KELİME-İ
İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR
"Müheyyem"
(Hakk’a
aşırı aşk), "tehyîm" (aşktan
kendini kaybetme) masdarından ism-i mef'ûldür (isim
yapılmıştır).
Ve "heyemân" ifrât-ı aşk (aşkta
aşırı gitme) ma'nâsınadır. Cenâb-ı İbrâhîm
(a.s.)’da muhabbet-i Hak (Hakk
sevgisi) gâlib (üstün) olduğundan,
Allah uğrunda babasından ve kavminden yüz çevirdi ve Hak
yolunda oğlunu zebha (kurban
etmeye) tasaddî eyledi (girişti)
ve mâl-i kesîrini (servetini)
terk etti. Ve şiddet-i muhabbetinden (sevgisinin şiddetinden)
Hakk'ı nûriyyetin (Hakk
nurunun) zuhûru (meydana
çıkması) hasebiyle, mezâhir-i kevâkibde (yıldızlara
nail olmayı, onlarla şereflenmeyi) taleb edip (isteyip)
: "Eğer
Rabbim bana hidâyet etmez ve doğru yolu göstermezse, şaşırmışlardan
ve cemâl-i Hak'ta hayrete düşenlerden olurum" (En'âm
6/77) dedi. Bu hallerin cümlesi (hepsi)
galebe-i heyemandandır (aşkın
çok şiddetli olmasındandır) .
Ve âkıbet (nihayet)
kemâl-i heyemânı (aşkının kemal
bulması) hasebiyle kendi nefsinden fânî (yok)
ve Hak'la bâkî (kalıcı) oldu.
Ve Hakk'ı semâvât (gökler)
ve arz (yer)
ve ervâh (ruhlar)
ve ecsâm (cisimler)
mezâhirinde (görüntü
yerlerinde) idrâk eyledi. Bu sıfat-ı teheyyüm (aşk sıfatı)
, evvelen
(ilk önce) ervâh-ı
âliyye-i müheyyemede (Hakk’a
âşık yüksek ruhlarda) zâhir oldu (meydana
çıktı) . Zîrâ
Hak, onlara cemâlî celâlinden
(celal yüzünden) tecellî etti (göründü)
ve onlar Hakk'ın envârında (nurlarında)
hâim (aşkından dolayı
şaşkın) olup nefislerinden gâib (kayıp,
yok) oldular. Binâenaleyh (nitekim),
nefislerini ve mâsivâ-yı Hakk'ı (Hak’tan
başkasını) bilmediler. Ve onların halkıyyeti (yaratılmışlıkları)
üzerine Hakkıyyet (Hakk
olma, Hakk oluş) mütecellî (tecelli
ettiği) ve gâlib (üstün) olduğundan,
onlar bu tecellîde
müstağrak (batmış,
boğulmuş) ve müstehlek (yok)
oldular. Sâniyen (ikinci olarak) kümmel-i
Enbiyâdan (kâmil
Peygamberlerden) İbrâhîm (a.s.)’da zâhir oldu. (meydana
çıktı) Çünkü Hâlîlü'r Rahmân (Rahman’ın
sevgilisi) idi. / Ve "halîl" (sevgili) ………
muhibbin (sevenin)
rûhu meyânında (arasına)
"tahallül" (nüfûz)
……….
eden habîbdir (sevgilidir)
.
Ve "hıllet" (hakiki
dostluk) habîbde (sevgilide) tahallül
(nüfûs)
eden muhabbettir (sevgidir)
.
Binâenaleyh (nitekim),
İbrâhim (a.s) vücûd-i Hakk'a mütehallil (dahil)
………… ve vücûd-i Hak dahi onda mütehallil (dahil,
nüfûz etmiş) olup şiddet-i heyemânından (aşkının
şiddetinden) dolayı mâsivâ-yı Hak'tan (Hakk’tan başka
her şeye) i’râz edip (yüz
çevirip) Fâtır-ı semâvât ve arza (gökleri
ve yerleri yaratana) müteveccih (yönelik)
olduğundan Kelime-i İbrâhîmiyye (İbrahim
kelimesine) "hikmet-i müheyyemiyye"ye (şiddetli aşkın
hikmetine) mukârin (beraber,
bitişik) kılındı. Ve bu fasta (bölümde)
"heyemân"ın (şiddetli
sevginin) ahvâli (halleri) îrâd
olundu (söylendi)
. Ve
sıfât-ı İlâhiyye-i sübûtiyye, (İlâhî
sıfatların belirmesi) evvelen (ilk
önce) cenâb-ı İbrâhîm (a.s.) ile zâhir olduğundan
(meydana
çıktığından) "hikmet-i kuddûsiyye"den
(kuddus
ile
ilgili hikmetten) sonra, bu "hikmet-i müheyyemiyye"nin
zikri
(şiddetli aşk ile ilgili hikmeti anlatmayı) iktizâ
eyledi. (gerektirdi)
İbrâhîm
Halîl (a.s.)ın
"halîl" ile
tesmiyesi; Zât-ı İlâhiyye’nin muttasıf olduğu cemî' i
sıfâta Zât-ı
Halîl'in duhûlu ve hasrı
sebebiyledir (1).
