BU
FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN:
"HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN
BEYÂNINDADIR -1-
"Hikmet-i
kuddûsiyye"nin Kelime-i İdrîsiyye'ye (İdris
kelimesine) tahsîsindeki (mahsûs
kılınması, ayrılmasındaki) hikmet (sebep)
budur ki: İdrîs (a.s.) riyâzât-ı şâkka (zor
riyâzatlar) ile nefsini sıfât-ı hayvâniyye (hayvani
sıfatlardan) ve küdûrât-ı tabîiyye (tabiatla
ilgili kaygı ve tasalardan) ve nakais-ı ârızadan
(sonradan
kazanılmış olan, gelip geçici kusurlardan, eksikliklerden)
tathîr etmiş (temizlemiş)
ve âkıbet (nihayet)
rûhâniyyeti hayvâniyyeti üzerine galebe etmekle
(üstün
gelmekle),
kesîrü'l-insilâh (beden
kayıtlarından kurtulmuş) ve sâhibü'l-mi'râc (miraç
sahibi) olmuş ve melâike (melekler)
ve ervâh-ı mücerrede (saf
ruhlar) ile muhâtabâtta (karşılıklı
konuşmada) bulunmuş idi. Nitekim, on altı sene
yiyip içmediği ve uyumadığı ve akl-ı mücerred (sırf,
saf akıl) hâline
geldiği hikâye olunur.
Bu
maânî (manâlar),
kesâfet-i cismâniyyesi (madde
bedeni) içinde, nazar-ı fıkrîye (fikri
görüşüne) müstenid (dayalı)
olan aklı vücûduna hâkim (hükmeden)
olan feylesoflar indinde (filozoflar
yanında) kabûl olunur bir şey değildir. Fakat
ne yapsınlar ki, onların akılları cisim ve cismâniyyet
dâiresinde mahsûr (sınırlı)
ve mahbus (hapis)
kalmıştır. 0 hudûd hâricine (sınırın
dışına) çıkamazlar ve "insan yiyip içmese
ve uyumasa ölür" derler. Vâkıa (ne
zaman ki) bu hükümleri, vücûdlarında ahkâm-ı
kesâfet (madde
kanunları) hükümrân olan (hüküm
süren) kimseler için doğrudur. Velâkin
nefislerini, küdûrât-ı tabîiyyeden (tabiatının
keder ve tasasından) ve kesâfet-i cismâniyyeden
(madde
beden kayıtlılığından) kurtaran zevât (kişiler)
hakkında aslâ doğru değildir. Bu zevâtın (zatların,
kişilerin) revişlerine (gidişatından,
üslûplarından) ıttılâa (haberdar
olmak) ukûl-i cüz'iyye (cüzi
akıl) erbâbı (sahipleri)
için imkân yoktur. Zîrâ, onların akılları
bir dâire-i mahdûde dâhilinde (sınırlı
bir daire içersinde) kuyûd-i mantıkıyye (mantık
ile kayıtlı) ve tabîiyye (tabiat)
ile bağlı kalmıştır.
"Kuddûs",
mukaddes ma'nâsına "takdîs"ten
müştakktır (türemiştir).Ma'nâ-yı
lügavîsi (sözlük
manâsı) "tathîr"dir (temizlemedir).
Ve ıstılâhta (tanımlamada)
"Hakk'ı, imkân ve ihtiyâçtan ve nakâis-ı
kevniyyeden (kevni
noksanlıklardan) ve kendinin gayri bulunan
(kendinden başka) mevcûdâta (varlıklara)
nisbeten
(göre) /kemâl addolunan (sayılan)
kemâlâttan, Cenâbına (büyüklüğüne,
şerefine) lâyık olmayan şeyden tathîrdir"
(temizlenmedir).
