhi, ehl-i hicâbın
(perdeli kişilerin)
zannettiği gibi lisân-ı hâl
(içinde bulunduğu hal, tavır)
ile
değildir; belki lisân-ı kâl
(söz)
iledir. Binâenaleyh
(nitekim),
hacer
(taş)
ve
şecerin
(ağacın)
ve
cemî'-i eşyânın
(bütün varlıkların)
kelâmını
(kelimelerini),
ancak
mevcûdâtın bâtınlarını
(ruhlarını)
keşfeden kimse işitir. Ve ehl-i hicâb
(perdeli kişiler)
işitmediğinden kimisi, “onların nutukları
(konuşmaları)
lisân-ı hâl
(hal, tavır)
iledir” der. Ve kimisi onlarda nutuk
(konuşabilir)
olmasını
istib'âd ile
(ihtimal vermeyerek)
inkâr eder.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-03.02.2004
http://gulizk.com
|