Ya'nî
Hz. İbrâhim (a.s.)’ın zâtı, Zât-ı İlâhiyye’nin (İlâhî
Zât’ın) tavr-ı vücûd (vücûdunun
halleri) ile muttasıf (vasıflanmış)
olduğu cemî'-i eşyâya (bütün
hakikâtlere) şühûd (müşâhede
etmek, görmek) ile girmiş ve kâffe-i sıfât-ı İlâhiyyeyi
(bütün
İlâhî sıfatları) câmi' olmuş (kendinde
toplamış) bulunduğu için kendisine "Halîl"
(dost,
sevgili) tesmiye olundu (denildi)
. Binâenaleyh
(nitekim), sıfât
ve esmâ-i İlâhiyye İbrâhîm (a.s) ile ve cenâb-ı İbrâhim
dahi, mezâhir-i esmâ ve sıfâtın (esma
ve sıfatların göründüğü mahal, birim olarak) tamâmen
hakkı ile kâim (mevcut)
oldu. Ve bu sûrette, cemî'-i sıfât-i İlâhiyye
(bütün
İlâhî sıfatlar) ve esmâ-ı Zâtiyye (Zâtî
esma) ile muttasıf (vasıflanmış)
olarak kâffesine (hepsine)
dâhil oldu. Ve muhabbet-i İlâhiyye-i Zâtiyye, (Zât’ın
İlâhî sevgisi, aşkı) cenâb-ı İbrâhîm'in
bilcümle hakayıkına (bütün
hakikâtlerine) ve zâtına / müstevlî olduğu
(istila ettiği, kapladığı) gibi, muhabbet-i ibrâhîmiyye
(İbrahim’in
aşkı, sevgisi) dahi, hakayık-ı İlâhiyyeye (İlâhî hakikâtlere)
yayıldı. Binâenaleyh (nitekim)
birinci i'tibâra (değere)
göre, "Halîl" tesmiyesi (denilmesi) "fâil"
(fiili
işleyen) ma'nâsına ve ikinci i'tibâra (değere)
göre de "mef’ûl" (işlenen
fiil) ma'nâsına olur.
Nitekim
şâir dedi:
………………………………………………………………
Ya'nî
rûhum, mesleki olan eczâ-yı vücûdumda nasıl tahallül
etmiş ise, sen dahi öylece rûhun mesleki olan cemî'-i cevârih
ve a'zâmda tahallül ettin: Bu sebepten nâşî Halîl'e
"hatîl" denildi (2).
Şair
bu beyitte, "habîb"ini (sevgilisini)
rûh mesâbesinde (derecesinde) görüp
ona bu vech (yönü)
ile hitâb etmiş (konuşmuş)
ve muhabbette (sevgide)
"tahallül"ün (içine
girme, nüfuz etmenin) isti'mâli (kullanılması)
, teşbîh
tarîkıyla (benzeterek
anlatma yoluyla) vâkı olmuştur (olagelmiştir)
. Çünkü
abdin (kulun) cemî'-i
sıfât-ı Hakk'la (Hakk’ın
bütün sıfatlarıyla) ittisâfı (vasıflanması)
ve onun cemî'-i sıfâtını (bütün
sıfatlarını) hâsır (kuşatması,
kaplaması) ve câmi' (toplamış)
olması, imtizâc tarîkıyla (uygun
oluşu uyuşması yoluyla) olan "tahlîl" (nüfuz ettirme,
sokma, girdirme) değildir. Belki "tahlîl"
burada, abd (kul)
esmâ-i İlâhiyye ile müsemmâ (isimlenmiş)
olmak için, sıfât-ı İlâhiyyenin tecellîsi (İlâhî
sıfatların oluşması, belirmesi) ile, sıfât-ı
abdin (kulun
sıfatlarının) mahv (yok)
olması ve abdin (kulun) sıfât-ı
Hak (Hakk’ın
sıfatları) ile kemâliyle kâim (mevcut)
bulunmasıdır. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.)