Zîrâ, Hak Sübhânehû ve Teâlâ ve onun kemâlât-ı
Zâtiyyesi, (Zât’ının
kemâli) akıl ve vehim ve hayâl ile idrâk olunan
kemâlâttan a'lâ (yüksek)
ve ecelldir (en
büyüktür). Nitekim
ehl-i kemâlden (kemâl
sahiplerinden) bir zât-ı şerîf Cenâb-ı Kibriyâ'ya
hitâben buyurur:
Rubâî:(dörtlük)
Tercüme:
"Ey noksandan pâk ve ey ademden (yoktan)
müberrâ (pak,
temiz) olan Zât-ı Celîl! Senin vasfında (sıfatında)
akıl ileriye bir adım atabilir mi? A'mâ (kör)
olan kimse, kulağıyla renkleri ve sûretleri nasıl
görür? Veyâhut sağır, göz ile elhân (sözleri)
ve nağmeyi nasıl işitebilir?"
Zîrâ
gayre mensûb (başkaya
ait) olan kemâlât (kemâller)
makâm-ı asldan (asıl,
gerçek makamdan) mütenezzildir (indirilmiştir)
ve ıtlâk-ı hakîkîden (gerçek
mutlaklıktan) hâriç (dışarıda)
ve mütekayyiddir (kayıtlıdır,
bağlıdır) ve kemâlât-ı İlâhiyye üzerine müteferri'dir
(dallanmıştır).
Ve "kuddûs" keyfiyet (husus)
ve kemmiyyet (nicelik)
i'tibâriyle (bakımından)
"Subbûh"dan ehasstır (daha
hususidir).
Zîrâ, onda pek şiddet ve kesretle (çoklukla)
Zât’ı tenzîh (Zât’ı
yaratılmışlardan beri kılma, ayrı tutma) ma'nâsı
vardır.
"Hak
tenzîh (Hakk’ı
yaratılmışlardan beri, ayrı tutmak) ve teşbihten
(Hakk’ı
yaratılmışlara benzetmekten) münezzehtir" (beridir,
arıdır, temizdir) denildiği vakit, tenzîh ve teşbîhten
tenzîh edilmiş (beri
tutulmuş) olur. Ve tenzîhin bu nev'inde (çeşidinde)
mübâlağa-i zâide (fazla
aşırılık) vardır. "Fenâü'l-fenâ"nın
(fenadan
dahi fena bulmanın) "fenâ"dan eblağ (daha
beliğ, daha olgun) olması gibi. Ve "teşbîh"
(benzetme),
yalnız makâm-ı cem' ve "takdîs" (tenzih)
ise makam-ı cem' ve tafsîl hasebiyledir,
denilebilir.
İşte bunun için Nûh (a.s.)’ın tenzîhi akli ve İdrîs
(a.s.)’ın tenzîhi dahi hem aklî ve hem nefsîdir, demişlerdir.
"Hikmet-i subbûhiyye" ile "hikmet-i kuddûsiye"
arasında ma'nen ve mertebeten münâsebet (ilişki)
olduğu için yekdiğerine (birbirlerine)
mukârin (bitişik,
beraber) kılınmıştır. Ve Nûh (a.s.), her ne
kadar bi-hasebi'z-zamân (zaman
bakımından) İdrîs (a.s.)’dan sonra gelmiş
ise de, eblağ (daha
beliğ, daha olgun) olanın te'hîri (gecikmesi)
evlâ (daha
üstün) olduğundan, onun hikmeti / "hikmet-i
subbûhiyye"den sonra irâd olundu
(getirildi).
Ulüvv,
iki nisbettir. Ulüvv-i mekân ve ulüvv-i mekânettir. İmdi
ulüvv-i mekân ……………………. (Meryem, 19/57) ve
a'lâ-yı emkine, âsiyâb-ı âlem-i eflâk onun üzerine
devr eden mekândır. Ve o, felek-i şemsdir. Ve İdrîs
(a.s.)’ın makam-ı rûhâniyyeti ondadır. Ve tahtında
yedi felek ve fevkınde yedi felek vardır. Ve o, on beşinci
felektir. İmdi onun fevkındeki felek-i Ahmer, ya'nî
Merih, felek-i Müşterî, felek-i Zuhâl, felek-i Menâzil,
felek-i Atlas, felek-i Burûc, felekü'l-Kürsî ve felekü'l-Arş'dır.