efendimiz Mesnevî-i
Ma'nevî'lerinin cild-i sânîsinde (ikinci
cildinde) bu hâli îrâd-ı misâl (misal
getirmek) ile âtîdeki (aşağıdaki) ebyât-ı
şerîfede (kıymetli
beyiti) beyân buyururlar:
(Tercüme
ve izâh) "Hû" küpünün rengi Allâh'ın boyasıdır.
Onun içinde cümle ef’âl (bütün
fiiller, işler) bir renk (renksiz)
olur. Ya'nî hüviyyet-i Zâtiyye-i İlâhiyye (İlâhî
zatın hüviyeti, zat) mertebesinin nûriyle cemî'-i
a'mâl (bütün
ameller, işler) bir renk (renksiz)
olur. Birisi o küpe düştüğü vakit, sen ona
kalk desen; ya'nî mertebe-i vahdete (Teklik
mertebesine) vâsıl oldukda (ulaştığında),
sen ona bu mertebe-i Hüviyyet’ten (Zât
mertebesinden) ayrıl, kalk beşeriyyete (yaratılmışlığa,
insanlığa) çık desen, şevkınden (neşesinden)
o sana: "Küp benim, ya'nî vahdetin (Tek’in)
küpü ve Hüviyyet’in (Zât’ın)
nûru benim. Sen başkasın diye bana levm etme (beni
kınama)!"
der. O "Küp benim" sözü ise
"Ene'l-Hak" (ben
Hakk’ım) demektir. Meselâ ateş rengine giren
demir, nihâyet (sonuçta)
yine demirdir. Fakat demirin rengi, ateşin rengi
tarafından mahv (yok)
edilmiştir. Ateşlikten dem vurur. Velâkin, sâkit
gibidir (suskundur). Ya'nî
ateş gibi olan tecellî-i İlâhî (İlâhî
belirmeler, ilhamlar) gelince beşeriyyet (insanlık) ve
hükm-i insâniyyet (insanlık
ile alakalı hükümler) mahv (yok)
olup yerine sıfât-ı İlâhiyye (İlâhî
sıfatlar) kaim (mevcut)
olur. O vakit o kimse lisân-ı hakîkâtle (hakikât
diliyle) "Ene'l-Hak" (ben
Hakk’ım) da'vâsına kıyâm eder (kalkışır).
Fakat, minhaysü'l-beşeriyye (yaratılmış,
insan olmak bakımından) sâkit gibidir (suskundur).
Demir,
kızıllıkta ma'dendeki altın gibi olunca onun sözü, bî-zebân
(dilsiz)
,
ya'nî lisân-ı hâl ile (hâl
olarak) ,
"Ene'n-nâr" (ben ateşim) olur.
Ateşin renk ve tab'ından (huyundan,
tabiatından) muhteşem (görkemli,
ihtişamlı) oldu. Artık o, "Ben ateşim, ben
ateşim" der. Ve yine der ki: "Ben ateşim, eğer
senin şekkin (şüphen)
ve zannın varsa tecrübe et, elini bana sür. Ben
ateşim, eğer sana iştibâh (şüphe)
vâkı' oldu ise, bir lahza (kısa
bir an) yüzünü benim yüzüme koy!" Âdem (İnsan)
,
Hudâ-yı Zü'l-Celâl'den
(celal
sahibi Allah’tan) iktibâs-ı nûr ettiği (nurundan
ödünç aldığı) vakit, güzîde-i Hak (Hakk’ın
seçtiklerinden) olmasından nâşî (dolayı)
,
melâikenin mescûdu (secde ettiği) oldu.
İmdi
hakîkatte "hıllet"in (muhabbetin,
sevginin) ma'nâsı, İbrâhîm (a.s.)ın sûret-i İlâhiyye
(İlâhî
suret) ile zâhir olmasıdır (görünmesi,
meydana çıkmasıdır) .