Ve onun dûnunda felek-i Zühre, felek-i Utârid, felek-i
Kamer ve Küre-i Esîr ve Küre-i Havâ ve Küre-i Mâ' ve Küre-i
Türâb'dır. Binâenaleyh o, eflâkın kutbu olması
haysiyyetiyle refîü'l-mekândır. (1).
Ya'nî
ulüvv (yücelik)
ve yükseklik iki nisbettir (sıfattır):
Birisi mekânın (mahallin,
yerin),
diğeri de mekânetin (rütbenin,
makamın) ve mertebenin yüksekliğidir. Ve ulüvv-i
mekânın (yer,
mekân yüksekliğinin) delili Kur'ân-ı Kerîm'de
İdrîs (a.s.) hakkında vârid olan (gelen)
………………. (Meryem, 19/57) ya'nî
"Biz onu yüksek mekâna ref ettik" (kaldırdık,
yükselttik) kavl-i şerîfidir (sözleridir).
Ve mekânların en yükseği, üstüne âlem-i eflâk
(gezegenler
âlemi) değirmeninin döndüğü mekândır ki, o
da felek-i Şems'tir (güneştir).
Zirâ arzdan
(dünyadan)
i'tibâren kendi manzûmemizin (güneş
sistemimizin) merkezine müteveccihen (yönelerek)
en yüksek bir merhale (menzil,
konak) ve bir mekâna (yere)
çıkılmak tasavvur olunsa, (düşünülse)
o mekân (yer)
ancak felek-i Şems'tir. (güneştir)
Ve bu i'tibâr (bakımdan),
arzdan (dünyadan)
böyle olduğu gibi Müşterî (Jüpiter)
ve Zühal'den (Satürn’den)
dahi böyledir. Zîrâ, manzûme-i Şems'i (güneş
sistemini) teşkîl eden seyyârâtın (gezegenlerin)
cümlesinin merkezi, felek-i Şems'tir (güneştir).
Ve İdrîs (a.s)’ın makâm-ı rûhâniyyeti
oradadır. Zîrâ İdrîs (a.s.) sıfât-ı beşeriyye-i tabiiyyeden
(beşeri
sıfatlara tabi olmaktan) münselih (sıyrılıp
çıkmış) olup sıfât-ı rûhâniyye (ruhani
sıfatlar) ve hey'et-i nûrâniyye (nurani
sûret) ile bâkî kaldı. Binâenaleyh (nitekim),
nefs-i muzlimesinin (karanlık
nefsinin) hey'eti
(görünüşü, sureti)
rûh-i münevverinin (nurlu
ruhunun) hey'etine
(şekline, suretine) münkalib (değişmiş)
oldu. Ve sûreti dahi, hey'et-i rûhaniyyeye (rûh
sûretine) münâsib (uygun)
olan sûret-i misâliyye-i nûrâniyyeye (nurlu
hayal sûretine) tahavvül etti (değişti).
Ve bu münâsebet-i
nûrâniyye (nurlu
oluş vesilesi) ile felek-i Şems'e (güneşe)
urûc eyledi (yükseldi).
Ve felek-i Şems'e (güneşe)
cisim ile urûc (miraç
etmek, yükselmek) maddeten mümkin değildir. Ve mümkün
olduğu farz olunsa, Şems (güneşin)
cismi ihrâk (yakar)
ve onun kesâfetini (katılığını,
yoğunluğunu) izhâk (eritir,
yok) eder. Çünkü küre-i şems, (güneş
küresi) küre-i arz (dünya)
gibi bir cism-i sulb-i bârid (katı
cisimler gibi soğuk) değil, mâyi' (sıvı)
veyâ buhâr-ı nârî (kızgın
ateş ve buhar) bir haldedir. O makâma ancak rûhen
urûc (ruh
olarak yükselmek) mümkündür. Zîrâ rûh-i latîf
(şeffaf,
nur olan ruh), cism-i
kesîf (katı
cisim) gibi, ateşte yanıp inhilâl etmez (erimez).
Nitekim, riyâzâtla (nefsi
terbiye ile) telattuf eden (lâtifleşen)
Evliyâullâh’tan ateşte yanmamak ve suya batmamak
ve havada tayarân etmek (uçmak)
gibi âsâr-ı rûhiyye (ruha
ait, ruhla alakalı eserler) zâhir olur
(meydana çıkar).
Ma'lûm
olsun ki, Hz. Şeyh (r.a.) felek-i Şems'in (güneşin)
ulüvv-i mekânını (yer,
mekân yüksekliğini) tefhîm (anlatmak)
için hey'et-i atîka (eski
astronomi) mûcibince (gereğince)
eflâkin (gezegenlerin)
merâtibini (mertebelerini)
ta'dâd buyurmuştur. (saymıştır)
Maksad-ı âlîleri (niyetleri)
ilm-i hey'etten (astronomiden)
bahsetmek değil, manzûme-i şemsiyyeye (güneş
sistemine) nazaran (göre),
nâsa (insanlara)
ulüvv-i mekânı (mekân,
yer yüksekliğini) anlatmaktır. Bunu tefhîm (anlatmak)
için zamân-ı âlîlerindeki ulemânın (zamanının
yüksek âlimlerinin) tasavvurâtına (düşüncelerine)
mutâbık (uygun)
beyânâtta (açıklamalarda)
bulunmuşlardır. Ve bu beyânât-ı âliyye (yüce
açıklamaları), hey'et-i
cedîdeye (yeni
astronomiye) göre ulüvv-i mekânın (mekân
yüksekliğinin, yüceliğinin) tebeddülünü (değişmesi)
îcâb etmez. Şöyle ki, hey'et-i atîkaya (eski
astronomiye) göre şems (güneş),
eflâkin (gezegenlerin)
merkezi olmak i'tibâriyle (bakımından)
onun mâ-dûnu (rütbe
bakımından aşağıda) veyâ mâfevkı (üstte)
olan her bir felekten (gezegenden)
şemse (güneşe)
nazar olunsa (bakılsa)
/ emkine-i maddiyyenin
(madde bakımından mekânların) en yükseğidir.
Ve hey'et-i cedîdeye (yeni
astronomiye) nazaran (göre)
manzûme-i şemsin (güneş
sisteminin) merkezi ve kalbi, yine felek-i şemstir
(güneştir)
.
Ve bu manzûmeyi (sistemi)
teşkîl eden (meydana
getiren) seyyârâtın (gezegenlerin)
kâffesi (hepsi),
şemsin (güneşin)
etrâfında bir satıh (yüzey)
üzerinde devrederler (dönerler).
Şemse
(güneşe)
en yakın bulunan Utârid (Merkür)
olup ondan (15) milyon, Zühre (Venüs)
(26) milyon, Arz (Dünya)
(37) milyon, Merîh (Mars)
(56) milyon ve seyyârât-ı sağîre (diğer
küçük gezegenler) takrîben (100) milyon, Müşterî
(Jüpiter)
(192) milyon, Zühal (Satürn)
(355) milyon, Uranüs (710) milyon ve Neptün (1150) milyon
merhale uzakta devreder (dönerler).Binâenaleyh
(nitekim),
bu sayyârâtın (gezegenlerin)
herhangi birisinden kendi merkezi olan şemse (güneşe)
nazar olunsa (bakılsa),
emkine-i maddiyyenin (madde
mekânların) en yükseği "şems" (güneş)
olmuş olur. Şu halde şems (güneş),
gerek hey'et-i atîkaya (eski
astronomiye) ve gerek hey'et-i cedîdeye (yeni
astronomiye) göre, eflâkin (gezegenlerin)
kutbu olması cihetinden (yönünden)
refîu'l-mekândır (en
yüce, en yüksek mekândır, yerdir).