Binâenaleyh (nitekim)
Hak, İbrâhim (a.s.)’ın sem'i (işiteni)
ve basarı (göreni)
ve lisânı (konuşanı)
ve sâir kuvâsı (diğer
meleki güçleri) olup cenâb-ı İbrâhîm (a.s),
Hak'la işitir, Hak'la görür ve Hak'la söyler. Bu muhabbete (dostluğa) "kurb-i
nevâfıl" (nafilelerle
olan yakınlık,sıfatlarından soyunma, Hak’la beraber olma) derler.
Çünkü sıfât-ı abd (kulun
sıfatları), abdin
(kulun)
zâtı üzerinde ziyâdedir (ilavedir).
Binâenaleyh (nitekim),
abdin (kulun) Hak'ta
sıfâtıyla fenâsı, (sıfatlarının
yok olması) hubb-i nevâfıldir,
ya'nî zâiddir (sonradan eklenmiştir)
.
Böyle olunca İbrâhîm (a.s), ke-ennehû (sanki,
güya) hazarât-ı İlâhiyyeye ve sûât-ı İlâhiyyeye
dâhil oldu, tahallül etti (nüfuz
etti, içine girdi) . Onun
nefsi, sıfâtı ile Allah Teâlâ'ya takarrub ettikde (yaklaştıkça),
Allah Teâlâ dahi ona kendi sıfâtını giydirip sûret-i
İlâhiyye (İlâhî
suret) ile zâhir oldu (meydana çıktı).
Nasıl
ki renk, renkli bir şeyde mütehallil ve zâhir olur. İmdi
araz, cevherinin bulunduğu mahalde bulunur. O tahallül, mekân
ve mütemekkin gibi değildir (3).
Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) cenâb-ı Halîl'in sıfât-ı ilâhiyye (İlâhi Sıfatlar)
arasına tahallülünü (nüfuz
edişini) beyân
(bildirmek)
için misâl îrâdiyle (misal
göstererek) şöyle tavzîh-ı hakîkat buyururlar (hakikâti açıklarlar)
ki:
Halîl (a.s.)’ın Zât ve Sıfât-ı İlâhiyye’de mütehallil
(dahil
olmuş, nüfuz etmiş) olarak Zât’ının Zât-ı
İlâhiyye’de
(Allah’ta)
muhtefî (gizlenmiş) ve
sıfâtının fânî (yok)
olmak sûretiyle Hakk' ın sıfâtıyla muttasıf (sıfatlanmış)
olması, rengin, renkli şeyin cemî'-i eczâsında (bütün
zerrelerine) yayılmak sûretiyle tahallül etmesi (nüfuz etmesi, içine
geçmesi) gibidir. Bu sûrette (şekilde)
arazdan (varlığını
Hak’tan almaktan) ibâret olan renk, (sûret)
cevheri (kendi
Zât’ı ile kâim) olan mütelevvinin (renkten
renge girenin) mahallinde (yerinde,
suretinde)
vâkı' (mevcut)
olur.
Aralarındaki ayrılık kalkar. Bu tahallül, (nüfuz
etme, içine geçme) bir mekân, sâhibinin mekâna dühûlü
(içine girmesi) gibi
değildir. Meselâ dövülmüş kireç tozu yeşil boya ile işbâ'
olunsa (çoğaltılsa),
yeşil
renk onun / bilcümle zerrâtına (bütün
zerrelerine) tahallül eder (nüfuz
eder, içine girer) .
Boya araz ve toz cevherdir. Ve o tozun bir zerresinin
içi ve dışı renkten hâlî (renklenmedik
yeri) kalmaz. Bu sûrette araz, cevherin her cüz'üne
(zerresine)
sârî olur. (bulaşır, yayılır)
Ve renk ile tozu ayırmak kâbil (mümkün)
olmaz. Ya'nî bu renktir, şu da tozdur diye hissen
(duyularla) göstermek mümkün olmaz. Bu öyle bir
sereyândır (dağılma,
yayılmadır) ki, bir mütemekkinin (mekân
tutanın) mekâna duhûlüne (mekânın
içine girmesine) aslâ benzemez. Zîrâ mekîn (mekâna yerleşen)
ile mekânı bi't-tefrîk (mekânı
ayırmak suretiyle) irâe etmek (göstermek)
mümkündür. Ve bir mazrûfun (mektubun)
zarfa duhûlü (girmesi)
gibi de değildir. Ve hulûl (içine
geçmesi, girmesi) dahi değildir. Velhâsıl Halîl
(a.s.)ın Hakk'ın sıfâtı arasında tahallülü, (nüfuz etmesi) mekînin
(mekâna
yerleşenin) mekâna ve mazrûfun (mektubun)
zarfa dühûlü (girmesi)
ve hulûl (geçmesi, girmesi)
nev'inden (cinsinden)
değildir. Belki arazın, cevherin cemî'-i eczâsına
(bütün
zerreciklerine) sereyânı (yayılması,
dağılması) gibidir. Ma'kûl (akıl
ile idrak edilen şeyler) misâl ile mahsüs (anlaşılabilir)
olacağından, cenâb-ı Şeyh bu tahallülü (nüfuz
etmeyi, içine girmeyi) tefhîm (anlatmak)
için, "levn" (renk)
ile "mütelevvin" (renklenen)
misâlini intihâb buyurmuştur (seçmiştir).
Çünkü
âlem-i şehâdet (içinde
bulunduğumuz âlemde) ve ecsâmda (cisimlerde)
vâkı' (mevcut) olan
her şey, âlem-i gayb (bilinmeyen,
gizli kalmış âlemde) ve ervâhda (ruhlarda)
vâkı' (mevcut) olan
şeyin delîlidir (işaretidir)
.
Ve sûret
ma'nâ için vaz' olunmuştur
(konulmuştur).
Meselâ, bu kitabın üzerine mürekkeple nakşolunan
(işlenen,
yazılan) suver-i kelimât (kelime
şekilleri),
kâriîn-i kirâma (sayın
okuyuculara) tefhîm-i maânî (manâsını
anlatmak) içindir. Eğer bu nukûş (yazılar)
olmasa, onların medlûlleri olan (işaret
olunan) maânî-i ma'kûle (akılla
anlaşılır manâları) ,
ne vech (yön)
ile hissettirilecek idi? İşte, bu âlemde mevcûd
olan sûretlerin kâffesi (hepsi
),
birer kelime olup her biri bir ma'nâ için vaz'
olunmuştur (konmuştur).
Yâhut
Halîl'e "halîl" tesmiyesi, İbrâhîm'in sûretinin
vücûduna Hakk'ın tahallülünden nâşîdir. Ve zikrolunan
iki hükümden her birisi sahîhdir. Zîrâ her bir hüküm için
bir mevtın ve makam hâsıldır ki, o hüküm o mevtında zâhir
olur; onu taaddî etmez (4).
İbrâhîm
(a.s.)’ın sûretinin vücûduna / Hakk'ın duhûlü (girmesi) ve
sereyânı (dağılması,
yayılması) ,
Hakk'ın sıfât ve sûret-i İbrâhîm (Hakk’ın
İbrahim sûret ve sıfatı) ile ittisâfıdır (vasıflanmasıdır). Şeyh
(r.a.) eşhâsın (şahısların)
sûretlerine "Hak" dememek için, ibârede
(cümlede)
"İbrâhîm'in sûretine Hakk'ın tahallülünden
(girmesi,
nüfuz etmesinden) nâşîdir (dolayıdır)
”
demeyip "İbrâhîm'in sûretinin vücûduna
Hakk'ın tahallülünden (nüfuz
etmesinden) nâşîdir (dolayıdır)
" buyurdu.
Binâenaleyh (nitekim)
Hak, kendi vücûdu ile İbrâhîm'in sûretinin vücûdunda
müteayyindir (görünmüştür).
Bu cihetle (yönüyle)
mahlûkatın (yaratılmışların)
sıfâtından İbrâhîm'e muzâf (ait)
olan bilcümle sıfât (bütün
sıfatlar), Hakk'a
izâfe olunur (bağlanır).
Bu sûrette Hak, mazhar-ı İbrâhîm (İbrahim’den
görünmesi) ile fâil (yapan,
işleyen) olup onun kulağı ile işitir ve onun gözü
ile görür. Ya'nî cenâb-ı İbrâhîm Hakk'a âlet olur.
"İbrâhim'in sûreti" demek ile "sûretinin vücûdu"
demek arasındaki fark budur ki, cemî'-i merâtibde (bütün
mertebelerde) "vücûd" (varlık)
birdir; o da Hakk'ın vücûdudur (varlığıdır).