Bunda aslâ ihtilâf (anlaşmazlık)
yoktur. Ammâ, merkezden kat'-ı nazar (geçilecek)
olunursa, arzdan (Dünyadan)
i'tibâren şemsten (Güneşten)
daha yüksek emkine-i maddiyye (madde
mekân) çoktur. Uranüs, Neptün veyâ diğer manzûme-i
şemsiyyeler (Güneş
sistemleri) gibi. Buradaki ulüvv (yükseklik),
her seyyârenin (gezegenin)
kendi merkezi olan şemse (Güneşe)
nisbetledir (göredir).
Zîrâ cenâb-ı İdrîs, arzda (Dünyada)
bulunduğu halde hakkında
………………………..
(Meryem, 19/57) buyruldu.
Suâl:
Hak
Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de ale'l-ıtlâk (mutlak
sûrette) ………………………………..
buyuruyor. Ve mekânın refii (yükseği)
şems (Güneş)
olduğunu tasrîh etmiyor (açık,
açık söylemiyor). Halbuki,
bir dâire muhîtinin (etrafının)
herhangi bir noktasından merkezden geçmek üzere
bir hatt-ı müstakîm (doğru
çizgi) temdîd olunsa, (uzatılsa)
ya'nî dâirenin kutr-i tâmmı (tam
çapı) resm edilse, muhît-i mukâbilden (karşı
çemberden) geçtiği nokta merkezden eb'ad (en
uzak) ve erfa' (en
yüksek) olur. Bu i'tibârla (bakımdan)
şems (güneş)
refiu'l-mekân olmamak
(yüce, yüksek mekan olmaması) lâzım gelir.
Cevap:
Bu
fass-ı münîfın (kıymetli
eserin) nihâyetinde (sonunda)
beyân olacağı (açıklanacağı)
üzere ulüvv (yücelik,
yükseklik) dört nevi'dir (çeşittir):
Ulüvv-i Zâtî (Zâti
yücelik),
ulüvv-i sıfâtî (sıfati
yücelik), ulüvv-i
mekânet (mertebe,
makam yüceliği),
ulüvv-i mekândır (mekan,
yer yüceliği).
Âyet-i kerîmede ulüvv-i mekân (yer,
mekân yüksekliği) bi'l-ibâre (yazılı
ifade ile) ve diğer ulüvler (yükseklikler)
bi'l işâre (işaret
yoluyla) beyân buyurulur (açıklanır).
Şemsten
(Güneşten)
gayri (başka)
bu dört nevi (çeşit)
ulüvv (yücelik,
yükseklik) ile muttasıf (vasıflanmış)
olan hiçbir mahal (yer)
yoktur. Zîrâ şems (Güneş),
kendi tevâbü (uyduları)
olan seyyârâtın (gezegenlerin)
menşe'i (kaynağı,
kökü) olduğundan onlara nazaran (göre)
ulüvv-i zâtî (zati
yücelik) sâhibidir. Ve bu tevâbi' (uyduları)
onun ziyâ (ışık)
ve harâretine muhtâç bulunduklarından, bu cihetle
(yönüyle)
ulüvv-i sıfâtî (sıfati
yücelik) sâhibidir. Ve câzibesiyle (çekim
gücüyle) onların hâkimi ve müdebbiri (idare
edicisi) olduğundan, ulüvv-i mekânetle (mertebe,
makam yüksekliğiyle) muttasıftır (vasıflanmıştır).
Ve
her birisinden, kendisine kadar olan mesâfâtın (mesafelerin)
cümlesinden eb'ad (hepsinden
en uzak) ve erfa' (en
yüksek) olduğundan ulüvv-i mekân (mekân
yüceliği) sâhibidir.
<devam
edecek>
03.09.2002
http://sufizmveinsan.com
|