Ve her bir mertebe vücûd-i Mutlak’ın (Hakk’ın
vücûdunun) tenezzülâtından (inmelerinden)
rû-nümâ olmuştur (yüzünü
göstermiştir) .
Ve cemî'-i taayyünâtın (bütün varlıkların,
suretlerin) vücûdu bir olduğu halde, yekdîğerinden
(biri
diğerinden) suver-i muhtelife (suretlerinin
farklı oluşu) ile ayrılmıştır. Binâenaleyh (nitekim),
sûretler bir değildir. Bir sûret diğerine
benzemez. Böyle olunca, eşhâsın (şahısların)
sûretlerine "Hak"
ıtlâkı (Hakk denmesi) câiz
(doğru)
değildir. Fakat vücûd (varlık)
bir olduğu için, "sûretin vücûduna" (varlığına) "Hak"
ıtlâk olunabilir
(Hakk denebilir) . Onun için
Şeyh (r.a.) "İbrâhîm'in sûretinin vücûduna Hakk'ın
tahallülü" (Hakk’ın
girmesi, nüfuz
etmesi) tarzında beyân-ı (şeklindeki
açıklamasıyla) hakîkat buyurmuştur (hakikâti
söylemişlerdir).
Halîl'in
"halîl" tesmiyesinde (isimlendirilmesinde)
iki hüküm var idi ki: Birisi, bâlâda (yukarıda)
beyân olunduğu (açıklandığı)
üzere, Zât-ı İlâhiyye’nin (Allah’ın)
muttasıf (vasıflanmış)
olduğu cemî'-i sıfâta (bütün
sıfatlara) zât-ı Halîl'in (Halil’in
zâtının) tahallülü (nüfuz etmesi)
; ve
diğeri de, burada beyân olunduğu (açıklandığı)
üzere, "İbrâhim'in sûretinin vücûduna"
Hakk'ın tahallülü (nüfüs
etmesi) idi. İşte bu iki hüküm sahîhdir (doğrudur)
. Çünkü
bu iki hükmün her birisi için bir mevtın (mertebe)
ve makâm hâsıldır (husûle gelmiştir).
Ve o hükümler, o mevtınlarda (mertebelerde)
zâhir olup (açığa çıkıp)
kendi makâmlarının hâricine (dışına)
çıkmazlar. / Tafsîli (geniş
olarak açıklaması) budur ki:
Mevtın-i
evvel:
(İlk mertebe) Bir
kutr (bölüm,
çap) ile tansîf edilmiş (ikiye
ayrılmış) bir dâire farz olunsun (kabul
edilsin). Bunun
kısm-ı a'lâsı (üst
kısmı) "hazret-i Ulûhiyyet" mevtınıdır
(Uluhiyet
mertebesidir) ;
Vücûd-i Mutlak’ın (gerçek, kayıtsız
vücud’un, Zât’ın) mertebe-i vücûbiyyes'idir (gerekli
olan, farz olan mertebesidir) .
Bilcümle (bütün)
esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye, (İlâhî
esma ve sıfatlar) bu mertebede müteayyin (meydana
gelmiş) ve müctemi'dir (cem
olmuş, toplanmıştır) . Ve
bu mertebede cenâb-ı Ulûhiyyet (vahdet
mertebesi) sıfât-ı muhdesâttan (sonradan
oluşmuş sıfatlardan) münezzehdir (temizdir,
arıdır, beridir) . İşte
İbrâhîm (a.s.)’ın sıfât-ı İlâhiyye’ye (İlâhî
sıfatlara) tahallülü (nüfuz etmesi) ve
duhûlü (girmesi)
,
bu hazret-i Ulûhiyyet (vahdet)
mevtınındadır (mertebesindedir)
.
Binâenaleyh (nitekim),
sıfât-ı beşeriyyeden (yaratılmış,
insanlık sıfatlarından) fânî (yok
olmuş) ve kurb-i nevâfil (nafileler
ile Hakk’a yakın olma, sıfatlardan arınmak) ile
Hakk'a takarrüb ederek (yaklaşarak)
sıfât-i İlâhiyye (İlâhî
sıfatlar) ile muttasıf olan (vasıflanan)
insan, bu dâire-i vücûdun (vücut
dairesinin) nısf-ı a'lâsına (üst
yarısına) urûc eder. (yükselir)
Ve buradaki esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin (İlâhî
esma ve sıfatların) ictimâ'-gâhına (toplandığı
yere) dâhil olur. Ve onda sıfât-ı ilâhiyyenin (İlâhî
sıfatların) ahkâmı (hükümleri) zuhûr
eyler. (meydana
çıkar) Çünkü bu mevtın (mertebe)
sıfât-ı Hakkıyye mevtınıdır
(Hakk’ın sıfat mertebesidir.) Ve İbrâhîm
(a.s.)ın sıfât-ı ilâhiyye (İlâhî
sıfatlar) ile ittisâfının (sıfatlanmasının)
hükmü bu mevtından (mertebeden)
tecâvüz etmez (öteye
geçmez).
Mevtın-ı
sânî (ikinci
mertebe):
Dâire-i vücûdun (vücut
dairesinin) kısm-ı ednâsı (aşağı
kısmı) "mertebe-i imkâniyye"dir. Bu
mevtın (mertebe)
sıfât-ı halkıyye (yaratılmış
sıfatların) ve muhdesâtın (sonradan
olan şeylerin) mevtın-ı taayyünüdür (oluştuğu,
meydana çıktığı mertebedir) .
Binâenaleyh (nitekim),
Hak taayyün (oluşma,
suretlenme) ve zuhûr (meydana çıkma) cihetiyle
(yönüyle),
âlem-i
imkândan (olabilirlik,
yaratılmışlık âleminden) ibâret olan bu kısm-ı
ednâya (alt
kısma) nüzûl ettikde (indikçe)
,
sıfât-ı halkıyye (yaratılmış
sıfatları) ile zâhir (görülmüş)
olur. Ve bu
âlem-i imkânda (olabilirlik
âleminde) kisve-i taayyüne (suret
elbisesine) bürünmüş olan şahsın vücûdunda müteayyin
bulunan (meydana
çıkan) Hak olduğundan, kendisinden sıfât-ı halkıyye
(yaratılmış
sıfatlar) sudûr eyler. (çıkar)
Hakk'ın "teezzî" (eziyet
görmesi, incinmesi) , "mekr"
(hile,
aldatma) ,
"istihzâ", (alay
etme, eğlenme),
"hastalık", "açlık" ve
"susuzluk" gibi sıfât-ı halkıyye (yaratılmış
sıfatlar) ile zuhûru (açığa
çıkması) / Kur'ân ve Hadîs'te sâbittir (mevcuttur).
Nitekim
Hak Teâlâ buyurur: ………………….. (Ahzâb, 33/5?)
ve ………………….. (Âl-i İmrân, 3/64) ve
………………………….. (Bakara 2/15) ve
……………………. (Tevbe, 9/79) ve
……………………………………. (Tevbe, 9/111) ve
…………………………….. (Hadîd, 57/18) ve
……………………………… (Enfâl 8/13) ve
………………………….. (Bakara, 2/26). Ve Hadis'te
gelir: …………………………… ve .………
Binâenaleyh
(nitekim),
bu mevtının (mertebenin) muktezâsı
vech (gereken
yönü) ile bu gibi sıfât-ı naks (noksan
sıfatlar) Hakk'a muzâf (ait)
kılınır. Lâkin bu hüküm bu mevtından (mertebeden)
tecâvüz etmez. (öteye geçmez) Zîrâ
cenâb-ı Ulûhiyyet (vahdet
mertebesi) sıfât-ı muhdesâttan (sonradan
oluşmuş sıfatlardan) münezzehdir (temizdir,
arıdır, beridir) . İşte
İbrâhîm (a.s.)ın sûretinin vücûduna Hakk'ın tahallülü (nüfuz etmesi) ve
onun sûreti ile zuhûru (meydana
çıkışı) ve sıfât-ı
halkıyye-i İbrâhîmiyye ile
(yaratılmış sıfatlarında ibrahim olarak) ittisâfı,
(vasıflanması) îzâhât-ı
mesrûde (açıklanan
izahat) üzere, Hakk'ın, cenâb-ı İbrâhîm (a.s)ın
vücûdunda taayyünü (şekillenmesi,
meydana çıkması) hasebiyledir. Beyt:
(Tercüme)
"Vücûd-i Mutlak’ın (Zât
mertebesinin) her mertebede bir hükmü vardır. Eğer
bu mertebelerdeki ahkâma (hükümlere)
riâyet etmez (uymaz) isen
zındıksın (münâfıksın)."
<devam
edecek>
29.10.2002
http://sufizmveinsan.com
|